Filistin’i kuşatan strateji: İsrail’le normalleşme

28 Aralık 2025

Joseph Massad, İsrail’le normalleşme politikalarının Filistinlileri kuşattığını ve İsrail’e cezasızlık alanı açtığını ifade etti.

YDH- Middle East Eye’de yayımlanan bir analizde Joseph Massad, ABD’nin Arap dünyasında İsrail’le “normalleşmeyi” Filistinlileri kuşatma ve dış destekten yoksun bırakma aracı olarak benimsediğini belirtti. Massad, Oslo’dan İbrahim Anlaşmaları’na uzanan normalleşme sürecinin Filistinlilere hak kazandırmadığını, aksine İsrail’in askeri saldırılarını, yerleşimci sömürgeciliğini ve cezasızlık ortamını güçlendirdiğini ifade etti. Analizde, “bölgesel istikrar” söylemine rağmen bu sürecin savaşlar, işgalin derinleşmesi ve Gazze’deki yıkımla sonuçlandığı vurgulandı.

***

Arap dünyasındaki temel ABD politikalarından biri, Filistinlileri sömürgeleştirenlerin müttefikleriyle kuşatmak ve onları her türlü dış destekten yoksun bırakmak amacıyla, tüm Arap ülkeleri ile İsrail arasında “normalleşme” ilişkilerini hayata geçirmektir.

Daha önce, 1993 tarihli 1’inci Oslo Anlaşması, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) bir kurtuluş hareketinden, Filistinlileri bu kez bizzat işgal altındaki topraklar içinde kuşatmak üzere İsrail işgalinin bir taşeronu haline dönüştürdü.

Bu kuşatma stratejisi, Filistin mücadelesini “bir kez ve sonsuza dek” bastırmayı amaçlıyordu. Ancak Filistin direnişi sürüp Ekim 2023’teki “Aksa Tufanı” operasyonuyla doruğa ulaştığında, strateji yeniden gözden geçirilmedi; aksine daha da hızlandırıldı.

2020’de İbrahim Anlaşmaları’nın ilan edilmesinden bu yana, normalleşme çabaları Arap devletlerinin ötesine geçerek, İsrail’le hiçbir zaman savaşmamış, ancak onunla diplomatik ilişkileri de bulunmayan Müslüman çoğunluklu ülkeleri de kapsayacak şekilde genişledi.

En son, kasım ayında Trump yönetimi, Kazakistan’ın anlaşmalara resmen katıldığını öne çıkardı; oysa ülke İsrail’le zaten “tam diplomatik ilişkilere” sahipti.

İsrail’le diplomatik ilişkisi bulunmayan Endonezya’nın da normalleşmeyi değerlendirdiği bildiriliyor.

Bu genişleme, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımın ardından birçok Arap girişiminin tıkanmasıyla eş zamanlı olarak gerçekleşti. Bunların başında Suudi Arabistan geliyor. Hatta Ağustos 2023’te Libya Dışişleri Bakanı’nın İtalya’da İsrailli mevkidaşıyla bir araya gelmesinin ardından başlayan süreç bile, Filistinlilere yönelik süregelen kitlesel katliam nedeniyle sürdürülemez hale geldi.

ABD’nin İsrail’le normalleşmeyi bölgesel bir strateji olarak benimsemesinden çok önce, bu yaklaşım zaten Siyonist bir strateji olarak formüle edilmişti.

1920’lerin başlarından itibaren Siyonist Örgüt, “Filistin Araplarından Siyonizm için bir onay almak imkânsızsa, bu onayın Suriye, Irak, Suudi Arabistan ve belki de Mısır Araplarından alınması gerektiği” varsayımıyla hareket ediyordu.

Bugün gelinen noktada İsraillilerin, yalnızca Filistinli liderlerden değil, Arap ve Müslüman dünyadaki liderlerden de bu tür bir onayı giderek daha fazla güvence altına aldığı görülüyor.

Siyonist örnekler

1920’lerde Revizyonist Siyonist lider Vladimir Jabotinsky, Arap tanınması arayışını yanlış yönlendirilmiş bir çaba olarak değerlendirmişti. Jabotinsky, Arap ülkelerinin Siyonizm’i yenme umutlarını ortadan kaldırmak için “Onlara en az bunun kadar değerli bir şey sunmamız gerekir. Sunabileceğimiz yalnızca iki şey vardır: para ya da siyasi destek veya her ikisi” diyordu.

Jabotinsky, Siyonistlerin yeterli mali kaynağa sahip olmadığı ve bu devletlerin, Siyonizm’in sağlayamayacağı türden anti-sömürgeci bir desteğe ihtiyaç duyduğu sonucuna vardı; çünkü “Britanya’nın Süveyş Kanalı ve Basra Körfezi’nden çıkarılması ya da Fransız ve İtalyan sömürge yönetimlerinin Arap topraklarından tasfiye edilmesi için entrika çeviremeyiz. Böyle bir ikili oyun hiçbir koşulda kabul edilemez.” diyordu.

Jabotinsky açıkça, Arap ülkelerinin anti-sömürgeci yöneticiler tarafından yönetildiği yanılgısı içindeydi; oysa bu ülkeler daha o dönemde bile Batı emperyalizmiyle işbirliği yapan yöneticiler tarafından yönetiliyordu. Fark edemediği şey, Siyonistlerin Arap ülkelerine gerçekten siyasi destek sunabileceğiydi; ancak bu destek, sömürgeciliğe karşı değil, monarşik rejimlerin tahtlarını korumak için emperyalizmin rolünü sürdürmek ve yoğunlaştırmak yönünde olacaktı.

1970’lerin sonlarından 2020’deki İbrahim Anlaşmaları’na kadar İsrail’le ilişkileri normalleştiren Arap ülkelerine ek olarak Libya tek örnek değildi; Irak ve Tunus’un da normalleşme amacıyla İsrail’le gizli görüşmeler yaptığı bildirildi.

Normalleşmenin sonuçları

Jabotinsky’den farklı olarak İsrailliler ve ABD Başkanı Donald Trump, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere Arap ülkeleriyle normalleşmenin kaçınılmazlığını kavramış durumda. Suudi Arabistan’ın İsrail’le sıcak ilişkileri henüz resmi diplomatik bağlara dönüşmüş olmasa da bu yöndeki beklenti sürüyor.

Arap dünyasındaki normalleşme yanlısı çevreler, İsrail’le diplomatik ve dostane ilişkilerin, Arap normalleştiricilerin Filistinlilere bazı haklar tanınması ve 1967’de işgal edilen topraklardan çekilme yönünde İsrail üzerinde baskı kurmasını sağlayacağını savunuyor. Ayrıca bu ilişkilerin bölgesel istikrar ve refah getireceğini öne sürüyorlar. Oysa son 50 yıllık normalleşme sicilinin felaketler, savaşlar, genişleyen sömürgeleştirme, direniş ve soykırım ürettiği gerçeği bu hayalleri sarsmış görünmüyor.

Normalleşmenin neler doğurduğuna dair kısa bir inceleme, bu tabloyu daha da karmaşık hale getiriyor. İlk örneklerden biri bizzat Filistinlilerle ilgiliydi. 1973 ile 1977 yılları arasında FKÖ, özellikle Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Avrupa’da İsrail Komünist Partisi üyeleri ve diğer solcu Siyonist İsraillilerle bir “diyalog” kurma amacıyla görüşmelere başladı. Bu dönemde FKÖ, Batı Şeria ve Gazze’de bir devlet kurulması ve “İsrail” toprakları üzerindeki her türlü iddiadan vazgeçilmesi dahil olmak üzere, İsrail hükümetiyle müzakere etmeye yönelik çeşitli gizli planlar sundu. Bu öneriler doğrudan dönemin İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin’e iletildi; Rabin bunları kesin bir dille reddetti ve İsraillilerin Filistinlilerle görüşmesini yasakladı.

FKÖ’nün önerdiği mini devletin ekonomik sürdürülebilirliği konusunda ise FKÖ Başkanı Yaser Arafat, daha 1975’te “Amilcar Cabral dünyanın en küçük ve en yoksul devletlerinden biri olan Gine-Bissau’da bağımsız bir devlet kuruyor. Güney Yemenliler de ülkelerindeki sefil koşullara rağmen kendi cumhuriyetlerini kurdular” diyerek savunma yapıyordu. “Tam kurtuluş” yerine “bağımsız devlet” arayışına yönelme, Filistin mücadelesinin doğasında köklü bir değişimi temsil ediyordu.

Ancak FKÖ, gelecekteki müzakerelere ve o dönem planlanan Cenevre Konferansı’na katılabilecek kadar “ılımlı” görülme umuduyla bu tavizleri verirken, Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat tarafından hazırlıksız yakalandı. Amerikan desteğiyle Sedat, Kasım 1977’de, Menachem Begin’in başbakan seçilmesi ve Likud’un iktidara gelmesinin ardından, İsrail’e doğrudan gitmeyi tercih etti; üstelik bu ziyaret öncesinde İsrailli liderlerle gizli müzakereler yürütmüştü.

Ayrı anlaşmalar

Sedat yalnızca İsrail’e gitmekle kalmadı, aynı zamanda İsrail parlamentosu Knesset’te, büyükelçiliklerin o dönemde İsrail’in Batı ya da Doğu Kudüs’ü ilhakını tanımamak için bulunduğu Tel Aviv yerine, İsrail işgali altındaki Kudüs’te konuşmayı kabul etti. Ne Filistinlilere ne de başka herhangi bir Arap lidere önceden haber verilmeden yapılan bu ziyaret, hem planlanan Cenevre barış konferansının eş başkanı olan Sovyetleri hem de Arap ülkelerini devre dışı bıraktı. Arap ülkeleri ve FKÖ, Sedat’ın bu girişimini İsrail’le ayrı bir uzlaşmanın önünü açmakla suçlayarak kınadı.

Ayrı anlaşmalarda ısrar, İsrail’in uzun süredir kullandığı bir stratejiydi ve Arap ülkelerinin çıkarlarını birbirine ve Filistinlilere karşı konumlandırmayı, kapsamlı bir bölgesel çözüm arayışının yerine koymayı amaçlıyordu. Sedat hızla FKÖ temsilcilerini Kahire’den çıkardı. Nisan 1979’da Arap Birliği Mısır’ı üyelikten çıkardı ve merkezini Kahire’den Tunus’a taşıdı. Ardından Arap ülkelerinin büyük çoğunluğu Mısır’la diplomatik ilişkilerini kesti.

Mısır’ın İsrail’e karşı askeri denklemden çıkarılmasıyla stratejik denge hızla değişti. Camp David çerçevesi Eylül 1978’de sonuçlanmadan ve Mart 1979’da Washington’da barış anlaşması imzalanmadan önce bile İsrail, Mart ayında Lübnan’a büyük bir saldırı başlattı. İsrail bu saldırıyı, Mısır ordusunun artık bir tehdit oluşturmadığını bilerek gerçekleştirdi.

İşgal, 4 binden fazla Filistinli ve Lübnanlı sivilin ölümüne ve 250 bin mültecinin güney Lübnan’dan kuzeye kaçmasına yol açtı. Ayrıca sınır boyunca Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Gücü’nün (UNIFIL) konuşlandırılmasına neden oldu. İsrail, Lübnan’da Sad Haddad gibi yerel işbirlikçilere dayandı; Haddad, İsrail’le ittifak yapan Güney Lübnan Ordusu’nu kurdu. İsrail güçleri kısmen çekilse de “güvenlik bölgesi” ilan ettiği bir şeridi işgal altında tutmaya devam etti. İsrail, 1982’de ikinci büyük işgali başlatmadan önce dört yıl boyunca FKÖ güçlerine saldırılarını sürdürdü ve bu işgal FKÖ’nün askeri kapasitesini fiilen yok etti.

Arap tavizleri

Camp David görüşmeleri Batı Şeria ve Gazze’nin geleceğini de ele aldı; her iki taraf da bunun ayrı bir anlaşma gerektirdiğini savundu. Sina konusunda ise Mart 1979 anlaşması, İsrail güçlerinin üç yıl içinde tamamen çekilmesini ve Yahudi yerleşimlerinin sökülmesini öngörüyordu. Yarımada askeri olarak silahsızlandırılacak, yalnızca Mısır polisi konuşlanabilecekti. Anlaşma ayrıca karşılıklı büyükelçilik açılmasını içeriyordu.

Batı Şeria ve Gazze için Camp David çerçevesi, Filistinlilere yalnızca sınırlı bir özerklik tanıyan, beş yıllık bir geçiş dönemi öngörüyordu. İsrail’in sunduğu bu özerklik, Siyonist Örgüt Başkanı Chaim Weizmann’ın 1930’da Filistinlilere verilebilecek “en fazla taviz” olarak tanımladığı şeyden öteye gitmiyordu. Siyonist tutumun on yıllar boyunca değişmediği açıkça görülüyordu.

Buna rağmen Mısır, kapsamlı bir Ortadoğu barışı hedefiyle müzakereleri sürdürdü; ancak bu süreç ne yeniden başlatıldı ne de sonuçlandırıldı ve sessizce rafa kaldırıldı. İsrail önerisi Filistin devleti, mültecilerin hakları ya da Kudüs’ün statüsüne dair hiçbir ifade içermiyordu. Kendi kaderini tayin hakkı özerkliğe indirgenmişti ve Begin, geçiş süresi sona erdiğinde toprakları ilhak etmeyi planladığını açıkça dile getiriyordu. Yerleşimler meselesi çözülmediği gibi Begin 1979’da yerleşim programını hızlandırarak demografiyi değiştirmeyi hedefledi.

Yeniden saldırılar

Camp David sonrası İsrail, Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’ü resmen ilhak etti; bu adım BM Güvenlik Konseyi’nin 478 sayılı kararıyla “geçersiz” ilan edildi. Aralık 1981’de Suriye’ye ait Golan Tepeleri de ilhak edildi ve bu da 497 sayılı kararla “geçersiz” sayıldı. Temmuz 1981’de BM arabuluculuğunda FKÖ ile İsrail arasında ateşkes sağlandı; FKÖ 11 ay boyunca ateşkesi ihlal etmezken İsrail defalarca ihlal etti.

Nisan 1982’de İsrail, hiçbir karşılık olmamasına rağmen Lübnan’ı bombalayarak 25 kişiyi öldürdü, 80 kişiyi yaraladı. Haftalar sonra ikinci bir saldırı 11 kişinin ölümüne yol açtı ve sınırlı bir FKÖ karşılığı geldi. Bu arada İsrail, Haziran 1981’de Irak’ın nükleer silah kapasitesi bulunmayan reaktörünü vurdu.

Bu örüntü devam etti. 1981’de Suudi Veliaht Prensi Fahd, 1967’de işgal edilen topraklardan çekilme ve Filistin devleti karşılığında Arap tanımasını öngören bir plan sundu. İsrail planı reddetti ancak bölgesel tanınma ihtimalini benimsedi. Bu gelişmeler İsrail’i 1982’de Lübnan’ı yeniden işgal etmeye cesaretlendirdi; yaklaşık 20 bin sivil öldürüldü ve yarım milyon mülteci oluştu.

Cezasızlık sağlanması

Bu çizgi günümüze kadar sürdü. 1993’te FKÖ, 1994’te Ürdün ile normalleşme sonrasında Filistinliler kendi halklarına karşı baskıcı bir aygıta dönüştü; İsrail ise işgalini yoğunlaştırdı. 2020 İbrahim Anlaşmaları da İsrail’e Filistinlilere karşı cezasızlık mesajı verdi. Bugünkü soykırım da bu ortamda gerçekleşti.

Tarihi sicil ortadayken, normalleşmenin barış ve istikrar getireceğine dair iddialar gerçeklikle bağdaşmıyor. İşbirliği ve normalleşmenin Filistin direnişini sona erdireceği düşüncesi, en az diğerleri kadar hayali çıktı.

Çeviri: YDH