Ak Parti’nin ılık devrimi

01 Ocak 1970

YDH- İran’ın Türkiye uzmanlarından Muhammed Hadi, Baztab adlı internet sitesinde yayımlanan bu yazısında 28 Şubat darbesinden Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine kadar geçen süre içerisinde AK Parti iktidarını, politikalarını Türkiye’de yaşanan değişimi değerlendiriyor.

YDH-İran’ın Türkiye uzmanlarından Muhammed Hadi, Baztab adlı internet sitesinde yayımlanan bu yazısında 28 Şubat darbesinden Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine kadar geçen süre içerisinde AK Parti iktidarını, politikalarını Türkiye’de yaşanan değişimi değerlendiriyor.

 

Ak Parti ve Ilık Devrim

 

Türkiye’de laik kesimin en temel aktörleri olan ordu, büyük sermaye grupları, medya ve üst düzey sivil bürokrasi, Necmeddin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’ni iktidardan uzaklaştıran 28 Şubat 1997 postmodern darbesinin mimarları olmuştu.

 

Dönemin Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in arka planda ama aktif bir şekilde rol aldığı 28 Şubat darbe sürecinde laik kesimin Erbakan iktidarıyla ilgili ortaya koyduğu görüşler şunlardı:

 

1-Refah Partisi, İslamcı bir partidir ve ülkedeki demokratik araçları kullanarak Türkiye’deki laik rejimi değiştirip yerine İslami bir yönetim kurmak istemektedir.

 

2-Refah Partisi’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel devrimlerle modern bir batılı devlet haline getirmek istediği Türkiye’nin yönünü Batı’dan ayırmaya ve İslam dünyası ile birleştirmeye yönelik bir programı bulunmaktadır.

 

3-Refah Partisi, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetle oluşturulan sivil ve askeri bürokrasiyi, sermaye sınıfını ve en önemlisi de devlete hakim olan laik zihniyeti değiştirmeyi, Türkiye’yi modern bir Batılı devlet olmaktan uzaklaştırmaya çalışan irticai sınıfın harekettir.

 

Laik kesime göre Refah Partisi’nin hiçbir şiddete başvurmadan önce belediye seçimlerini, ardından da parlamento seçimlerini kazanmasını, Erbakan’ın başbakan olmadan önce Avrupa Birliği, ABD ve İsrail konusundaki aleyhtar tutumunu ve başbakan olduktan sonra da ilk dış ziyaretini İran’a gerçekleştirmesini bu parti ile ilgili tespitlerinin delili olarak ortaya koyuyordu.

 

Öte yandan dini eğitim verilen imam hatip liselerinin üniversite sınavlarında ülkenin en seçkin okullarını geride bırakan dereceler elde etmesi, üniversitelerdeki başörtülü kız öğrencilerin sayısının artması, Anadolu’daki dindar sermaye sahiplerinin ülkedeki büyük laik sermaye grupları karşısında alternatif haline gelmeye başlaması, AB’ye karşı D-8’lerin kurulması ülkedeki laik kesimin kaygılarını arttıran gelişmeler olmuştu.

 

28 Şubat darbesi ile Refah Partisi’nin iktidardan uzaklaştırılması, ardından önce Refah Partisi’nin daha sonra da aynı partinin uzantısı olan Fazilet Partisi’nin Anayasa mahkemesi tarafından kapatılması, laik kesimlere rahat bir nefes aldırdığı gibi Fazilet Partisi’nin kapatılmasından sonra kurulan Saadet Partisi’nin içinde de görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına sebep oldu.

 

Necmeddin Erbakan liderliğindeki “Milli Görüş” adı verilen hareket, askeri darbeler ve kapatmalar sebebiyle 1970’lerde Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi, 1980’lerde Refah Partisi ve 1990’larda da Fazilet ve Saadet partisi adları altında bütünlüğünü koruyarak var olabilmişti.

 

Ama Fazilet Parti’nin kapatılmasından sonra Milli Görüş içerisinde yaşanan görüş farklılığı hareketin bölünmesine sebep olmuştu.

 

Ak parti’nin doğuşu

Milli Görüş hareketi içindeki başarılı ve sevilen genç kuşak, İstanbul Belediye Başkanlığındaki başarılı çalışmalarıyla tüm kesimlerin beğenisini ve takdirini kazanan Recep Tayyib Erdoğan’ın liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi adı altında yeni bir parti kurdu.

 

Başta ordu olmak üzere laik kesimler, Milli Görüş’ü zayıflatacağı düşüncesiyle yaşanan bölünmeden hoşnuttu. Çünkü Türkiye’de bölünen partilerin ana gövdesinin zayıfladığı, ayrılan parçanın ise ancak çok küçük bir grup olarak varlığını sürdürmeye çalıştığı bir siyasi gelenek mevcuttu.

 

Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi’ni etrafında toparlayabilecek tek isim olarak görülen Erdoğan da okuduğu bir şiir yüzünden hapse gönderilmiş ve siyaseten yasaklanmış biri durumundaydı.

 

Türkiye, Ak Parti’nin 3 Kasım 2002 yılında tek başına iktidar olduğu seçimlere böylesi bir zeminde girmişti.

 

Refah Partisi’nin askeri bir darbeyle görevden uzaklaştırılması, Kur’an kurslarının yasaklanması, imam hatip lisesi öğrencilerinin ilahiyat fakülteleri dışında hiçbir üniversiteye gidemeyecek hale getirilmesi, İlahiyat fakülteleri ve imam hatip liseleri de dahil olmak üzere başörtüsünün tüm özel ve devlet okullarında yasaklanması, ordunun dindar sermaye sahiplerini “yeşil sermaye” diye adlandırarak kara listeye alması, ordunun vesayeti altında kurulan Mesut Yılmaz ve Ecevit hükümetlerinin başarısız yönetimleri ve ülkenin büyük ekonomik bunalımların içine yuvarlanması, Erbakan’a siyasi yasak getirilmesi ve halkın “ordu Erbakan liderliğindeki hiçbir yönetime izin vermeyecektir” şeklinde bir kanaate ulaşması, İstanbul belediyesindeki başarılı yönetimiyle her kesimin takdirini kazanan Recep Tayyib Erdoğan’ı bir umut haline getirmişti.

 

Ak Parti iktidarında tehditleri fırsata dönüştürdü

 

3 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelen AK Parti’yi büyük sorunlar bekliyordu.

 

1-Ülkede binlerce iş yerinin kapanmasına sebep olan büyük bir ekonomik bunalım vardı.

2-Ordu ve diğer laik kesimler, ikinci bir “Milli Görüş tehdidi”ne karşı alarm durumdaydı.

3-Irak savaşı kapıdaydı ve Irak savaşıyla yaşanacak uluslar arası siyasi bunalım Türkiye’yi ve yeni yönetimi hem siyasi hem de ekonomik olarak ciddi bir şekilde tehdit ediyordu.

4-Ülkedeki seçim yasasından dolayı yüzde 10 barajını aşamayan birçok parti meclis dışında kalmıştı ve başta CHP olmak üzere laik kesimler AK Parti’nin yüzde 34 oyla tek başına iktidar olmasını azınlığın çoğunluğa sultası olarak nitelendiriyorlar ve hükümetin demokratik meşruiyetini tartışmaya açıyorlardı.

5-Türkiye’de 1980’deki Özal döneminden bu yana hep koalisyon hükümetleriyle önetilmişti ve hiçbir hükümet yasal süresini dolduramamış, sürekli olarak erken seçimlerle iktidarlar el değiştirmişti.

 

Ak Parti ve “kazan kazan” politikası

Ak Parti, 2002 seçimlerinden sonraki iktidar döneminde bütün bu tehditleri fırsata dönüştürmeyi başaran bir yönetim sergiledi.

 

Ekonomik alanda başarılı bir yönetim sergilendi ve üç rakamlı enflasyon oranlarını yaşayan Türk ekonomisi, AK Parti iktidarında tek rakamlı hale düşürüldü. Irak savaşı sırasında Türkiye’nin geleneksel stratejik müttefiki olarak nitelenen ABD ile ilişkiler iyi düzeyde tutuldu; ama ABD askerlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına izin verilmeyerek ve bölge ülkeleriyle ilişkiler geliştirilerek bu dengelenmeye çalışıldı.

 

Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin iktidar tecrübesinden dersler çıkaran Ak Parti, içeride laik kesimlere, dışarıda da ABD ve AB’ye güven veren, gerilimlerden uzak duran ama öngördüğü programı da uygulayan bir politika izleyerek tehditleri fırsata dönüştürdü.

 

Örneğin Erbakan’ın aksine Erdoğan, laik kesimlere “irtica” gerekçesi oluşturan “Milli Görüş” düşüncesini reddettiğini ve değiştiğini belirterek partinin ideolojisini “muhafazakar demokrat” olarak ortaya koydu. Muhafazakarlıkla toplumsal ve kültürel değerleri, demokratlıkla da modern Batılı değerleri sahiplendiğini ifade eden bu yeni profil, başörtüsü, Kur’an kursları ve imam hatip lisesi sorunları konusunda adım atmakta acele etmeyen uygulamalarla desteklendi.

 

Türkiye’de en az ordu kadar, üst düzey sivil bürokrasi (Yargıtay, Sayıştay, Yüksek Öğretim Kurumu, Anayasa Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu vb.) ve sermaye sınıfının da mevcut statükonun ayakları olduğunun bilincinde olan Ak Parti, ülkede gerçekleştirilecek değişimlerin ve reformların sadece siyasi güçle olmayacağının farkındaydı.

 

Bu çerçevede Ak Parti, Erbakan’ın aksine başta büyük sermaye çevreleri ve bunlara bağlı medya kuruluşlarıyla ilişkilerini son derece yakın tuttu.

 

Örneğin Ak parti iktidarında Koç grubunun 2002 yılında 244 milyon dolar olan faaliyet kârı 8.5 kat artarak 2 milyar doları aştı.

 

2002'de 110 ülkeye 1 milyar 400 milyon dolarlık ihracat gerçekleştiren Zorlu Grubu, 2006 yılını 5 milyar dolarlık ciro, 2 milyar 750 milyon dolarlık ihracat ile kapattı.

 

2001 yılında 11.5 milyar dolarlık satış geliri olan Sabancı Holding’in 2006 yılı toplam satışları yüzde 20 artarak 16.9 milyar YTL oldu.

 

Medya devi Doğan grubu 2002 yılında 108.5 milyon YTL olarak gerçekleşen net kârını yüzde 253 oranında arttırarak 383.3 milyon YTL'ye çıkarmıştı. 2003 yılında konsolide cirosu 6.2 milyar YTL olan Doğan Holding, 2005 yılında 9 milyar 804 milyon dolar (yaklaşık 12.7 milyar YTL) konsolide ciroya, 474 milyon dolar net kâra ulaştı.

 

Eczacıbaşı da son 4 yılda ciroyu dolar bazında yüzde 100, ihracatı da yüzde 120 artırdı.

 

Ak Parti, ülkede değişim ve reform yapmak istediğini gizlemiyor; ama bunu sistemin reddedemeyeceği “muhafazakar demokrat” ideolojiyle ve Avrupa Birliği kriterleriyle gerçekleştirmeyi vaat ediyordu.

 

Askeri hakimlerin bulunduğu ve siyasi suçlara bakan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, AB kriterleri çerçevesinde kaldırıldı. Daha önce askerlerden tayin edilen Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne sivil birinin atanması, AB kriterleri gerekçe gösterilerek gerçekleştirildi. Düşünce ve ifade suçları konusundaki iyileştirmeler, sivil toplum örgütlenmelerinin önündeki engeller, kısaca statükonun değiştirilmesinden rahatsız olduğu her şey AB’ye üyelik çerçevesinde hayata geçirildi.

 

Ak Parti, Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılı bir modern devlet olma hedefini referans göstererek AB kriterlerine uyum reformlarını hiçbir hükümetin cesaret edemediği bir cesaret ve kararlılıkla uygularken, statükoyu oluşturan ve Batıcılıkla modernliği şiar edinen çevreler, ironik bir şekilde Erbakan’ın söylemlerini hatırlatan milliyetçi bir söyleme tutunmaya başladılar. Örneğin emekli Hava Kuvvetleri Komutanı ve MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Türkiye’nin AB yerine Rusya, İran ve Çin ekseninde bir ittifak kurması gerekliliğinden söz edebilmişti.

 

ABD, İsrail ve AB ile ilişkileri Türkiye gerçekliği içinde bir faydacılıkla yürüten Ak Parti, komşu ülkelerle ilişkileri de benzersiz bir şekilde geliştirdi hatta seçim zaferinden sonra Hamas yetkililerini Ankara’ya davet ederek bağımsız rol arayışlarını bile denemekten geri durmadı.

 

Cumhurbaşkanlığı ve reformlar

Ak Parti’nin içeride gerçekleştirmeyi hedeflediği reformlar her ne kadar AB gibi bir dış destekle yürütülüyorsa da bu reformların önünde duran ve üyeleri cumhurbaşkanı tarafından atanan üst düzey sivil bürokrasinin varlığı ve direnci de bir gerçektir.

 

Örneğin çıkarılan yasalar, cumhurbaşkanından geçse bile Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilebilmekte, üyeleri cumhurbaşkanı tarafından atanan Yüksek öğrenim Kurulu, üniversitelerdeki (başta başörtüsü yasağı olmak üzere) reformları engelleyebilmektedir.

 

Türkiye’de başkomutanlık yetkisini de elinde bulunduran cumhurbaşkanının yetkileri sembolik gibi gözüküyor olsa da üst düzey sivil bürokrasiyi şekillendiren cumhurbaşkanlığı makamı, ülkedeki statükocu çevreler tarafından “irtica”nın tehdidinde olan son kale olarak görülüyordu.

 

Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin Ak Parti döneminde sona erecek olması ve “Atatürk’ün koltuğu” olarak nitelenen bu makama Ak Partili birinin geçecek olması, statükocu çevrelerin en büyük endişesiydi.

 

Daha önce hiçbir cumhurbaşkanı için öngörülmeyen (parlamentoda 367 milletvekilinin bulunması şartı) söz konusu edilerek erken seçime gidildi ise de seçimlerden yüzde 46.6 gibi büyük bir oy alarak zaferle çıkan AK Parti’nin cumhurbaşkanını seçmesi engellenemedi.

 

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilmesinin bir gün öncesinde bile Türkiye’nin laik yapısının saldırı altında olduğunu söyleyen Genelkurmay’ın ve diğer statükocu çevrelerin büyük bir yenilgi duygusu içinde oldukları biliniyor. Onların üzüntülerinin ve öfkelerinin yatışması için ne kadar bir süre gerektiği, büyük oranda Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olarak izleyeceği tutuma bağlı bulunuyor.

 

Eşi başörtülü olan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı ve başkomutan olarak askeri lojmanlara bile başörtülü girmeyi yasaklayan orduyla nasıl bir ilişki kuracağını zaman gösterecek. Bununla birlikte gerek Abdullah Gül’ün ve gerekse ak Parti’nin yeni süreçte yapacaklarına ve yapmayacaklarına ilişkin şu tahminlerde bulunabiliriz:

 

1-Üzüntüler ve öfkeler yatışıncaya kadar (muhtemelen bir yıl) birkaç ayrıntı dışında geleneksel tutum sürdürülecek ve güven verilecek.

2-Yönetimde izlenen zamana yayma, dengeyi gözetme ve yumuşak geçiş stratejisi cumhurbaşkanlığında da izlenecek ve muhtemel tahrikler etkisiz kılınacak.

3-Süreç içerisinde Cumhurbaşkanlığına bağlı kurumların (örneğin YÖK) yetkileri azaltılacak veya bu tür kurumlara yapılacak yeni atamalarla reformların önünün açılması sağlanacak.

4-Laiklik konusunda hassasiyet oluşturacak hiçbir radikal adım atılmayacak, bununla birlikte sivil özgürlükler çerçevesinde reformlar yapılacak.

5-Özgürlüklerin sınırlarını genişletecek sivil bir anayasa (Türkiye’de kurulduğu günden bu yana askerlerin hazırlattığı anayasalar yürürlükte olmuştur) hazırlanacak ve yeni anayasanın yarattığı hukuksal zeminde birbiriyle uyumlu olan parlamento, hükümet ve cumhurbaşkanlığı öngörülen ve şimdiye kadar ertelenen reformları yapmak için adımlar atacak.

6-Dış politikada ABD ile ilişkilerde ciddi bir değişikliğe gidilmeyecek; Kuzey Irak, Kerkük ve PKK sorunlarında ABD ile yaşanan görüş ayrılıklarının kabul edilebilir düzeylere çekilmesine çalışılacak.

7-ABD ile görüş ayrılığı yaşanan sorunların çözümü konusunda inisiyatif geliştirebilmek için bölge ülkeleriyle ilişkiler daha da geliştirilecek.

8-Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği Modern Batılı devlet olma hedefi bir şiar olarak AB ile ilişkilerin gerekçesi olarak sürdürülecek ve AB üyeliği süreci Türkiye içindeki reformların dinamiği olarak Ankara’nın dış politika önceliği olmaya devam edecek.

9-Türkiye’de Adnan Menderes’le başlayan, Turgut Özal’la devam eden Necmeddin Erbakan’la İslami bir vurgu kazanan değişim süreci, Ak Parti yönetimiyle içinde İslami tonları da barındıran liberal raya oturacak.

10-Bütün bu özellikleri dolayısıyla aslında ne İslamcıları ne de laikleri memnun etmeyecek olan Ak Parti’nin Türkiye’yi geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde değiştireceği söylenebilir.

 

Sonuç

Ak Parti devlet merkezinin soğuk su dolu kovasına birazcık sıcak su dökmüş oldu. Kuşkusuz bu su artık eskisi kadar soğuk değil, ama yine kuşkusuz halkın istediği kadar sıcak bir su da değil. Gelecek süreçte suyun ılınmasından rahatsızlık duyanlarla suyu daha fazla ısıtmak isteyenlerin mücadelesine tanık olacağız.

 

Binaenaleyh coğrafi açıdan söz konusu olan küresel ısınmanın siyasi açıdan da geçerli olduğu, dünyanın toplumları baskı ve dayatmalarla dondurmaya çalışan faşizm, nazizm, kemalizm ve baasçılık buzullarını eritecek kadar ısındığı da bir gerçek.

 

İki dönemlik Ak Parti iktidarının Türkiye’de bir devrim gerçekleştirdiği, Türkiye’nin istese de istemese de bu ılık devrim modelini büyük güçlerle ile ittifak ilişkisi içindeki rejimleriyle kendi halkının İslami taleplerini bastıran ve donduran Mısır, Fas, Tunus ve Cezayir’e ihraç edeceği söylenebilir.

 

http://www.baztab.com/news/74192.php