
Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Şam’daki yeni rejimin askerî-siyasî yapısına entegrasyonu, temel eksen hâline gelirken, Washington ile Ankara arasında “entegrasyonun niteliği, kapsamı ve nihai sonucu” konusunda derin bir görüş ayrılığı yaşanıyor.
Bu ayrılık, Suriye’nin güvenlik mimarisini yeniden belirsizlik, rekabet ve kontrol edilemeyen gerilimlerin hâkim olduğu bir evreye sürükleyebilir.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın son ABD temasları, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın “10 Mart Anlaşması’nın tam uygulanması” yönündeki yeni açıklamaları, Rakka’nın doğusundaki sahadaki hareketlilik ve Mazlum Abdi ile İlham Ahmed’in “merkezî bir sistemin yeniden üretilmemesi” yönündeki uyarıları, bu derin farklılıkları açıkça gözler önüne seriyor.
Türkiye, entegrasyonu SDG’nin silahsızlandırılması, YPG yapılarının tasfiyesi ve Kürt askerî kapasitesinin ortadan kaldırılması şeklinde yorumlarken; ABD, SDG’nin bütünlüklü, örgütlü ve operasyonel kapasitesini koruyarak Suriye’nin yeni ordusuna katılmasında ısrar ediyor.
Şam da eş zamanlı olarak bu iki yaklaşım arasında manevra yapıyor; bir yandan 10 Mart Anlaşması’nın uygulanmasını yeni devletin istikrarı için ön şart olarak görürken, diğer yandan SDG içinde eski ordu mensuplarının kayda değer varlığı, komuta yapısı, idarî merkezileşme, petrol sahaları ve anayasa konusunda yaşanan derin anlaşmazlıkların entegrasyon sürecini karmaşıklaştırdığını ve yeni gerilimlerin ortaya çıkma riskini artırdığını vurguluyor.
Rusya’nın yeniden Güney Suriye’ye aktif dönüşü, Rakka kırsalındaki yeni çatışmalar, Halep’teki Kürt mahallelerinin kuşatılması ve Türkiye'nin “tüm silahlı grupların temizlenmesi” yönündeki baskısı da sahada ve diplomasi masasında yeni bir gerçekliğin şekillenmekte olduğunu gösteriyor.
Bu yeni gerçeklikte, ABD uzun vadeli Suriye istikrarı için ortak bir güç yapısının kurulmasında ısrar ederken; Türkiye, SDG’nin resmî ve yasal bir yapıya dönüşmesinden kaygı duyuyor.
Bu makale, son bir ayın resmî açıklamaları, saha verileri, diplomatik işaretler ve medya kaynaklarına dayanarak, Kürt güçlerinin entegrasyonu konusunda ABD ile Türkiye arasındaki stratejik ayrışmayı analiz etmeyi amaçlıyor. Bu ayrışma, bugün Suriye’nin yeni ordusunun geleceğini, kuzey ve doğudaki güç dengelerini ve hatta Şam’daki gelecekteki devlet yapısını belirleyen temel faktör hâline gelmiştir.
Beşar Esed yönetiminin çökmesi ve Suriye’nin siyasî-güvenlik yapısının yeniden inşa sürecine girilmesiyle birlikte, “Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) yeni orduya entegrasyonu” geçiş döneminin en kritik başlığı hâline geldi.
Bu başlık yalnızca Suriye ordusunun geleceğini değil, kuzey ve doğudaki güç dengelerini ve Şam’ın Washington ile Ankara’yla ilişkilerini de yeniden tanımlayan bir unsur olarak öne çıkıyor.
Tam da bu noktada, ABD ile Türkiye arasında en derin stratejik ayrışmalardan biri ortaya çıkmış durumda; öyle ki Esad sonrası dönem, iki aktör arasında yeni bir rekabet sahasına dönüşmüş bulunuyor.
Krizin başlangıcı, ABD’nin IŞİD’le mücadele için önce YPG, ardından SDG ile askerî ortaklık kurduğu döneme dayanıyor. Bu karar, Washington için “savaşın zorunluluğu” ve IŞİD’i yenmenin en etkili yolu olarak görüldü,
Türkiye için ise “güney sınırlarında PKK ile bağlantılı silahlı bir yapı oluşturmak” anlamına geldi. Bu yüzden de tamamen iki zıt algı şekillendi:
Washington, SDG’yi ‘zorunlu bir müttefik’ olarak tanımladı, Türkiye ise onu ‘ulusal güvenlik tehdidi’ olarak gördü. Bugün entegrasyon sürecine yönelik anlaşmazlığın kalbinde, işte bu iki çelişkili algı yer alıyor.
Colani ile Mazlum Abdi arasında entegrasyon sürecinin başlatılmasına yönelik anlaşma duyurulduğunda, Washington bu gelişmeyi yeni Suriye ordusunun temeli, savaş sonrası düzenin çerçevesi ve uzun vadeli istikrar için zorunlu bir adım olarak değerlendirdi.
Ancak Türkiye aynı anlaşmayı şu şekilde yorumladı:
Kürt askerî yapılarının kalıcı hâle getirilmesi, Ankara’nın güvenlik kaygılarının göz ardı edilmesi, Türkiye sınırlarının hemen yanında resmî ve yasal bir Kürt gücünün oluşturulması.
Böylece “entegrasyon”, bir güvenlik projesi olmaktan çıkıp ABD–Türkiye arasındaki stratejik ayrışmanın merkezine yerleşti.
Washington ile Ankara, entegrasyon kavramının anlamı konusunda bile uzlaşamıyor. Türkiye’nin istediği formül, tasfiye ile eş anlamlı bir entegrasyon. Önerilen adımlar ise şunlar:
• YPG’nin tamamen silahsızlandırılması,
• SDG yapısının dağıtılması,
• Bireysel ve dağınık şekilde orduya alınma,
• Kürt askerî rolünün tamamen son bulması.
ABD’nin istediği formül ise kurumsallaşma sağlayacak bir entegrasyon. ABD’nin önerdiği adımlar ise şunlar:
• SDG’nin birlik hâlinde ve bütünlüklü şekilde yeni orduya katılması,
• Operasyonel kapasite ve komuta yapısının korunması,
• Kürtlerin siyasi yapıda etkin temsilinin güvence altına alınması,
• Uzun vadeli istikrar için ortak bir güç oluşturulması.
Bu iki yaklaşım, entegrasyon sürecini teknik bir düzenlemeden çıkarıp vizyonların ve jeopolitik hedeflerin bir çatışmasına dönüştürmüş durumda.
Şam, bir yandan yeni ordunun SDG’nin katılımı olmadan kurulamayacağının farkında; ancak diğer yandan bölgesel normalleşme ve Arap düzenine dönüş için Türkiye’nin rızasına ihtiyaç duyuyor.
Bu çelişkili durum, Şam’ı tamamen zıt iki yaklaşım arasında gidip gelmeye zorluyor ve entegrasyon sürecini daha da karmaşık bir hâle getiriyor.
Son haftalarda yaşanan bazı önemli gelişmeler, Washington–Ankara hattındaki gerilimi daha da derinleştirdi:
1- Hakan Fidan’ın ABD ziyareti. Bu ziyarette Fidan açık bir şekilde şunları dile getirdi: Türkiye, mevcut SDG entegrasyonunu “güvenlik tehdidi” olarak görüyor. Entegrasyon süreci resmî bir Kürt gücünün oluşumuna yol açarsa Ankara buna karşı çıkacak.
2- Tom Barrack’ın 10 Mart Anlaşması’nın uygulanması için baskısı Barrack, yıl sonuna kadar anlaşmanın “tam ve gecikmesiz” biçimde uygulanmasını talep etti.
Türkiye ise bunu “güvenlik kaygılarının tamamen göz ardı edilmesi” olarak değerlendiriyor.
3- Rakka’nın doğusunda çatışmalar ve Halep’te Kürt mahallelerinin kuşatılması. Bu gelişmeler, siyasî anlaşmazlıkların sahadaki tansiyonu yükselttiğini ve çatışma riskinin arttığını açıkça ortaya koyuyor.
Washington ile Ankara arasındaki derin ayrılık, SDG’nin entegrasyon biçimine dair yalnızca siyasî veya teorik bir görüş ayrılığı değildir; bu çatlak bugün sahada, güç dengelerinde ve 10 Mart Anlaşması’nın uygulanmasında doğrudan kendini gösteriyor ve entegrasyon sürecini teknik-askerî bir programdan çok katmanlı bir jeopolitik mücadeleye dönüştürüyor. Her aktör, bu sürece kendi tercih ettiği tanımı dayatmaya çalışıyor.
Şam ile SDG arasında imzalanan 10 Mart Anlaşması beklenen ilerlemeyi sağlayamamış, temel başlıklarda ciddi tıkanmalar oluşmuştur. Müzakerelere yakın kaynaklara göre ‘tek ordu’ kavramından iki tamamen zıt anlayış türemiştir:
• ABD’nin yaklaşımı: SDG güçlerinin kendi iç komutasını, örgütsel bütünlüğünü ve operasyonel kimliğini koruyarak yeni orduya katılmasında ısrar ediyor.
• Türkiye’nin yaklaşımı: SDG/YPG yapısının tamamen dağıtılması, güçlerin önemli bölümünün silahsızlandırılması ve bireysel, örgütsüz şekilde orduya alınmasını talep ediyor.
Bu zıtlık, Suriye yetkililerinin “çifte entegrasyon” olarak adlandırdığı duruma yol açmıştır; yani süreç kâğıt üzerinde ilerlerken, tarafların her biri onu tamamen farklı bir yönde yürütmeye çalışıyor.
Bu durum, şu ana başlıklarda ciddi bir yavaşlamaya neden olmuştur:
• SDG’nin Savunma Bakanlığı içindeki konumunun belirlenmesi,
• Komutanlık atama mekanizmasının şekillendirilmesi,
• İç güvenlik güçlerinin (Asayiş) geleceği,
• Terörle mücadele birimlerinin durumu,
• Sınır kapıları, Kamışlı Havalimanı ve temas hatlarında sorumluluk paylaşımı.
Bu askıda kalma durumu, fiilen yeni ordunun kurulmasının önündeki en büyük engel hâline gelmiş durumda.
Geçici Hükümet’e bağlı unsurların Rakka’nın doğusunda “Hanem el-Ali” hattında düzenlediği ve intihar İHA’ları ile ağır silahların kullanıldığı son saldırı, siyasî anlaşmazlıkların sahaya taşınmasının ilk ciddi işareti oldu.
SDG, yaptığı resmî açıklamada; saldırının püskürtüldüğü, üç savaşçının yaralandığı, saldırganların “entegrasyon sürecini sabote etmek ve kaos yaratmak” amacıyla hareket ettiği ifade edildi.
Bu çatışmalar artık doğrudan siyasî pazarlık aracı olarak yorumlanıyor. Entegrasyon süreci Türkiye’nin istediği doğrultuda ilerlemezse, Rakka’daki gerilim artacak.
10 Mart Anlaşması ABD’nin planladığı şekilde uygulanırsa, Şam ve müttefikleri sahadaki adımlarıyla kendi seçeneklerini gösterecek.
Başka bir ifadeyle, Rakka’nın doğu sahası bir “siyasî baskı panosu”na dönüşmüş durumda.
Asayiş noktalarının bir kısmı kaldırılmış olsa da, Kürtlerin yoğun olduğu Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerindeki kuşatma hâlâ devam ediyor: 25 Eylül’den bu yana gıda ve inşaat malzemeleri bölgeye sokulmuyor. Deyr Hafir yolu kapalı tutuluyor. Colani rejimi, 4 Nisan Anlaşması’nın pratik yükümlülüklerini hâlâ yerine getirmiş değil.
Bu kuşatma yalnızca lojistik bir mesele değildir; Şam tarafından verilen doğrudan bir siyasî mesajdır: Entegrasyonun ana başlıkları çözülmeden sahada hiçbir kalıcı taviz verilmeyecek SDG’nin yerelleşme, anayasa ve idarî kontrol dosyalarındaki tutumunu değiştirmesi için baskı uygulanıyor. Başka bir ifadeyle, Halep artık “entegrasyon pazarlığının” bir parçasıdır.
Şam–Moskova arasında varılan ve Rus askerî noktalarının Kuneytra, Golan ve güney hattına geri dönmesini öngören yeni anlaşma — buna ek olarak Rusya’nın Alaviler, Dürziler ve Şam–Kürt ilişkilerinin yönetiminde üstlendiği yeni rol — çok net bir mesaj içeriyor:
Rusya, entegrasyon masasının aktif ve belirleyici aktörü olmak istiyor. Bu dönüşün doğrudan sonuçları şunlar: Şam’ın entegrasyon müzakerelerindeki ağırlığı artıyor. ABD’nin kuzeydoğu üzerindeki inisiyatifi sınırlanıyor. Türkiye’nin rolüne güçlü bir rakip çıkıyor. Kürtlerin siyasî özerklik arayışı frenleniyor.
Rusya’nın sahaya dönüşü, ABD’nin “bütünlüklü SDG entegrasyonu” vizyonuna karşı bir denge unsuru olarak görülüyor.
Tom Barrack son mesajlarında şunları vurguladı: 10 Mart Anlaşması’nın somut şekilde uygulanması yıl sonuna kadar başlatılmalı. Ortak terörle mücadele birimi ivedilikle kurulmalı.
SDG’nin Savunma ve İçişleri Bakanlıkları içine yapısal entegrasyonunun fiilen başlatılması gerektiği belirtiliyor. Bu baskı özellikle şu gelişmelerden sonra yoğunlaştı:
- Mazlum Abdi’nin Duhok’ta “SDG Türkiye için bir tehdit değildir” vurgusu yapması,
- İlham Ahmed’in yeni bir anayasa ve güç paylaşımı talep etmesi,
- SDG’nin Mart anlaşmasının “iç savaşı önlediğini” açıklaması.
ABD açık biçimde SDG’nin rolünü resmîleştirmek ve kalıcı hâle getirmek,merkezî otoritenin yeniden güçlenmesini engellemek ve SDG yapısını koruyup devlet kurumlarına dahil etmek istiyor. Bu ise Türkiye’nin tamamen karşı çıktığı bir senaryo.
Neredeyse ilk kez, SDG içinde belirgin görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor: Sipan Hemo ve Salih Müslim, Şam ile yürütülen müzakereleri “kırılgan” ve “güvenilmez” olarak nitelendirdi.
İlham Ahmed, “merkezî sistem mutlaka değişmeli” uyarısında bulundu. Nuri Şexo, “Geçici Hükümet’in ötesinde aktörlerin” bu sürece müdahil olduğunu söyledi.
Bu farklılıklar, ABD–Türkiye ayrışmasının SDG’nin iç yapısına kadar nüfuz ettiğini ve entegrasyonu daha da karmaşık hâle getirdiğini gösteriyor.
ABD ve Türkiye arasındaki ayrışma, Şam’ın taktik hamleleri, Rusya’nın baskısı ve Rakka ile Halep’teki sahadaki gelişmelerin toplamı şuna işaret ediyor: Entegrasyon süreci ne tam anlamıyla ilerliyor, ne de tamamen çökmüş durumda. Aksine, her aktörün kendi tercih ettiği kısmı uyguladığı güvenlik-siyaset eksenli bir “soğuk savaşa” dönüşmüş durumda.
Bu tablonun sonuçları şöyle özetlenebilir: Yeni Suriye ordusunun kurulması gecikiyor. Şam; ABD, Rusya ve Türkiye arasında daha yoğun bir denge siyasetine ihtiyaç duyuyor. Rakka, Halep ve Kamışlı’da dağınık çatışmaların artma ihtimali bulunuyor. 10 Mart Anlaşması’nın uygulanmasının yıpratıcı ve uzun soluklu bir sürece dönüşüyor. Entegrasyon sürecinde yerel ve devlet dışı aktörlerin etkisi artıyor.
Bu da şu anlama geliyor: Suriye’nin yeni ordusunun geleceği, hatta Şam’daki devlet yapısı, bugün üç çelişkili entegrasyon modelinin arasında sıkışmış durumda:
• ABD’nin örgütsel ve bütünlüklü entegrasyon modeli,
• Türkiye’nin tasfiye ve silahsızlandırma merkezli entegrasyon modeli,
• Şam–Moskova’nın koşullu ve kontrol edilmiş entegrasyon modeli.
Eğer bu üç model önümüzdeki aylarda ortak bir çerçevede buluşmazsa, entegrasyon bir istikrar motoru olmaktan çıkıp yeni bir istikrarsızlık kaynağına dönüşebilir.
SDG’nin entegrasyonu konusunda ABD ile Türkiye arasındaki ayrılık artık yalnızca diplomatik düzeyde bir görüş farklılığı değildir. Son haftalarda bu gerilim, geçmiş yıllardaki müzakerelerde bulunmayan ve Suriye krizinin eski yapılarında yer almayan üç tamamen yeni alana taşınmıştır.
Bu üç alan, bugün entegrasyon sürecinin iki ana aktörü olan ABD ve Türkiye arasında çıkar çatışmasının en görünür biçimde yaşandığı sahalar hâline gelmiştir.
En güncel ve en hassas anlaşmazlık hatlarından biri, gelecekteki ordunun “komuta yapısının” nasıl şekilleneceği sorusudur. Bu başlık artık ABD–Türkiye ayrışmasının merkezine oturmuş durumda ve hem Mazlum Abdi’nin hem İlham Ahmed’in hem de Hakan Fidan’ın açıklamalarına doğrudan yansıyor.
Washington’a göre SDG komutanları özellikle terörle mücadele birlikleri, Rakka ve Haseke
kuvvetleri yapısal bütünlüklerini koruyarak yeni orduya katılmalı. Mevcut komuta zincirinin dağıtılması ya da tasfiyesi, SDG’nin operasyonel kapasitesini yok eder. Mazlum Abdi gibi tecrübeli komutanların varlığı “ülkenin istikrarı için gerekli”dir.
Türkiye ise bunun tam tersini savunuyor: SDG veya YPG’den herhangi bir üst düzey yetkilinin resmî yapıya girişi, “ulusal güvenlik için kırmızı çizgi”dir. Bu tür bir katılım, PKK’nin Suriye’de yasallaşması anlamına gelir. Hatta Türkiye, gelecekteki ordunun komutasının tamamen merkezî hükümette ve herhangi bir Kürt çekirdek unsur olmadan oluşturulması gerektiğini belirtmiştir.
Yeni durumun sonucu olarak Şam bugün hiçbir maliyetsiz seçeneğe sahip değildir: ABD’nin istediğini kabul ederse Türkiye ile ciddi bir güvenlik krizi yaşar. Türkiye’nin istediğini kabul ederse entegrasyon çöker ve SDG geri adım atmaz. Bu alan, yeni Suriye ordusunun geleceğini belirleyen ana çatışma hattı hâline gelmiştir.
Duhok Konferansı’ndan sonra ilk kez, “entegrasyonun yeni anayasa sürecindeki yeri” ABD ile Türkiye arasında temel bir anlaşmazlık başlığına dönüşmüş durumda.
ABD’ye göre entegrasyon, anayasa yazımından önce gerçekleşmeli. Aksi hâlde Kürtler yeni yapıda “gerçek bir ağırlığa” sahip olmayacak. Washington, entegrasyonu “geçiş döneminin istikrarlaştırıcı parçası” olarak görüyor.
Türkiye’de ise tam tersi bir yaklaşım söz konusu: SDG tamamen dağıtılmadan anayasa konusunda herhangi bir tartışma kabul edilemez.Türkiye’ye göre entegrasyonun tasfiyeden önce gelmesi, Kürt özerkliğinin resmîleştirilmesi anlamına gelir.
Yeni durumun sonucu olarak bu anlaşmazlık, entegrasyonun zamanlamasını doğrudan etkiliyor:
ABD, Mart anlaşmasının maddelerinin bu yıl içinde uygulanmaya başlamasını istiyor. Türkiye ise yeni çerçeve belirlenene kadar entegrasyonun tamamen durdurulmasını talep ediyor. Bu nedenle Şam bugün iki zıt takvim arasında sıkışmış durumda ve bu ikilik, entegrasyon sürecini askıda tutuyor.
En güncel ve hassas alanlardan biri, Suriye–Türkiye sınırının güvenliği konusunda ortaya çıkan yeni anlaşmazlıktır.
Washington üç aşamalı bir model öneriyor:
1. Yeni Suriye ordusu ile SDG arasında ortak bir güvenlik kuşağı oluşturulması,
2. SDG’nin bir bölümünün terörle mücadele görevleri için korunması,
3. IŞİD’in geri dönmesini engellemek üzere Şam ile güvenlik iş birliği mekanizması kurulması.
ABD’nin hedefi, “SDG’nin operasyonel kapasitesini koruyarak entegrasyonu gerçekleştirmek” tir.
Ankara ise bu modeli kesin biçimde reddediyor ve şu şartları öne sürüyor: Sınırın tamamı SDG olmaksızın yalnızca Şam yönetimi tarafından kontrol edilmeli. Kürt güçleri tüm sınır hattından 30 kilometre derinliğe çekilmeli. Gerekirse Rusya tarafından eğitilmiş güçler bu bölgede konuşlandırılmalı.
Yeni durum ile ortaya çıkan bu anlaşmazlık şu sonuçları doğurdu: Her iki ülke de sınır için kendi ayrı güvenlik planlarını masaya koydu. Kuzey Suriye, iki aktörün en yoğun rekabet ettiği birincil güvenlik sahası hâline geldi.
Türkiye, SDG’nin resmî bir sınır gücüne dönüşmesinden endişe ediyor; ABD ise on yıl boyunca yatırım yaptığı yapının tamamen dağılmasından kaygı duyuyor.
Komuta, anayasa ve sınır güvenliği olmak üzere üç yeni alan, artık SDG entegrasyon sürecinde ABD ile Türkiye’nin en keskin biçimde karşı karşıya geldiği sahalardır.
Bu alanlar ne geçmiş yılların müzakerelerinde vardı ne de Suriye krizinin eski yapılarında gündeme gelmişti; ancak bugün, entegrasyonun hızını belirliyor, yeni ordunun şeklini etkiliyor ve Şam’ın davranışını doğrudan yönlendiriyor.
Bu sahalar, entegrasyonun artık “bir siyasî tartışma” olmaktan çıkıp “yaklaşımların fiilî çarpışmasına” dönüştüğünü ve yeni Suriye ordusunun geleceğini üç zıt senaryonun ortasında bıraktığını açıkça gösteriyor.
SDG’nin yeni Şam ordusuna entegrasyonu konusunda ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmazlık, basit bir güvenlik kaygısı ya da teknik bir farklılık değildir; Suriye’nin siyasî-askerî düzeninin geleceğini doğrudan şekillendiren stratejik ve yapısal bir ayrışmadır.
Washington için entegrasyon, savaş sonrası dönemin temel taşıdır. Bütünlüklü, güvenilebilir ve yeni devlet mimarisine ortak bir güç oluşturmak, SDG’nin konumunu kurumsallaştırmak ve Suriye’nin gelecekteki güvenlik mimarisinin üç sütunundan biri hâline getirmek istiyor.
Buna karşılık Türkiye, bu süreci bir varoluşsal tehdit olarak görüyor: SDG/YPG’nin yasallaşacağını, sınır hattı boyunca silahlı bir Kürt yapısının kurumsallaşacağını ve PKK çizgisinin bölgede devletleşme zemini bulacağını düşünüyor.
Bu iki yaklaşımın arasında kalan Şam ve Moskova ise ayrışmayı kendi etki alanlarını genişletmek için bir fırsat olarak değerlendiriyor.
Şam, yeni orduyu SDG’nin katkısı olmadan kuramayacağını biliyor; fakat aynı zamanda merkezî otoritenin zayıflamasına yol açacak bir “siyasal adem-i merkeziyetçiliğe” de izin vermek istemiyor.
Moskova ise güneye dönüş, arabuluculuk ve askerî varlık üzerinden hem ABD’nin tek taraflı modelini dengelemeye hem de Türkiye’nin rolünü sınırlamaya çalışıyor.
Sahadaki son gelişmeler — Rakka’nın doğusundaki saldırıdan Halep’teki Kürt mahallelerinin kuşatılmasına kadar — entegrasyonun yalnızca diplomatik değil, fiilî bir çatışma alanına dönüştüğünü gösteriyor.
Artık masadaki her anlaşmazlık hızla sahaya yansıyor ve yeni gerilimler üretme kapasitesine sahip.
Sonuç olarak, SDG entegrasyonu bugün üç farklı modelin karşı karşıya geldiği kritik bir aşamaya ulaşmış durumda:
• ABD’nin örgütsel ve bütünlüklü entegrasyon modeli,
• Türkiye’nin tasfiye ve silahsızlandırma merkezli modeli,
• Şam–Moskova’nın şartlı ve kontrollü modeli.
Bu üç model ortak bir zeminde buluşmadığı sürece, entegrasyon ne tamamen uygulanabilir ne de tamamen durdurulabilir; aksine, hem müzakere masasında hem de sahada uzayıp yıpratıcı bir “askıda süreç” yaratacaktır.
Tüm bu tablo, “ABD ile Türkiye arasındaki görünmez savaşın” bugün Suriye’nin en kritik güvenlik projesinin merkezinde yaşandığını ve önümüzdeki aylarda yeni Suriye ordusunun hangi temelde şekilleneceğini belirleyeceğini göstermektedir.