İslamcı grupların ortaya çıkışı I-II

08 Kasım 2025

''İslamcı akımlar, mezhepçi bağnazlığa ve sömürgeci güçlerle uyum politikalarına yöneldiler. Bu değişimde, Vahhabi hareketin Britanya ile kurduğu ittifak belirleyici oldu. İslam toplumları artık iki kutup arasında sıkışmıştı: bir yanda despot hükümdarların baskısı, diğer yanda pusuda bekleyen İslamcı hareketler.''

YDH- Yemen'deki Ensarullah Hareketi Siyasi Büro Üyesi Muhammed el-Buheyti, İslamcı grupların tarihsel kökenlerini, ideolojik çatışmalarını ve dönüşümlerini tartışmaya açtı. Buheyti, Müslüman Kardeşler hareketinin ortaya çıkışıyla başlayan sürecin, İslamcı hareketlerin milliyetçi, solcu ve Arapçı akımlarla yaşadığı gerilimleri, dış güçlerin bu grupları nasıl araçsallaştırdığını ve bölgedeki siyasi-sosyal krizlere yol açan yapısal dönüşümleri detaylandırırken esasen İslamcı hareketlerin başlangıçtaki reformcu hedeflerinden saparak nasıl iç ve dış etkenlerle krizlerin kaynağı haline geldiğini derinlemesine temellendiriyor.

İslamcı gruplar, modern tarihin pek çok aşamasında İslam dünyasında değişimin önündeki en büyük engellerden biri haline geldi. Çünkü zamanla baskıcı rejimlerin halkı bastırmak için kullandığı bir araca dönüştüler; Batılı güçler tarafından, kendi hegemonyalarına direnen rejimleri çökertmenin bir yöntemi olarak benimsendiler; toplumları yöneticilere boyun eğdirmek için birer korku unsuru haline getirildiler.

Aşağıdaki yazı, bu grupların kökenlerini ve tarihsel dönüşümünü izleyerek, nasıl olup da bir “ıslah” projesinden çıkıp değişimin önündeki en büyük engellerden birine dönüştüklerini açıklamaktadır.

Modern İslami gruplar, birbirine zıt iki figürün —Muhammed bin Abdülvehhab ve Cemaleddin Afgani’nin— ideolojik miraslarının tarih içinde kesişen uzantıları olarak ortaya çıktı.

Muhammed bin Abdülvehhab (1703-1792), projesini, Vehhabiliği zorla dayatmanın gerekçesi olarak tüm Müslümanları tekfir etmeye dayandırdı. Bu çatışmacı yaklaşım nedeniyle, Vehhabiliğin yayılması uzun süre sadece askeri kontrol altındaki bölgelerle sınırlı kaldı; ancak petrol zenginliğiyle birlikte bölgesel bir güç haline gelebildi.

Buna karşılık Cemaleddin Afgani (1838-1897), İslam’ı kapsamlı bir yaşam biçimi olarak tanımlıyor, Müslüman toplumların yeniden doğuşunu Batı sömürgeciliğine karşı birleşik bir fikrî cephe oluşturmada görüyordu.

Afgani, aklın bağımsız işleyişini (içtihadı) yeniden canlandırmayı, modern bilimleri benimsemeyi, Batı medeniyetinin kazanımlarından faydalanmayı ama ona teslim olmamayı savunuyordu. Onun vizyonu, ulusal ve mezhepsel sınırları aşan, çok sayıda âlimi ve düşünürü etkileyen bir İslam bilinci çağrısıydı.

Cemaleddin Afgani’nin en seçkin öğrencisi olan İmam Muhammed Abduh (1849-1906), hocasının sürgün edilmesinden sonra devrimci ve cihatçı çizgiyi terk etti. Ulusun yeniden canlanmasının en doğru yolunu, entelektüel, misyonerlik ve eğitim reformunda buldu. Bu dönüşüm onu, kademeli reformu gerçekleştirebilmek için İngiliz işgal yönetimiyle temasa geçmeye yöneltti.

Bir diğer öğrenci Abdullah en-Nedîm (1842-1896), Afgani’nin düşüncesinin halkçı ve devrimci yönünü benimsedi. 1881’de Ahmed Urabi önderliğinde Mısır’da iç despotizme ve yabancı tahakküme karşı yürütülen Urabi İsyanı’nın önde gelen hatibi oldu. İsyanın bastırılmasının ardından sürgüne gönderildi ve orada hayatını kaybetti. Ancak düşünceleri, sömürgeciliğe karşı direnişi ve halk bilincini savunan Arap milliyetçiliğinin manevi kaynağı haline geldi.

Abdurrahman el-Kevakibi (1855-1902), Afgani’nin fikirlerinden etkilenmiş, ulusun yeniden dirilişini İslam birliği ve fikrî reformla ilişkilendirmişti. Fakat despot yöneticilere karşı duruşu, Suriye’de Osmanlı idaresiyle çatışmasına yol açtı ve onu Mısır’a sürgüne zorladı. Gizemli koşullar altında, muhtemelen zehirlenerek öldü. Fikirleri, özgürlük, adalet ve direniş ilkeleriyle Arap milliyetçiliği ve solcu hareketler üzerinde derin izler bıraktı.

Muhammed İkbal (1877-1937), Müslüman dünyasının entelektüel ve siyasi sömürgecilikten kurtuluşunu, İslam düşüncesinin çağın ruhuna ve Kur’an’ın hedeflerine uygun biçimde yenilenmesinde görüyordu. Felsefi ve tasavvufi bir dille yazdığı şiirlerinde bu sentezi işledi. Onun vizyonu, Ebu’l-A’la el-Mevdudi gibi isimleri derinden etkiledi. Mevdudi, İkbal’in fikirlerini bir “modern İslam devleti” kurma projesine dönüştürmeye çalıştı.

Sad Zaglul (1859-1927) de Afgani ve Abduh’un reformcu düşüncelerinden ilham aldı. 1919’da İngiliz işgaline karşı yürüttüğü devrimle bu fikirleri pratiğe döktü. Bu hareket, 1922’de Mısır’ın kısmi bağımsızlığını kazandırdı ve modern anayasal yaşamın temelini attı. 1924’te kurduğu Vefd Partisi, “özgürlük, bağımsızlık ve halk egemenliği” şiarını benimseyen milliyetçi ve Arapçı akımların simgesi oldu.

Reşid Rıza (1865-1935), İmam Abduh’un önde gelen öğrencisiydi. Başlangıçta hocasının reformcu çizgisini sürdürdü, fakat zamanla Selefi-Vehhabi düşüncenin etkisi altına girdi. Bu süreçte, Şii ve Eş’ari ekolleri hedef alan doktriner bir eleştiri geliştirdi. Böylece Afgani ve Abduh’un birleştirici “ümmet bilinci” vizyonundan uzaklaştı.

Ebu’l-A’la el-Mevdudi (1903-1979), Afgani, Abduh, Rıza ve İkbal’in fikirlerinden beslenerek İslam’ı bir “din, devlet ve yaşam sistemi” olarak tanımladı. O, Allah’ın egemenliği ve şeriat hukukuna dayalı bir İslam devleti çağrısı yaptı. Bu vizyonu, Cemaat-i İslami adlı örgüt aracılığıyla sistematik hale getirdi. Silahlı mücadeleden kaçınmakla birlikte, fikrî, eğitsel ve siyasal örgütlenmeyi İslam toplumunu inşa etmenin en etkili yolu olarak gördü.

İslami grupları eleştirdiğimde, sık sık “Siz de bir İslami grup değil misiniz?” sorusuyla karşılaşırım. Cevabım nettir: Biz ne İslamcıyız ne partizan; ne örgütüz ne de hizip. Biz, Allah’ın emrettiği şekilde Müslümanız ve bir ümmetiz. Kur’an şöyle buyurur: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”

Bizim kültürel ve entelektüel faaliyetimiz, “Bir göz Kur’an’da, bir göz amelde” prensibine dayanır; özü itibarıyla hayra çağrıdır.

2014 Devrimi’nde Amerikan vesayetini devirip Yemen’in bağımsızlığını savunmamız, “iyiliği emretmek”tir. Gazze’de kardeşlerimizin yanında durmamız, Siyonist oluşum ve onun Amerikan-İngiliz müttefiklerine karşı savaşmamız ise “kötülükten men etmenin” fiilî tezahürüdür.

Biz yeni bir şey icat etmiyoruz. Ne kendimizi yeni bir fenomen olarak sunuyoruz, ne de “dini yenileyen” iddiasında olanlarla aynı çizgideyiz. Çünkü din, Âdem’in yaratılışından Kıyamet’e kadar Allah katında birdir: o da İslam’dır.

Bu anlayışla, kendimizi Âdem’den bu yana peygamberler ve imamlar zincirinin bir uzantısı olarak görüyoruz. Allah’ın buyurduğu gibi: “Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun; tıpkı İsa’nın havarilerine ‘Allah’a benim yardımcılarım kimdir?’ dediği gibi. Havariler, ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız’ demişlerdi.”

Dolayısıyla, Allah’ın yardımcıları ne tüzüğe bağlıdır ne de parti kartı taşır; çünkü bu davet, iman eden herkese açıktır. Yüce Allah buyurmuştur: “Dinde zorlama yoktur; doğru yol sapıklıktan ayrılmıştır. Kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah işitendir, bilendir.”

Bugün mezhebi, kimliği ya da milliyeti ne olursa olsun, Allah’a tam bir bağlılık gösteren, O’nun düşmanlarından uzak duran, yalnızca O’na tevekkül eden herkes, mutlaka hakikatin merkezine ulaşacaktır. Orada nerede durduğunu, kimin yanında olduğunu bilir ve Allah’a verdiği sözü tutan gerçek erkekleri tanır; zira hak, kişilerle değil, kişiler hak ile tanınır.

Cemaleddin Afgani, ardında geniş bir düşünsel miras bırakarak modern uyanışın ruhani babası sayıldı. Etkisi yalnızca İslamcı akımların değil; özgürlük, birlik ve adalet arayışındaki milliyetçi, solcu ve vatansever hareketlerin de ilham kaynağı oldu. Onun çağrısı, bu akımların entelektüel ve siyasi projelerinde bir kıvılcım işlevi gördü.

Zamanla, İslamcı akımlar Afgani’nin savunduğu mezhepsel hoşgörü ve sömürge karşıtı özgürleşme ideallerinden uzaklaştılar. Bunun yerine, mezhepçi bağnazlığa ve sömürgeci güçlerle uyum politikalarına yöneldiler. Bu değişimde, Vehhabi hareketin Britanya ile kurduğu ittifak belirleyici oldu.

Öte yandan milliyetçi, solcu ve vatansever akımlar da Afgani’nin İslam’ın kapsayıcı ruhuna dayanan vizyonundan koptu. Batı’daki sosyalist ve seküler sistemlerden etkilenerek, dini toplumsal örgütlenmeden dışlayan bir model benimsediler. Yine de Afgani’nin özgürleşme fikrinin özü —sömürgeciliğe direniş ve ulusal egemenlik arayışı— onların damarında yaşamaya devam etti.

1928’de Hasan el-Benna’nın Müslüman Kardeşler’i kurması, İslam düşüncesi ve hareket tarihinde dönüm noktasıydı. Çünkü:

Birincisi, Hasan el-Benna, Reşid Rıza’nın mirasını —dolaylı olarak İbn Teymiyye ve Abdülvehhab’ın çizgisini— devraldı. Bu miras, Müslüman Kardeşler’i Şiiler, Eş’ariler, İbadiler ve Mu‘tezile gibi geleneksel İslam ekolleriyle sürekli çatışma içine soktu; çünkü tekfirci bir karakter taşıyordu.

İkincisi, Kardeşler’in Britanya sömürgeciliğiyle kurduğu uzlaşma, onları Batı’ya karşı mücadele eden milliyetçi ve solcu akımlarla karşı karşıya getirdi. Bu durum, Batı’nın İslamcı grupları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmesine zemin hazırladı — sekülarizme, Şiilere ya da “Batı karşıtı” rejimlere karşı. Müslüman Kardeşler ile vatansever akımlar arasındaki ilk ciddi gerilim, 1918’de Sad Zaglul’un Vefd Partisi’yle yaşandı. 1948’de Kardeşler’in gizli örgütü Başbakan Mahmud en-Nukraşi’yi suikastla öldürünce çatışma zirveye ulaştı; hükümet de 1949’da Hasan el-Benna’yı ortadan kaldırarak yanıt verdi. Böylece Arap dünyasında uzun sürecek bir iç mücadele dönemi başladı.

1881’deki Urabi Devrimi’nden 1919’daki Zaglul Devrimi’ne dek Mısır toplumu —sekülerinden dindarına kadar— İngiliz işgaline karşı ulusal bir dayanışma içindeydi. Ancak İslamcı grupların ortaya çıkışı bu dayanışmayı parçaladı; çünkü sömürgeye karşı mücadele, ümmet içi bir çatışmaya dönüştü.

Üçüncüsü, Hasan el-Benna’nın örgütsel katılığı ve Müslüman Kardeşler’i tanımlarken kullandığı şu belirsiz ifade —“selefî bir davet, sünnî bir yol, sûfî bir gerçeklik, siyasî bir heyet, sportif bir cemaat, ilmî-kültürel bir bağ, ekonomik bir şirket, sosyal bir fikir”— hareketi toplumdan ayrı, içine kapalı bir yapı haline getirdi. Böylece örgüt, yalnızca hükümetlerle değil, toplumun entelektüel ve siyasal damarlarıyla da çatışmaya sürüklendi.

Dördüncüsü, Suudi Arabistan’ın Batı karşıtı Arap milliyetçiliği ve sol akımlarla mücadele döneminde Müslüman Kardeşler’i himayesi altına alması, örgütü Reşid Rıza’nın ılımlı reformcu selefiliğinden koparıp Muhammed bin Abdülvehhab’ın sert çizgisine yaklaştırdı. Bu yakınlaşma, Serûrî akımı, Cezayir’deki Silahlı İslami Grup, Yemen’deki Islah Partisi, el-Kaide, IŞİD, Boko Haram gibi daha radikal yapıları doğurdu. Bu gruplar şiddet ve tekfiri, hem siyasi hem dini hedeflerine ulaşmanın aracı olarak benimsediler.

Sonuçta Arap rejimleri, Körfez sermayesiyle, Britanya ve Amerika desteğiyle güçlenen bu grupları bastırmak için baskıya başvurdu. Ancak bu baskı, çözüm değil, krizin derinleşmesi oldu. Çünkü İslam toplumları artık iki kutup arasında sıkışmıştı: bir yanda despot hükümdarların baskısı, diğer yanda pusuda bekleyen İslamcı hareketler.

Çeviri: YDH