Totalitarizmin anayurdu Batı'dır

16 Kasım 2025

"Totalitarizmden çıkış, teknikten kaçmakla değil, onu insan için yeniden yönlendirmekle; aklın sınırlarını sorgulamak ve çokluğu hayatın şartı olarak görmekle mümkün."

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Kerim Haddad, totalitarizmin Batı aklının iç mantığından doğduğunu ve modernitenin farklı biçimlerinde yeniden üretildiğini vurguluyor. Felsefeden kapitalizme, teknikten dijital gözetim ağlarına kadar Batı uygarlığının her aşamasının bütüncül kontrol fikrini pekiştirdiğini ileri sürüyor. İnsan bu düzenin karşıtı olmaktan çıkıp onun gönüllü aracı haline gelirken, özgürlük tekil logosa karşı düşünme cesaretine dönüşüyor. Çıkış yolu ise aklın sınırlarını yeniden düşünmekten ve çokluğun değerini korumaktan geçiyor.

Totalitarizm kendiliğinden doğmadı ve Avrupa hafızasının onu sunmayı sevdiği gibi modernitenin yolculuğunda rastlantısal bir sapma da değildi.

Kökeni bizzat Batı aklının içinde, onun taşıdığı hâkimiyet, bütünlük ve indirgeme eğilimlerinde yatıyor. Dışarıdan gelip Batı’yı istila eden yabancı bir varlık değil, onun uygarlık projesinin içinden filizlenen bir sonuç.

Siyasette olduğu gibi ekonomide, teknikte olduğu gibi düşüncede, toplama kamplarında olduğu gibi fabrikalarda, laboratuvarlarda ve dijital ağlarda belirginleşen bir iç ürün.

Batı felsefesi daha en başından itibaren, düşüncenin ve ölçünün yasalarına tabi, düzenli ve akılcı bir dünya inşa etmeyi hedefledi.

Bu hedef zamanla evrensel bir denetim ve boyun eğdirme aracına dönüştü. Descartes insanın "doğanın efendisi ve sahibi" haline gelmesi gerektiğini söylediğinde, belki de tüm dünyayı kuşatacak kapsamlı bir hâkimiyet düzeninin kapısını araladığının farkında değildi.

Bu düzen, hayatın tümünü sayılara indirgeyen, toplumları birer makine gibi işleten, evrensel bir kontrol mantığına dayandı.

Bu noktada totalitarizm modernitenin karşıtı değil, onun diğer yüzü haline geldi; modernitenin mantığını en uç sınırlarında görünür kılan yüz.

Birinci bölüm: Totalitarizmin siyasi kökeni olarak Batı metafiziği

Batı metafiziğinin kalbinde birlik ve bütünlük tutkusu bulunur. Platon hakikati akılla özdeşleştirip logosu varlığın ölçütü haline getirdiği andan itibaren, düzen ve uyum adına çoğulluğu ortadan kaldıran uzun bir tarih başladı.

Özgürleştirici olması beklenen akıl, farklı olanı eritip tekdüze bir modele uyduran indirgemeci bir ilkeye dönüştü. Kaosu, belirsizliği ve çelişkiyi reddeden bu akıl, her şeyi tek bir bütün içinde eritmek ister.

Başlangıçta teorik görünen bu mantık siyasette mutlak devlete ve disipline edilmiş bir topluma yönelen bir eğilime dönüştü.

Sade ve kusursuz bir akıl dünyası düşleyen idealizm, pratikte tek insan, tek fikir, tek hakikat üretmeye çalışan totaliter rejimlerde vücut buldu.

Platon’un ideal devletinden Hegel’in akıl devleti tasavvuruna, oradan modern bürokratik yapıya uzanan çizgi aynıdır.

Akıl yalnızca anlamak istemez, hükmetmek ister. Özü itibarıyla totalitarizm, Batı felsefesinin yücelttiği o mutlak hakikat iddiasının pratikleşmiş halidir. Sapma değil, tamamlanma; aklın inkârı değil, siyasette ve toplumda onun hâkimiyet arzusunun somutlaşmasıdır.

İkinci bölüm: Totalitarizmin ekonomik sureti olarak kapitalizm

Avrupa’da sanayi devrimi patlak verdiğinde yaşananlar salt ekonomik bir dönüşüm değildi. İnsan ile dünya arasındaki ilişkinin ontolojik olarak değiştiği bir çağ açıldı.

Nesneler kaynağa, yeryüzü ham maddeye, insan ise evrensel bir makinenin işlevine dönüştü. Kapitalizm derin anlamıyla yalnızca bir üretim düzeni değil, kendini sürekli çoğaltmaya ayarlı, değeri kendi içinde büyütme mantığına dayanan bir yapıydı.

Amacı üretmek değil, kendi kendini yeniden üretmekti.

Bu çerçevede kapitalizm, piyasanın totalitarizmidir. Varlık âlemindeki her şeyi değişim ve tüketim döngüsüne sokmayı hedefleyen bir sistem.

Hiçbir şey onun dışında kalmaz; dil, beden, sanat, doğa ve hatta insan bilinci bile değere indirgenir.

Her şey fiyatla ölçülür, her değer hesaba çevrilir. Özgürlük adına yürüyen bu süreçte dış baskı yerini içsel bir cezbedişe bırakır ve insanın arzusu bile hâkimiyet aracına dönüşür.

Karl Marx kapitalizmin içinde taşıdığı muazzam birleştirme gücünü erken fark etti. Bu güç halklar ve kültürler arasındaki sınırları silerken ağır bir bedel üretir; hem insanı hem dünyayı tahrip eder. Kapitalizm işçiyi sömürüden kurtarmak bir yana, onu küresel bir makinenin dişlisine dönüştürür.

Böylece totalitarizm siyaset sahnesinden piyasaya, devletten şirkete, gizli polislerden yapay zekâ algoritmalarına taşındı.

Üçüncü bölüm: Bütünlüğün cisimleşmesi olarak teknik

Teknik masum bir araç değil, Batı aklının en soyut halinin somutlaşmış biçimi. Akıl makineye, bilgi hesaba ve denetime dayalı bir düzene, insan ise verilerin yönettiği dijital bir varlığa dönüştü.

Bugünün dijital dünyası totalitarizmin yeni yüzü; burada baskı ya da şiddet yok, onun yerine yumuşak bir gözetim ve gönüllü bir uyum var.

Teknik, dünyayı tek bir ana indirgeyerek birleştiriyor; herkesin aynı anda bağlantıda, eşzamanlı ve birbirine benzer olduğu o an. Mesafeleri ve farklılıkları siliyor, ölçülebilir, izlenebilir ve öngörülebilir saydam bir insan yaratıyor.

Bazı filozofların "sibernetik insan" dediği bu varlık, pazarın ve iktidarın algoritmalarının yönettiği sanal bir mekanda yaşıyor.

Stalin ve Hitler’in güç ve silahla yaptığı şeyi bugün teknik ikna ve konforla yapıyor; gözetimi sevmeyi öğretiyor, özgürlüğü etkileşime, düşünceyi veriye, bilgiyi istatistiğe çeviriyor.

Totalitarizm artık zorba gerektirmiyor, zira yöneticinin yerini makine, devletin yerini ağ aldı.

Dördüncü bölüm: Batı’nın hâkimiyet uygarlığı

Jean Vioulac "Batı’nın krizi"nden söz ederken maddi ya da iktisadi bir çöküşü kastetmiyor, Batı’nın kendini var eden mantığın görünür hale gelişini işaret ediyor.

Bizzat Batı, evrenselliği bir hâkimiyet projesine dönüştüren ilk uygarlık oldu; sömürgecilikteki "medenileştirme misyonundan", müdahaleleri meşrulaştıran "insan haklarına", yereli küresel pazarın içinde eriten "küreselleşmeye" uzanan bir çizgi bu.

Bu anlamda totalitarizm Batı’nın en önemli üretimi; zira ilerlemeyi doğa ve insan üzerinde tahakküm olarak tanımlayan fikrini cisimleştiriyor. Üstelik biçim değiştirerek:

Yirminci yüzyılda ideolojilerde,

Yirmi birinci yüzyılda araçsal akılda ve dijital ekonomide karşımıza çıkıyor.

Batı ne Nazi ne de Sovyet totalitarizmini yendi; onları özümseyip daha verimli bir biçimde yeniden üretti. Pazar ve ağlar üzerinden kurulan denetim, parti ve ordu üzerinden kurulan denetimden daha az bütüncül değil; tam tersine daha sessiz, daha keskin ve daha etkili, çünkü "özgürlük" ve "yenilik" adına işliyor.

Beşinci bölüm: Bütünlük çağında insan krizi

Batı totalitarizminin en tehlikeli yanı, insanın artık onun karşısında değil, içinden konuşması. Modern insan, sistemi yeniden üreten bir araca dönüştü; üretip tüketiyor ve kendisini yutan düzenin gönüllü parçası haline geliyor.

İnsan anlamını sınırlarını kaybettiği için yitirdi; bir yere, bir geleneğe ya da bir hafızaya değil, sadece bağlantıya ait.

Derinliği olmayan saydam bir varlığa dönüşen insanı bugün algoritmalar yönetiyor; tıpkı bir zamanlar tanrıların kaderini belirlediği gibi.

Bu açıdan totalitarizm yalnızca bir siyasi düzen değil, insanın yapısında gerçekleşen ontolojik bir dönüşüm; özgür bir varlıktan sistemin işlevine doğru kayış.

Dünya bütünüyle ölçülebilir hale geldiğinde insan sırlarını ve biricikliğini kaybediyor; düşünceyle makine, iradeyle telkin, özgürlükle programlama arasındaki sınırlar çözüyor.

Altıncı bölüm: Direniş imkanı, logosa karşı düşünmek

Bu karanlık tabloya rağmen Vioulac yenilgiyi kaçınılmaz görmüyor. Her bütüncül yapı kendi içinde özgürlüğün sızmasına izin veren çatlaklar taşır.

Totalitarizme karşı direnç sadece siyasi bir ayaklanma değil, tekil logosa tapınmadan kurtulmuş bir düşünsel devrimle mümkün.

Vioulac, farklılığı, çatışmayı ve çokluğu yeniden önemseyen "uyumsuz bir düşünce"ye çağırıyor; Batı aklının düzen adına silmeye çalıştığı her şeye.

Dünyayı birleştirmeye çalışmak yerine çokluk içinde yaşamayı, belirsizliğin, suskunluğun ve düşünülmemiş olanın alanlarını korumayı öğrenmek gerekiyor.

Özgürlük iktidarın yokluğu değil, herkese "evet" diyen bir düzenin içinde "hayır" diyebilme gücü.

Totalitarizmden çıkış, teknikten kaçmakla değil, onu insan için yeniden yönlendirmekle; aklın sınırlarını sorgulamak ve çokluğu hayatın şartı olarak görmekle mümkün.

Sonuç

Totalitarizm, Batı aklının karanlık aynası. Bu akıl insanı mitlerden kurtarmak isterken kendi mitini üretti: Mutlak hâkimiyet miti.

Mutlak hakikatin peşinde çoğulluğu yok etti; düzen arayışında kaos yarattı; evrenselliği hedeflerken dünyayı tek bir fabrikaya çevirdi.

Bu idealler Batı’nın teknik ve siyasi kudretinin temeli oldu, ama aynı zamanda bağlayıcı zinciri. Totalitarizm tam da bu yüzden Batı’ya özgü bir üretim; zira aklın her şeyi açıklayabileceğine ve yönetebileceğine duyulan sarsılmaz inançtan doğdu.

Batı bu inancı sorgulamadığı sürece dünyayla birlikte bir totalitarizmden ötekine savrulacak; kılıçtan algoritmaya, liderden ekrana geçecek.

Sınır tanımayan akıl tanrıya dönüşür ve insanın yarattığı tanrı bir süre sonra insanı yutar. Bu yüzden bugünün mücadelesi sadece demokrasiyle istibdat arasında değil, özgürlükle mutlak akıl arasında; hayatı açık bir çokluk olarak gören bakışla aklı evrensel bir uygunluk fabrikasına çeviren bakış arasında.

Çeviri: YDH