
YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Velid Şarara, geçmişte Arap rejimleri için ABD ittifakına açılan bir kapı olarak görülen "normalleşme" kavramının, günümüzde İsrail'in bölgesel tahakkümüne kayıtsız şartsız teslimiyet anlamına gelecek şekilde radikal bir dönüşüm geçirdiğini vurguluyor. Şarara, ABD'nin yeni stratejisinin, bölgeyi bir vekil güç olarak İsrail'e "ihale etmek" ve böylece kendi küresel önceliklerine odaklanmak üzerine kurulu olduğunu anımsatıyor. Ancak yazar, bu "sakar" ve saldırgan politikaların başarıya ulaşamayacağını; soykırım ve yıkım üzerine kurulu bir normalleşme hayalinin, tıpkı öncekiler gibi hüsranla sonuçlanacağını ifade ediyor.
Arap dünyasındaki yönetici elitler, Siyonist varlıkla barışı, yani Filistin'i gasp etmesinin ve orayı etnik olarak temizlemesinin meşruiyetini tanımayı ve onunla normal ilişkiler kurmayı, ABD ile ilişkilerini "İttifak" seviyesine yükseltmek için daima zorunlu bir geçit olarak gördü.
Enver Sedat, Camp David Anlaşmasını imzaladıktan sonra, Mısır'ın ABD müttefikleri kulübüne girişini ve Nasırcı dönemle, onun sabiteleri ve hedefleriyle tam bir kopuşu tescilleyerek 1970'lerin sonunda bu yaklaşımı başlattı.
Amerikan tek kutupluluğunun baskın olduğu 90'ların başında onun izinden giden herkes, aynı hedefi güdüyordu: Söz konusu kulübe "üyelik şerefine" nail olmak ve egemen imparatorluk merkezine sadakat karşılığında, bu üyeliğin yöneticilere sağladığı koruma ve iktidarda kalma garantisinden faydalanmak.
Arap yöneticilerin çoğunun bakış açısı buydu. İsrail'in perspektifinden ise o dönemde normalleşme, kendisini ve Arap ülkelerini içeren bütünleşik bir bölgesel sistem kurmak; tıpkı geçmişte uluslararası ölçekte Batı ile Güney ülkeleri arasında hakim olan iş bölümüne uygun şekilde, sermaye ve ucuz işgücü sağlayan bir "çevre" için kendisinin teknolojik ve ekonomik bir merkeze dönüşmesi demekti.
Şimon Peres, "Yeni Orta Doğu" kitabında bu vizyonu uzun uzadıya anlatarak İsrail'in komşuları üzerinde öncelikle tekno-ekonomik kapıdan tahakküm kurmaya çalıştığını ortaya koydu.
Ancak Arap devletlerinin çoğu o dönemde Tel Aviv'in "sıcak barış" önerilerini reddetti ve karşılığında "soğuk barış" olarak adlandırılan şeyi, yani İsrail'in ekonomik, teknolojik ve ardından stratejik tahakküm projesini kabul etmeden, 1967'de işgal edilen tüm Arap topraklarından çekilmesi karşılığında karşılıklı tanımayı sundu.
Bu ret, 1994'te, özellikle de iki başkan, Suriyeli Hafız Esed ve Mısırlı Hüsnü Mübarek ile Suudi Kralı Fahd bin Abdülaziz arasındaki İskenderiye zirvesinden sonra Suriye-Mısır-Suudi ekseninin oluşmasını sağladı.
Başka bir deyişle, Arapların bahsi geçen dönemdeki tutumu, kapsamlı bir normalleşme olmaksızın "barış"a onay vermekti.
Mart 2002'deki Beyrut zirvesinde ilan edilen "Arap Barış Girişimi", Arap rejimlerinin daha önce ilan ettikleri sabitelerden geri adım atma sürecinde yeni bir durak teşkil etti; zira bu rejimler, işgal altındaki Arap topraklarından tam İsrail çekilmesi karşılığında "kapsamlı normalleşme"yi kabul etti ancak İsrail tarafı bu "cömert" teklifi basitçe görmezden geldi.
Burada, 11 Eylül 2001 operasyonları sonrasındaki uluslararası bağlama ve Washington'ın bu taraflara yönelik kıyamet senaryoları ve büyük felaketlerle tehditler savurmasına ayrıntılı olarak geri dönmeye gerek yok.
Kısacası, "Arap Girişimi" temel olarak Amerikan rızasını kazanmayı, Washington'ın bölgesel ve küresel stratejisi çerçevesine sadakati ve entegrasyonu teyit etmeyi amaçlıyordu.
Normalleşmenin şu anki anlamı, önceki tarihsel aşamalardan kökten farklıdır. Amaç, ABD ile stratejik, askeri, iktisadi ve siyasi ittifakı teyit etmek değildir; çünkü bu durum, bazı Körfez ülkeleri için çoktan beri sağlam bir gerçeklik, Suriye'de mevcut yönetici ekibin zira gelmesiyle de bir vaka haline geldi.
Şu an bunlardan ve diğerlerinden istenen, İsrail'in ABD'nin bir vekili sıfatıyla bölge üzerindeki askeri ve stratejik tahakkümüne teslim olmalarıdır.
Şuna dikkat etmek gerekir ki, bu söylem, yani İsrail'in Orta Doğu tahakkümü, çok sayıda Amerikalı ve Batılı yetkili ile uzmanın siyasi söyleminde yaygınlaşmıştır; bunların sonuncusu, eski Fransız diplomat ve o ülkenin dışişleri bakanlığının entelektüel kutuplarından biri olan Gérard Araud'dur.
Araud, geçenlerde Fransız Radio Classique'e verdiği röportajda, İsrail'in "Orta Doğu'nun hegemonik gücü" haline geldiğini ve "yalnızca askeri operasyonlara aşırı başvurmakla yetinmeyip, bölgede istediği gelecek için siyasi tasavvurlar da önermesi gerektiğini" savundu.
Beyaz Saray'ın bu ayın 5'inde açıkladığı ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesi, Washington'ın artık bu bölgeyi öncelikler listesinin tepesine koymadığını; Direniş güçlerine karşı savaşın tamamlanmasının, bu güçlerin bitirilmesinin ve müttefiklerin İsrail'in "tamamlayıcı" tahakkümüne boyun eğmeye zorlanmasının ardından bölgenin İsrail'e ihale edilmesinin, İmparatorluğun hayati çıkarlarını garanti altına almaya ve diğer önceliklerine odaklanması için ona alan açmaya yeteceğine inandığını ortaya koydu.
Bu belgenin metni ve Donald Trump ile ekibinin dile getirdiği diğer pozisyonlar gösteriyor ki, tercihleri ve politikalarıyla dünyanın farklı yerlerindeki hasımlarıyla çatışmaları körükleyecek, geleneksel müttefikleriyle çelişkileri alevlendirecek sakar bir yönetimle karşı karşıyayız; bu da onların amaçlarına ulaşmasını engelleyecek.
Normalleşme, Lübnan'daki bazı ahmakların umduğu gibi soykırım, katliam ve yıkımın gölgesinde gerçekleşmeyecek ve önümüzdeki haftalar ile aylar, tıpkı aynı yoldan giden önceki liderlerinin umutlarının sönüp gitmesi gibi, onların da umutlarını ve hayallerini boşa çıkaracak gelişmelere sahne olacak.
Çeviri: YDH