Filistin Sorunu ve Hamas’ın bölgesel ilişkileri
01 Ocak 1970
Filistin uzmanı Muhammed Cum’a, Hamas’ın bölgesel ilişkilerini üç süreçte ele almış; El Fetih-Hamas krizinin yakın geleceğine ilişkin öngörülerde bulunulmuştur.
YDH-Filistin uzmanı Muhammed Cum’a’nın Mısır’da yayınlanan Uluslararası Politika dergisi için kaleme aldığı makalede Hamas’ın bölgesel ilişkilerini üç süreçte ele alarak incelemiş; El Fetih-Hamas krizinin yakın geleceğine ilişkin öngörülerde bulunulmuştur.
Hamas Hareketi’nin iktidar ve yönetime gelmesi dış ilişkileri açısından bir geçiş dönemi olmuştur. Şüphesiz ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir hareketin dış ilişkileri ile devletler arası düzenli ilişki birbirinden farklıdır. Bunlardan birincisi için ilkelere göre hareket ve açıklamalarda bulunmak mümkünken ülkeler arası ilişkiler birçok kayda tabidir.
Hamas’ın iktidar tecrübesi, 90’lı yıllarda gelişen Filistin dış politkasına birtakım değişikliklerin yaşanmasını da beraberinde getirdi. Hamas, ABD-Filistin ilişkilerini son vermek yahut gerginlik yaratmak istemiyordu. Hamas, dış ilişkilerin çeşitlendirilmesi; böylelikle ABD ile ilişkilerde daha fazla pazarlık gücüne sahip olunması taraftarıydı.
Bunun anlamı; Filistin Dış politika mekanizmasının uluslarası ilişkilerini etkinleştirmek zorunda olduğuydu. Özellikle Çin, Hindistan gibi Asyalı; Venezüella, Bolivya, Küba gibi Latin Amerika’lı; Güney Afrika ve Nijerya gibi Afrika’lı ülkelerle ilişkiler kurulmalıydı.
Ancak Hamas, bu uluslararası ilişkilerin önemine rağmen henüz hazır değil gibiydi. Bu uluslararası güçlerden faydalanacak şekilde henüz ilişki ve ittifaklar haritasına dair bir tasavvura sahip değildi.
Hamas bu durumun aksine yönetime gelir gelmez Arap ve İslam ülkeleriyle ilişkilerde daha fazla tecrübeye sahip olduğunu düşünerek Filistin davasının Arap ve İslami uzantısını derinleştirmeye çalıştı. Nitekim Hareket liderlerinin dış ziyaretlerinin Arap ve İslam ülkelerini önemsemelerinde bunu net olarak görebiliyoruz: Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Katar, Libya, Sudan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Amman, Yemen ile Türkiye ve İran. Hareket, bu ziyaretleri parlamento seçimlerini kazandıktan kısa bir süre sonra gerçekleştirdi.
Ayrıca parlamento seçimlerinin ilan edildiği süreçten Gazze’yi askeri olarak ele geçirdiği ve sonraki dönemi içine alan süreçte Hamas’ın Arap ve bölgesel dış politikası aynı düzeyde olmadı. Sürece göre bu ilişkinin düzeyi değişti. Bu bakımdan Hamas’ın ilişkilerini üç aşamada ele alabiliriz. Bunlardan birincisi Mart 2006’dan Mart 2007’e kadar süren Hamas hükümeti dönemi. İkincisi Ulusal Birlik Hükümeti ki bu da Mart 2007’den Ağustos 2007’ye kadar uzanan süreç. Üçüncüsü ise Gazze’yi askeri olarak kontrol altına aldığı günden bugüne kadar uzanan süreç.
1. Aşama: Hamas Hükümeti Dönemi
İsmail Haniye’nin hükümet kurulması için yaptığı görüşmelerde Hamas’ın kendisine destek güç aradığı açıktı. Özellikle de Amerika’nın, Avrupalıların ve İsraril’in Filistin halkına yönelik kuşatma uygulayacağına dair tehditler savurduğu şartlarda... Bu nedenle hareket liderleri 11 Arap devletini kapsayan dış ülkeler turu başlattı. Bu tur Türkiye ve İran’ı da kapsadı. Bu ziyaretler, Hamas’ın Arap ve İslami ülkelerden (resmi ve sivil) ekonomik destek arayışını ifade ediyordu.
Filistin politikasının karar mekanizmasındaki değişiklik hem Hamas’a hem de ilgili Arap ülkelerine belirli konuları yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılmıştı. Bu nedenle Hamas, Arap ülkeleriyle ilişkileri donduramaz yahut askıya alamazdı. Birtakım gelişmeler karşılıklı görüş alış verişinde bulunmayı dahi kaçınılmaz hale getirmişti. Belki de kısmi ve geçici olarak karşılıklı görüş kabulünü de beraberinde getirmişti.
Ancak Hamas’ın Arap rejimlerine açılmasında bazı problemler de bulunuyordu. Bunların başında da sözkonusu rejimlerin birtakım sınırlamalara, iç ve dış etkenlere boyun eğiyor olmasıydı. Bunlardan bazıları Arap rejimlerinin İsrail’le barış sürecini stratejik seçenek olarak kabul etmeleri; Amerika’nın “terörle mücadele” adı altında siyasal İslam’a ve genel olarak direniş hareketlerine karşı yürüttüğü kampanyaları desteklemeleriydi. Ayrıca bazı Arap rejimleri Hamas Hareketi’yle ilişkilerinde Hamas’ın kökenini oluşturan Müslüman Kardeşler Örgütü’yle mücadeleleri bağlamından kopamıyordu.
Barış seçeneği resmi bir uzlaşma olmasına rağmen Hamas Arapların İsrail’le barış eğilimine karşı duruyordu. Bu nedenle birçok Arap başkenti Hamas’a sıcak yaklaşmışyordu. Ancak bu düşüncelerini de gizlemekten de geri kalmıyorlardı.
Hamas da Arap ülkelerini kendisine karşı gizli açık tavırların farkındaydı. Aynı zamanda da Arap ülkelerinin Filistin politikalarının belirlenmesindeki etkisinin de farkındaydı. Arap ülkeleri uluslararası yasallığı kazandırma yahut çekme imkanına sahipti. Bu nedenle Hamas bu ülkelerle işbirliğine gidiyordu. Bu nedenle hikmetli bir yol izleyen örgüt, Arap ülkelerinden yerine getiremeyeceklerini birşey istemeye kalkmadı. Belki de örgüt bu yüzden Arapların İsrail ve Amerika’nın kuşatma direktiflerini uygulamalarına tepki göstermedi. Hamas diplomasisi bu tavrı teşhir etmekten kaçındı; Arap halklarının kendisine sempati beslediğini bilmesine rağmen karşıt bir kamuoyu propagandası yapmadı.
Hamas aynı tavrı bazı Arap ülkelerinin Hamas’la kriz çıkarmaya kalktığı zaman da gösterdi. Bazı bölgesel güçler Hamas’ın hem Mısır hem de Ürdün’le arasını bozmaya çalışıyorlardı. Ancak Hamas bu sorunları usulca çözdü. İşi medya cephesinde tırmandırmaya kalkışmadı. “Hamas hücreleri” skandalında bu açıkça görüldü. Ürdünlü yetkililer, Hamas’ı ülkeye silah sokmak suretiyle Ürdün’ü tehlikeye atmayla suçluyorlardı. İkinci olay da Mısır İçişleri Bakanlığı’nın ikisi Hamas örgütüne mensup olan dört Filistinliyi Sina’daki 4 Nisan 2006 tarihli “Dehb” patlamalarına karışmayla suçlamasıyla gelişti.
İlk krizde Hamas suçlamayı yalanlamayla yetindi. Krizi büyütecek şekilde herhangi bir medyatik tırmandırmaya başvurmadı. Filistin Başbakanı İsmail Haniye, bazı arabulucular sayesinde Ürdün Kralı’ndan meseleye şahsen karışmasını istedi. Haniye, beraberindeki bir heyetle birlikte Gazze’de bulunan Ürdün temsilciliğine gitti. Gazze’deki iki Ürdünlü diplomata yapılan tehditleri kınadı.
İkinci krizde Hamas İçişleri Bakanı Said Sıyam’ı Kahire’ye gönderdi. Sıyam, Kahire’de Mısır İstihbarat Şefi Ömer Süleyman ve içişleri bakanı Habip El Adili’yle görüştü ve sorunu çözme sözü verdi.
Hamas, her iki sorunda da “kızgınlığını yutma” örnekliği göstedi ve seçim sonrası kazandığı konumunu görmezden gelenlere karşı sabırlı davrandı. Buna karşın bazı Arap ülkeleri Hamas’a yönelik ambargoda o kadar ileri gitmişlerdi ki Amerika’nın direktifleri doğrultusunda her türlü mali ve siyasi ilişkiyi koparmışlardı.
Hamas Hükümeti’nin siyasi ve ekonomik olarak kuşatılması Hamas’ı doğal olarak İran İslam Cumhuriyeti’ne yöneltti. Hamas, kendisine dönük ekonomik kuşatmanın etkilerini azaltmak üzere maddi destek istedi. Ancak İran’ın bölgesel nüfuzunun artması, bazı Arap ülkelerinin “Şii Hilali”nden söz etmesi, İran’ın nükleer programı ekseninde beliren ABD-İran gerginliği bölgeyi sanki iki eksende toplamıştı: ABD’nin tanımlamasına göre bu ılımlılar ekseni ile radikaller ekseniydi. İsrail’in Lübnan’a savaş açması bu kutuplaşmanın başlangıcı olmasa bile bu savaş kamplar arasındaki kutuplaşmayı çok daha ileri boyutlara taşıdı. İşte bu sırada kimileri Hamas’ın İran ilişkisine karşı mücadele yürüttü; bu sırada Hamas, İran-Suriye ekseninde addediliyordu.
Bu noktada Hamas’ın bir tek İslami Cihad Hareketi’nin Tel Aviv’de düzenlediği “istişhadi” eylem noktasındaki tavrını istisna sayabiliriz. Hamas, eylemi “meşrulaştırma ve pazarlama”da o kadar ileri gitti ki bu eylemin hedeflerinin kendisine zarar vereceğini hesaplamadı. Bu durum, bölgedeki gerginliğin tırmanmasını isteyen “İran-Suriye” ekseninin talebine uygundu. Bunun dışında Hamas her iki eksenden de ayrı özelliklere sahip olduğunu başarıyla ortaya koydu. Bu Hamas’ın yönetime gelmeden önce de izlediği bir politikaydı. “Dostlarını artır; düşmanlarını azalt; her türlü siyasi, mezhebi ve bölgesel kutuplaşmadan kaçın” Hamas bu şekilde herkese eşit mesafede kalmayı başarıyordu. Böylece Arapların sorun ve problemlerine karşı dengeli bir tavır takınabiliyordu. Hamas’ın bu tavrı 90’lı yılların başında Irak’ın Kuveyt savaşı sırasında, Lübnan ve Irak’taki iç çatışmalarda da görülmüştü. Hamas, Sünni-Şii geriliminden de Arap ülkeleri arasındaki sınır sorunlarından da kaçınıyordu.
Hamas, iktidara geldikten sonra Suriye’nin kendisini dış etkenlere karşı kullanması noktasında daha da bilinçli bir hale gelmişti. Hamas, Filistin içerisindeki etkinliğini koruyabilmek için Arap çevrelerin desteğini kesecek herhangi bir bölgesel kartı oynamanın tehlikeli olacağını görüyordu. Şu da vardı ki Suriye ve İran, Hamas’ı bölgesel nüfuzlarını artırmak için ne kadar kullanmaya kalkıyorsa Mısır ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleri de bu ilişkiyi koparmaya çalışıyorlardı.Hamas bu duruma dikkat ediyor ve ilişkileri gerçekçi bir biçimde ele alıyordu.
2. Aşama: Ulusal Birlik Hükümeti ve Arap açılımı
Hamas’ın izlediği reel politika Arap ülkelerinden uzaklaşmama çabalarında kendisini göstedi ve Mekke İttifakı imzalandı. Buna göre bir Filistin Ulusal Birlik Hükümeti kuruldu. Bu da Arap ülkelerinin nispi suretle Hamas’ın izlediği politikalara karşı rahat nefes almasını sağladı. Hamas da bu şekilde kendisine uygulanan kuşatmayı aralamaya çalışıyordu. Aynı zamanda Washington ve Tel Aviv çıkarlarına karşı değişen bölgesel dengeler uyarınca Mısır ve Suudi Arabistan’ın yeni şartlar ışığında Filistin sorununu sahiplenebileceğini düşünüyordu.
Sözkonus nedenlerle Arap Filistin görüşmeleri gündeminin başına Filistin’e yönelik ambargonun kaldırılması alınmıştı. Aynı zamanda Hamas tüm Arap ülkeleri tarafından desteklenen bir yasallığa kavuşmuştu. Bu da Hamas’a bölgesel bir aktör olma özellikliği kazandıracak önemli bir gelişmeydi. Yine Hamas, bu anlaşmayla yönetim konusunda El Fetih’e ortak olduğunu ispatlamış oluyordu. Artık Hamas Filistin sokağının değil Filistin yönetiminin ve karar mekanizmasının ayrılmaz bir parçası olmuştu.
Ancak Arapların izlediği adımlar olumsuz yönde gelişti. Oysa Hamas yeni bir yol yaratacak iç bölünmeyi ve dış müdahaleleri engelleyebileceğini düşünüyordu. Araplar Olmert hükümeti ve Bush yönetimine baskı yapacakları yere Arap Barış İnisiyatifi’ni gündeme getirdiler. Araplar, Filistin’e uygulanan ambargoyu kaldırmayı dahi başaramamıştı.
İşte bu noktada Hamas’ın kendi içerisinde verilen tavizlerin boşa gidip gitmediği tartışılmaya başladı. Mekke İttifakı’nın eksikleri Kahire’de görüşülmeye başladı. Ancak Gazze’deki askeri çözüm Hamas’ın Kahire görüşmelerini bir taktik olarak gördüğü ve zaman kazanmaya çalıştığını ortaya koydu. Hamas, çoktan inisiyatifi ele alıp Gazze’ye ele geçirmeyi planlamıştı.
3. Aşama: Gazze’de askeri çözüm
8-14 Ağustos 2007 tarihleri arasınad Hamas’ın yaptıkları asla “yasallığa karşı darbe” olarak değerlendirilemez. Zira Filistin’de anayasal ve siyasal yassalık hem devlet başkanı hem de parlamentodadır.
Hamas’ın Gazze’de yaptığı iki güvenlik gücüyle yaşanan sorunu askeri olarak sona erdirmekten başka bir şey değildi: Bunlar istihbarat ve polis güçleriydi. Tam olarak yönetimle kozlar paylaşılmıyordu. Tabi bu noktada Filistin yönetiminin sadece bu güçlerden oluşmadığına dikkat etmemiz önemlidir.
Hamas’ın güvenlik güçlerine karşı gerçekleştirdiği çözümün gerekçeleri tartışılabilir. Ancak bu güvenlik güçlerinin de bağımsız yapılara dönüştüğünü de görmemiz gerekiyor. Bu noktada Filistin içerisindeki sorunu çözebilecek tüm anlaşmalar başarısız olmuştu. Bunlar Kahire İttifakı, Ulusal UzlaşmA Belgesi ve Ulusal Birlik Hükümeti’nin programına kadar uzanıyordu. Anlaşma gereği Filistin Hükümeti makamları, kimliğine bakılmaksızın yönetime uyacaklardı.
Ancak Hamas’ın Gazze Savaşı’nı sona erdirme kararı alırken Arap ve İslam ülkelerinin tepkisini gözden kaçırdığı bir gerçekti. Bu kararın, olgun karşılanmayan, hareketin genel sukunet çizgisiyle uyuşmayan ve provakasyona kapılan bir niteliği vardı.
Gazze olayları ve devam eden gelişmeler Arap ülkelerinin Hamas’a yaklaşımını olumsuz etkiledi. Arap başkentlerinde Hamas’a dönük korkular yeniden canlandı. Sanki Hamas biri “açık” diğeri “gizli” çift yönlü çalışıyor gibiydi. Kahire’de pazarlık yapıyor; El Fetih içindeki bir gruptan şikayet ediyor ve bu grubu hükümetin programını baltalamayla suçluyorken Kahire’nin arabuluculuğunun sonuçlarını beklemeden Gazze’de ipleri ele alma planı yaptığı görülüyordu.
Kahire’nin aldatmaya varan bu çift yönlü hareket konusunda Hamas’a karşı tavrının değişmemesi kolay değildi. Ayrıca Arap başkentlerinde bazı selefi cihadi hareketlerin uyguladığı şiddete karşı çekimserlik vardı. Şimdi bu çekimserlik Hamas’ı da içine alacak şekilde genişlemişti. İşte bu sırada “Gölgeciler, Hamasistan” gibi ifadeler medyada belirmeye başladı. Siyasetçiler Gazze’yi yeni bir Afganistan olarak niteliyordu. Uluslararası toplum Hamasistan’a, Filistin’in El Kaide’sine karşı uyarılıyordu. Mısır’ın ulusal güvenliği hatta dünya barışiı ve güvenliği tehdit altındaydı.
Evet, Hamas liderlerinin Gazze ele geçirilirkenki açıklamaları dengeliydi. Ancak bazı Hamas üyelerinin eylemleri liderlerin sözlerinin etkisini zayıflattı. Sonuçta istenenin tersine sonuçlara ulaşıldı.
Gazze’nin siyasi ve toplumsal verilerine göre Hamas’ın darbe yapmayı amaçlamadığı gözükse de Hamas’ın verdiği mesajlar siyasi ve medyatik cephede yeterli değildi.
Siyasi olarak belki de Hamas ilgili Arap ülkeleriyle yeteri kadar bağlantı kuramamıştı. Özellikle de Mısır ve Suudi Arabistan’la. Bu noktada gerçek açıklanmalı; yeterli gerekçeler beyan edilmeliydi. Belki de bu bağlantılarda El Fetih içerisindeki “bozguncu” gruba karşı olan diğer kanata aracı rolü verilmeliydi.
Medyatik olaraksa Hamas hareketine bağlı olan “El Aksa” televizyonu gelişmeyi aktarırken farklı bir felsefe izlemeliydi. Oysa “El Aksa” duyguları kışkırtmamalı; güç gösterisini ifade eden manzaraları vermekten kaçınmalıydı.
İşin garip yani medya organlarında intikama teşvik edici ve tepki yaratıcı tüm görüntülerin El Aksa logolu olmasıydı. Bu görüntüler Hamas karşıtı medyadan aktarılmıyordu. Bu da Hamas’ın askeri kararının yanı sıra medya cephesinde belli bir stratejinin uygulamadığını gösteriyordu.Oysa bazen askeri bir hareketin, uluslarası tepkiden çok daha az öneme sahip olduğu görülmeliydi.
Buna karşın Arap ülkelerinin Hamas’a yeni bir fırsat verebileceği gerçeğini gizleyemez. Arapların kızgnlığı sönmeye başlamış; zira bu çevreler Hamas’ı Filistin siyaset sahasından çıkaramayacaklarını anlamışlardır.
Belki de Suudi Arabistan Kralı Abdullah ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Temmuz 2007 tarihinde gerçekleştirecekleri görüşme bu yüzden ertelenmiştir. Zira Araplar, “Ebu Mazin”in El Fetih içerisindeki radikal kanadın peşine takılıp, Amerika, Avrupa ve İsrail’in yardım sözlerine dalmasından hoşnut değillerdi.
“Ilımlı Arap” ekseni Gazze olayları sonrası Filistin Devlet Başkanı’nı ve yasallığını desteklese de; Hamas’ın Gazze’yi ele geçirerek bu yasallığa karşı çıktığına ilan etse de El Fetih içerisindeki bir grubun da Filistin dosyasını kaosa sürüklediğine inanmaktadır. Nitekim bu ekip Mekke İttifakı sonrası kendisini belli etmiş; Arap başkentlerini dinlememiş; Amerikan-İsrail parasıyla dönen bir tür güvenlik şirketi olduğunu kanıtlamıştır.
Bu okumadan yola çıkarsak Arapların Hamas’a bir “özür” kapısı bıraktığını görebiliriz. Nitekim Mısır lideri Hüsnü Mübarek, Temmuz 2007’de düzenlenen Şarm Eş Şeyh Zirvesi sonrası “Gerçekleri Ortaya Çıkarma Komisyonu” kurulacağını süpriz bir biçimde ilan etti. Mısır lideri, krizin çözümü için Filistinli gruplara da diyalog çağrısı yaptı.
Abbas ise tüm diyalog çağrılarını reddederek ve Arapların isteklerine sırtını çevirerek Amerikan-İsrail politikasını yürütme konusunda ısrar etmiştir. Hamas ile diyalogu reddeden bu yaklaşım Hamas’ı Filistin politik sahasından çıkarmayı hedeflemektedir. Ancak bu bakış açısı sorunludur. Zira Arap ülkeleri Hamas’ın bu şekilde köşeye sıkıştırılıp ekonomik ve güvenlik bakımdan daraltılmasına karşıdır. Çünkü bu senaryo “Ilımlı Arap ülkeleri” için şu zamanda en fazla kaçınmaya çalıştıkları bir güvenlik sorununu beraberinde getirecektir. Zira Abbas’ın radikal politikası Batı Şeria’da da bir patlamaya ve taraflar arası bir çatışmaya yol açabilir. Bu durumdan en fazla çekinen ise Ürdün’dür. Öte yandan Hamas’a dönük baskılar bölgede bir boşluk yaratabilir ki bu boşluk El Kaide’nin Filistin’de örgütlenmesine imkan verebilir. Bu da Suudi Arabistan ve Mısır’ın hiç de istemeyeceği bir gelişme olur.
Yine Arap ülkelerinin Gazze kuşatmasını tasvip etmediklerini de söyleyebiliriz. Zira bu konunun hem toplumsal baskı hem de ahlaki ilkeler açısından sorunları var. “Ilımlı Arap” ekseni de bu noktada kaygılılar. Yine Hamas’ın olumlu diyalog çağrıları, Ebu Mazin’in yasallığını kabul etmesi bu ülkelere göre Hamas’ı İran ve nükleer programı sorunsalından çıkarmak için bir fırsat olarak görülüyor.
Şu halde genel durum orta vadede “Ilımlı Arap ülkelerinin” çıkarları uyarınca Filistin yönetimine diyalog yönünde baskı yapmasıyla sonuçlanacaktır. Ayrıca gelişmeler fırsat bilinerek El Fetih, Hamas nüfuzuna karşı koyaiblecek şekilde yeniden örgütlendirilecektir. Ancak tüm bunlar sessizce gerçekleştirilecek ve yeni bir kaosa izin verilmeyecektir.
Çeviri: Yakındoğuhaber