
YDH - İsrail, ABD ve Mısır aracılığıyla Lübnan’a, 27 Kasım anlaşmasını terk edip kapsamlı bir güvenlik anlaşmasına girmesi yönünde baskı yapıyor. Kahire, Washington’la koordineli biçimde yeni bir arabuluculuk süreci yürütürken, Tel Aviv Hizbullah’a yönelik askeri saldırı seçeneklerini gündemde tutuyor. Hizbullah ise bu girişimlerin “Lübnan’ı teslim olmaya zorlama çabası” olduğunu söyleyerek, ateşkese bağlı kaldığını ancak yeni taahhütler vermeyeceğini açıkladı. El-Ahbar gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin'in değerlendirmesine göre Parti, savunma hakkını koruyacağını vurgularken, sessizliğini stratejik bir “belirsizlik politikası”na dönüştürdü.
Lübnan ile düşman arasındaki gerginliğin seyrini anlamak için birçok ayrıntıyı dikkatle incelemek gerekiyor. En önemlisi, Hizbullah’ın askeri kapasitesini yeniden inşa ettiğine dair bilgilerin kaynağını tespit etmek. Ardından İsrail’in tehditlerinin, ABD’nin ilettiği mesajların ve Arap ile bölgesel tarafların yürüttüğü diplomatik çabaların değerlendirilmesi geliyor.
Süreç, İsrail’in işgal altındaki topraklardan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından finanse edilen televizyonlara sızdırdığı haberlerle başladı.
Bu haberlerde, İsrail’in Hizbullah’ın yeniden güçlenme çabalarını izlediği iddia ediliyordu. Ardından İsrail medyası, çeşitli raporlar, yazılar ve açıklamalarla bu konuyu doğrudan ele aldı ve tehditlerin ilk dalgasını başlattı.
Aynı dönemde, denetleme komitesindeki İsrail ordu temsilcisi, Lübnan ordusu temsilcisini Hizbullah’ın faaliyetlerini durdurmak için hiçbir şey yapmamakla suçladı.
ABD temsilcisi de “İsrail’in Lübnan’daki gelişmelere dair endişelerini anladığını” belirterek, Lübnan ordusunun bu konuda “çok daha fazlasını yapabileceğini” söyledi.
Bu arada Morgan Ortagus, kendi yönetimi adına mesajlar iletiyordu. Yönetimi, Lübnan’daki iktidarın “Hizbullah’ı silahlanma ve müzakere konularında gözetmesine gerek olmadığını” düşünüyordu.
Ortagus ayrıca, “İsrail’den edindiğini söylediği bilgiler” doğrultusunda, Hizbullah’ın kapasitesini yeniden inşa etme girişimlerine dair “dikkat çekici ayrıntılar” aktardı.
Sonuç olarak, “İsrail’in fazla beklemeyeceğini ve Lübnan bunu yapmazsa silahsızlandırma görevini üstlenmeye hazır olduğunu” ifade etti.
Bu arada elçi Tom Barrack, Lübnanlı yetkilileri “sorumsuzluk” ve “İsrail’le kapsamlı bir uzlaşma projesine adım atmamakla” eleştiriyordu. Barrack daha sonra, Lübnan’ın “savaşı önlemek için tek bir fırsatı olduğunu, bunun da İsrail’le doğrudan müzakerelere katılmayı kabul etmek ve Lübnan ordusuna Hizbullah’ı tüm ülkede silahsızlandırma yetkisi vermek” olduğunu söyledi.
Ancak Barrack, meslektaşı Ortagus’tan pek hoşlanmıyor gibi görünse de, onun “İsrail’in geniş seçenekleri” hakkındaki sözlerini yineledi.
Ardından “Lübnan’ın, ABD’nin İsrail’i kendi güvenliğini korumak için uygun gördüğü adımlardan alıkoymasını beklemesinin mantıksız olduğunu” belirtti.
Tüm bu temaslarda ortak olan nokta, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarını durdurma konusunda hiçbir güvence vermeye hazır olmamasıydı.
Ayrıca, müzakere sürecine girmesinin onu somut adımlar atmakla yükümlü kılmadığına inanıyordu. Üstelik İsrailli yetkililerin hiçbir açıklamasında müzakereden söz edilmemesine rağmen, Tel Aviv aracı kanallar üzerinden Lübnan’ın kendisiyle doğrudan müzakere etmeye hazır olduğunu resmen ilan etmesini beklediğini bildirdi.
Zamanla, düşman yabancı ve bölgesel temsilciler aracılığıyla şu açıklamaları iletmede acele etti: “Müzakereler güvenlik garantileri sunmak veya iyi niyet adımları atmak için yeterli bir şart değildir.”
Fakat düşman liderleri, müzakereler sırasında Lübnan’ın herhangi bir güvenlik anlaşmasını uygulayacağı mekanizmayı kanıtlamasını; bu sınavdan geçirildikten sonra İsrail’in ne yapması gerektiğini değerlendireceğini tekrarladı.
Fakat tüm bunların en önemli söylemi şuydu: İsrail, Amerikalılardan Lübnan tarafına son bir kez açıkça söylemelerini istedi:
“Söz konusu müzakere, 27 Kasım 2024 anlaşmasının uygulanması ya da 1701 sayılı kararın takibi için değildir; müzakere, kapsamlı bir güvenlik anlaşması üzerinde olacaktır. Lübnan, ateşkesi öngören anlaşmayı unutmalı ve 1701 sayılı kararın artık masada olmadığını anlamalıdır; birkaç ay içinde bu kararın, Birleşmiş Milletler’in Lübnan’daki görev yapan güçlerinin tasfiyesi programının başlatılması yoluyla ortadan kaldırılacağı bir süreç söz konusudur.”
Bu atmosfer içinde, Lübnan’a “Gazze anlaşmasının ardından açılan kapıdan yararlanmasının önemi” hakkında farklı mesajlar ulaştı. Bu mesajlar bazı toplantılarda Amerikalılar tarafından fısıldandı; ancak birden çok bilgiye göre Washington, konuyu Mısır’la görüştü.
Amerikalı arabulucu Steve Witkoff, Kahire’ye İsrail tarafını görüşecek bir temsilci göndermeyi ve ardından Mısır kaynaklı bir girişim hazırlamayı tavsiye etti.
Buna göre Mısır İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Hasan Reşad’ın Tel Aviv ziyareti ve orada düşmanın siyasi, askeri ve güvenlik yetkilileriyle görüşmesi gerçekleşti; bu ziyaret, Washington’un Gazze anlaşmasını “koruma” fikrinin ötesine geçen meselelere ilgi duyduğunu gösteren bir anlayış taşıyordu.
Reşad’ın Beyrut ziyaretinde taşıdığı görüşmelerde ve Mısır’ın Büyük Müzesi’ndeki kutlama sırasında sarf edilen sözlerde açıkça görüldüğü üzere, Reşad İsrail’de kendisine “mevcut bir tehdit” olarak görülen hususlar hakkında doğrudan ifadeler duydu.
Yüksek düzey bir yetkili ona açıkça, İsrail’in “Hizbullah’la, İran’la, Yemen’le ya da hatta Irak’la hesabının kapandığını düşünmediğini” söyledi; bunun üzerine Reşad, İsrail’in “görünüşe göre yeni bir savaş turuna hazırlanıyor olabileceği, İran’ın paralı unsurlarını olarak gördüklerini vurmayı önceden başlatabileceği ve daha sonra İran’a öldürücü bir darbe yöneltme imkanı bulabileceği” sonucuna vardı.
İsrail’in, Lübnan, Irak, Yemen ve İran ile Hamas arasında güçlü bir bağlantı gördüğü de dile getirildi.
Reşad’ın, İsrail liderlerinin söz ve davranışlarındaki bariz kibirden rahatsız olduğu kesin olsa da, o meseleyi Amerikan tarafıyla görüşmek üzere geri döndü; ardından Mısır, biten olaylardan bağımsız görünmeyen bir adım attı.
Güçlü rolü yeniden öne çıkan Kahire’nin, Gazze vesilesiyle öneminin yeniden belirdiğini gururla vurgulamasıyla birlikte, bölgedeki boşlukları doldurmaya çalıştığına inanmak güç değil; Kahire, bu rolü Suudi Arabistan’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne veya hatta Türkiye’ye bırakmaya istekli görünmüyor.
En önemlisi, Kahire’nin bugün Amerikalılarla iyi bir ilişki içinde olması, özellikle Reşad ile Witkoff arasında verimli bir koordinasyonu mümkün kılıyor.
Reşad Beyrut’a geldiğinde bazı toplantılar açık şekilde yapıldı, bazılarıysa medyadan uzak gerçekleştirildi.
İçerik şu şekilde özetlenebilir: Birincisi: İsrail, Hizbullah’a ağır ve acı verici bir darbe indirmek için güvenlik ve istihbarat faaliyetlerini yoğunlaştırıyor; siyasi ve askeri kanatların üst düzey liderlerinin suikastı fikri istihbarat ve ordu gündeminde yer alıyor.
İkincisi: İsrail kendini üstün konumda görüyor ve hava kampanyası ile Hizbullah’ın ve Lübnan’daki destekçilerinin sırtını kırabilecek, aynı şeyi Irak’ta ve Husiler’e karşı da yapabilecek güce sahip olduğunu düşünüyor.
Üçüncüsü: Karşı strateji, Washington’un (özellikle Benjamin Netanyahu üzerinde) İsrail’e baskı yapmaya hazır olduğunu kabul etmeli, ama bunun için Lübnan tarafından pratik adımlar atılması gerekiyor; bu adımlar Hizbullah ile koordine edilmelidir.
Dördüncüsü: Kahire, Gazze’de halkın zorla göç ettirilmesini önlemede zafer kazandığını düşünüyor; “Hamas”ın ortadan kaldırılmasını savunmuyor ve Arap ulusal güvenliğinin Hizbullah’ın ezilmesini gerektirdiğini de düşünmüyor; ancak Kahire, partinin durumunu önceki yaklaşımdan farklı şekilde değerlendirmesi gerektiğine inanıyor.
Beşincisi: Kahire, Amerikalılar için ikna edici ve uygulamaya dönük bir formül buldu; bu formül sadece Lübnan’ın doğrudan veya dolaylı müzakereye girmeyi kabul etmesini ilan etmesiyle sınırlı değil.
Formül, Hizbullah’ın bizzat kendi açıklamasıyla, örneğin Litani Nehri güneyindeki bölgedeki tüm silahlarını teslim etme girişiminde bulunması ve İsrail’i hedef alma niyetinde olmadığını açıkça taahhüt etmesi gibi adımlar atmasını gerektiriyor.
Bu durumda, Litani Nehri’nin kuzeyindeki silahlarının akıbetine ilişkin tartışma dondurulacak; ardından tam bir İsrail çekilmesi, kara sınırlarının belirlenmesi, esirlerin serbest bırakılması ve ardından imar için kapının açılmasını hedefleyen müzakereleri başlatmak için elverişli bir ortam oluşacak.
Hizbullah kendi tavrını dile getirmekte hiçbir çekince göstermedi ve açıkça, tüm bu girişimlerin amacının Lübnan’ı 27 Kasım anlaşmasından vazgeçmeye zorlamak olduğunu söyledi.
Partiye göre, Mısırlılar da tıpkı Amerikalılar ve diğerleri gibi, İsrail’i yalnızca bir ateşkesle ikna etme gücüne sahip değil. Bu durumda, İsrail’in herhangi bir anlaşmaya bağlı kalacağını kim garanti edebilir? Suriye deneyimi ortadayken kim böyle bir girişimi sürdürmek isteyebilir?
Üstelik Hizbullah’ın hatırlatmasına gerek bile yoktu: Amerika Birleşik Devletleri, Katar’ın İsrail saldırılarından korunmasını bile garanti edememişken, nasıl olur da Amerika, Mısır ya da bir başkası İsrail’in Lübnan’daki davranışlarını güvence altına alabilir?
Fiilen, Hizbullah artık açık ve uygun bir tutum sergilemenin zorunlu hale geldiğini gördü ve bu tavrı şu noktalarla netleştirdi:
Birincisi: Parti, ateşkes anlaşmasına bağlıdır; saldırı konumunda değildir ve 27 Kasım’da imzalanan anlaşmanın maddelerini iyi okumaktadır. Bu nedenle, İsrail’i memnun etmek için yeni taahhütler vermesini istemek anlamsızdır.
İkincisi: Deniz sınırlarının belirlenmesi müzakerelerinde taraf olan Hizbullah, denetleme komitesinin faaliyet alanının genişletilmesi fikrine karşı değildir; ancak bunu, Lübnan’ı İsrail’le barış veya normalleşme anlaşmasına sürüklemeyecek bir çerçevede görmek ister.
Üçüncüsü: Direniş, kendi faaliyetleri hakkında asla konuşmaz; bilinçli bir kararla “bilinmeyen” alana geçmiştir. Hizbullah içinde hiçbir kimse askeri konular üzerine konuşmaz; partinin, ister destekçiler ister muhalifler tarafından dile getirilen her türlü açıklamadan tamamen bağımsız olduğu, hatta bu tür konuşmalardan rahatsızlık duyduğu belirtilmektedir.
Dördüncüsü ve en önemlisi: Direniş, savunma hakkını kullanacağını herkesin dikkatine bir kez daha sundu. Görünen o ki, işte bu ifade, dün Amerikan-Suudi-İsrail ekseninde öfke yaratarak yeni çatışma aşamasının başlamasına yol açtı.
Çeviri: YDH