YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah Dünya Kudüs Günü münasebetiyle Beyrut’un güneyinde bir konuşma yaptı. Nasrullah konuşmasında şunları söyledi:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Peygamberimize, onun ehli beytine, seçilmiş arkadaşlarına ve Allah'ın gönderdiği bütün elci ve habercilere salât ve selam olsun.
Burada bulunan kardeşlerim Allah'ın selamı ve selameti sizinle olsun.
Aziz olan Allah yüce kitabında Firavun ve Beni İsrail'den bahsederken şöyle buyuruyor;
فاراد ان يستفزّهم من الارض فاغرقناه ومن معه جميعا وقلنا من بعده لبني إسرائيل اسكنوا الارض فاذا جاء وعد الاخرة جئنا بكم لفيفا
Buradaki “vaadu’l ahira” kıyamet günü anlamında değil İsrail Oğulları için ikinci bir yerleşme vaadini ifade etmektedir. Yine İsra suresinin başlarında başka bir kelime kullanılmaktadır.
فاذا جاء وعد الاخرة ليسؤوا وجوهكم وليدخلوا المسجد كما دخلوه اول مرة وليتبروا ما علوا تتبيرا
Aziz olan Allah doğru söyler.
Allah'a şükürler olsun ki İslam ümmetinin bu nesli İsraillilerin yüzlerinin karadığına ve Beyti Makdis'in ele geçirildiğine şahit olacak.
Aziz kardeşlerim, İmam Humeyni'nin Kudüs Günü'nü ilan ettiği günden bu yan otuz yıl geçti ve Kudüs Günü o günden beri canlılığını korumaktadır ve Kudüs Günü'ne o büyük İmam'ın halifesi ve emanetinin koruyucusu İmam Hamenei sürekli destek vermektedir. Aynı şekilde Arap ve Müslüman halkları Kudüs'e Filistin'e ve Filistin halkına imanla ve sevgiyle arka çıkmaktalar. Kudüs Günü ilan edildiği günden bu yana aradan gecen yıllar boyunca aynı anlamları teyit etmiş, kökleştirmiş, derinleştirmiştir. Bu gece burada o anlamlara değinmek istiyorum.
Kudüs Günü'nün ana hedefi Filistin meselesinin ve Kudüs meselesinin canlı tutulmasını sağlamaktır. Çünkü Kudüs meselesi uzun yıllar boyunca ve halen daha unutturulmaya ve tasfiye edilmeye ve yok sayılmaya çalışılan bir meseledir. Kudüs Günü, bu meselenin öyle unutulacak bir mesele olmadığını, bilakis bu meselenin ümmetin temel meselesi olduğunu, bu gününü yarınını, varlığını, dinini, imanını ve varlığını ilgilendiren bir mesele olduğunu hatırlatmak için vardır.
Kudüs Günü yıkıntılar arasında oturup işgale ağlama günü değil, bu meseleyi aklarlımızda, kalplerimizde, vicdanlarımızda canlı tutma, azim ve irade ile çalışma günüdür.
Kudüs Günü Müslümanların ibadetlerinin ve namazlarının zirvesinde oldukları dünyadan sıyrılıp Allah'a yöneldikleri bu günlerde onlar için şu anlamları ifade etmektedir. Müslümanlar geçtiğimiz asırda düşmanları tarafından işgal edilen ve onların eline düşen mukaddesatlarını hatırlamakta ve bu ihanetin hacmini görmekteler.
Müslümanların bu gün bir avuç ırkçı Siyonist'in eliyle mukaddesatlarının nasıl çiğnendiğini ve bu devam eden işgalin Müslümanlara yönelik en büyük ihanet olduğunu görmeleri gerekmektedir. Namaz ve orucun derinliklerinden çıkan ikinci mesaj ise Müslümanların Filistin'e ve Filistin halkına karşı, dini, vicdani ve hukuki sorumluluklarıdır.
Aynı şekilde Kudüs Günü'nün vurguladığı bir diğer anlam da Kudüs'ün Filistin halkının Arap halkının ve Müslüman halkların olduğudur. Hiç kimse bizden bu topraklardan vazgeçmemizi bir taşından bile vazgeçmememizi isteyemez. Çünkü bu topraklar kutsaldır, taşı kutsaldır, zeytini kutsaldır, bütün her köşesi kutsaldır yani orada olan her şey kutsaldır. Hiç kimse Kudüs'ten vazgeçme hakkına sahip değildir ve bu toprakların eksiksiz olarak sahiplerine teslim edilmesi gerekmektedir.
Kudüs Günü'ndeki bütün bu anlamlar İmam'ın düzeltmeye çalıştığı bir yanlışı düzletmeye yardımcı olmaktadır. Bu yanlış İsrail'in dünyaya hâkim olduğu yönündeki hâkim kanıdır. İsrail'in dünyaya hâkim olduğu ve Amerika'ya hâkim olduğu yönündeki kanı yanlış bir kanıdır.
Elbette biz Yahudi lobilerinin siyasete etkilerini inkâr ediyor değiliz. Fakat gerçek olan şudur ki; İsrail, İngiltere ve müttefiklerinin bölgedeki politikalarının bir aracıdır ve Amerika daha sonra bu geleneği devralmış ve İsrail ile aynı minvalde ilişkiler kurmuştur.
Yani İsrail burada özgürlüğümüze ve ülkelerimize hükmetmek isteyen Amerikan ve Batı emperyalizminin bölgedeki bir aracıdır. Biz bunu iyice idrak ettiğimizde şunu iyice kavrayacağız; ülkelerimizi kurtarmanın yolu Amerika'ya, Batılılara, İsrail'i bölgemizde hedeflerine ulaşmak için var edenlere tevessül etmek değil.
Ya da ülkemizi kurtarmanın Lübnanlıların 2006 Temmuz’unda hedeflerini çıkmaza soktuğu Yeni Ortadoğu Projesi’ni çizenlere tevessül etmek değil. Ülkelerimizi kurtarmamızın, Filistin halkını kurtarmanın yolu direnişten geçiyor. Bölge halkının hedefleri uğruna kurban vermesinden geçiyor. Ancak bu şekilde bu halk kendi iradesini bu görevlendirilmiş oluşuma dayatabilir.
Kudüs Günü'nün bize hatırlattığı anlamalardan birisi de İsrail'in sadece Filistin halkının düşmanı olmadığıdır. İsrail Lübnanlıların, Arap halklarının ve Müslüman halkların düşmanıdır. Ve Kudüs Günü İsrail'in çevresindeki herkesi öldürme gibi benliği olan hastalıklı bir sırtlan olduğunu anlamamıza bir vesiledir. Biz bunu bir kültür olarak idrak etmeli ve sürekli aklımızda tutmalıyız.
Bu gün, geçmişte de olduğu gibi, şunu anlamış bulunuyoruz ki, ülkelerimizi ve kutsallarımızı geri almanın yolu direniştir. Filistin halkının direnmesidir, Lübnan halkının direnmesidir, bölge halklarının direnmesidir. Bu mümkündür ve hatta şunu söyleyebilirim ki bu gün geçmişe nazaran çok daha mümkündür. Bu gün Siyonistlerin rüyaları çuvallamıştır. Bu gün bizim rüyalarımızın günüdür ve biz sadece hayal etmiyoruz bilakis bizzat icraata dökmüş durumdayız.
2000'de Lübnan'da gerçekleştirilen büyük başarıdan sonra Aksa İntifadası başladı. Bu İntifada hedeflerimiz gerçekleştirme yolunda altın ve tarihi bir fırsattı. Fakat maalesef çok açık olarak söylemek mümkün ki ümmet Filistin halkının arkasında gerektiği gibi durmadı. O büyük fırsatın ardından geçen bunca zaman şunu göstermiştir ki Filistin halkı bir ortak zemin bulunup giderilebilecek bir ufka bakmamaktadır.
Durumları son derece kötüdür. Filistinliler Gazze'de ve Batı Yaka'da ambargo altında her gün açlıktan ve terörist uygulamalar nedeniyle can vermektedir. Fakat bu şartlar altında dahi Filistin idaresi düşmemiştir ayaktadır. Filistin halkı direnmektedir, savaşmaktadır, kafa tutmaktadır fakat kendi yasal haklarından vazgeçmemektedir. Filistinliler bazı meseleler üzerinde aynı görüşe sahip olmayabilir. Fakat bütün Filistinliler Kudüs'ten vazgeçmemek noktasında birleşmişlerdir ve bu yönde ümmet onlarla aynı sorumluluğu yüklenmelidir.
Fakat bu sırada hiçbir Arap yönetimi, tıpkı Temmuz Savaş’ında olduğu gibi, askerlerini İsrail ile savaşmak için göndermedi. Tabi biz Temmuz Savaşı’nda kimseden böyle bir şey beklemedik. Şimdi başka bir mesele var ve Araplar bu konuda yardımcı olabilirler; fakat bu konuda da harekete geçmiş değiller.
Bu gün Doğu Kudüs'teki Arap aileler göçün ve kovulmanın en iğrenç türlerine maruz kalıyorlar. Bu yapılanlara bir sürü sözde bahane öne sürülüyorlar. Bu gün bu Arap, Müslüman ve Hıristiyan ailelerin orada kalmaları için desteklenmeleri gerekmektedir. Bu gün orada kalmak isteyen ailelerin yapabilecekleri en iyi şey direnmektir. Milyarlarca dolara sahip Arapların bu ailelerin Kudüs'te kalmaları için direnişlerine yardım etme kudretinin var olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Aynı şekilde Batı Yaka'da -anlıyoruz ya da anlamıyoruz- fakat orada planlı ve tedrici bir tehcir faaliyeti var. Bu göçü gerçekleştirebilmek için kötü güvenlik durumu ve zor yaşam şartları kullanılmaktadır.
Bu nedenle Batı Yaka'daki Filistinlilerin desteklenmesi gerekmektedir. Gazze bu gün ambargo altındadır ve açlıkla karşı karşıyadır. Gazze'ye ümmetin sorumluluğunu hissederek ambargonun kırılması yolunda yardım elini uzatması gerekmektedir ve ümmet bunu yapmaya kadirdir.
Filistin halkı kendisinden ambargonun kaldırması ümidiyle uzun uzun ümmete bakmaktadır. Fakat maalesef bazı hayatlarını tehlikeye atarak küçük sandallarla Gazze'ye erzak taşımaya çalışan yabancılar hariç ambargoyu kırma girişimi Araplar tarafından denenmiş değil.
Şimdi burada bu ambargoyu delenlerin kahramanca cesaretleri için onlara derin saygılarımızı iletmek istiyorum. Fakat bununla birlikte bir milyar ve birkaç yüz milyarlık İslam ümmetinin Gazze'de açlıktan ölen insanlar karşısında içi rahat bir şekilde oturmalarından utanç duyduğumu söylemek istiyorum.
Filistinlilerin kötü durumlarının, ülkelerine dönüş haklarının ve yasal haklarının sürekli canlı tutulması ve siyasi arenada ve medya'da desteklenmeleri onlara verilecek olan desteğin bir parçasıdır.
Maalesef ümmet bu vazifenin çok az bir kısmını yerine getiriyor. Aynı şekilde Filistinlilerin arasındaki ihtilafların ortadan kalkması ve işgal karşısında aynı duruşu sergilemeleri için ümmetin elindeki bütün imkânları kullanmaları gerekmektedir. Fakat bazı Arap rejimleri Filistin içerisindeki bu ihtilafları bu meseleyi görmezden gelmelerine bir araç olarak kullanmak yolunu seçiyor. Böyle saygınlık böyle Araplık böyle İslamlık olmaz.
Ben bu yaşadığımız gelişmelere bakarak, Filistin halkının yüksek insani özelliklerine bakarak şunu söylemek istiyorum ki; eğer İslam ümmeti üzerine düşen görevin bir kısmını yerine getirecek olursa Filistin'in ve Kudüs'ün geri alınması bu yakın gelecekte gerçekleştirilmesi mümkün bir olaydır.
Bu yılki Dünya Kudüs Günü birçok önemli gelişmeyi de içermektedir. Bunlar; Temmuz Savaşı’nın son lideri Ehud Olmert'in düşmesidir. Aslında mantıki olarak gerekli olan Ehud Olmert'in Winograd Raporu’ndan sonra istifa etmesi idi. Fakat birçok İsrail Gazetesi ve başka haber kaynakları bunu olmaması için Amerika'nın direkt müdahalesinin olduğunu haber verdi. Çünkü Olmert o zaman istifade etseydi Lübnan'ın ve Lübnan Direnişi’nin zaferi tescillenmiş olacaktı. Bu nedenle Olmert'in şimdi istifa etmesi planlandı.
Bu gelişmelerin bir diğeri İsrail'in Temmuz Savaşı sonrasında hem askeri hem de siyasi alanda bir yönetim krizi yaşamasıdır.
Bir diğeri, Olmert'in büyük İsrail rüyasın çuvalladığını itiraf etmesidir. Bundan önce Netanyahu 2000 yılında İsrail'deki yeni neslin artık Siyonizm'e inancının kalmadığını itiraf etmişti. Bir başkası İsrail'in İran'ın nükleer enerji projesi karşısında başarısızlığa uğramasıdır. Bir diğeri İsrail halkının bu Siyonist oluşumun geleceğine dair olan inancının sarsıntıya uğramış olmasıdır.
Bu gelişme siyasi ve askeri alanda yaşanan yönetim krizinin bir neticesidir. İsrail'de yapılan kamuoyu araştırmaları İsrail halkını üçte birinin yaşadığı yeri bir “çöplük” olarak nitelediğini gösteriyor. Peki, neden bu insanlar yaşadığı yeri “çöplük” olarak niteliyor? “Çöplük” olarak niteliyorlar; çünkü orada kendilerini güvende hissetmiyorlar.
Yahudiler buraya, bal ve sütün vaat edildiği güvenlik ülkesi olarak gördükleri için geldiler. Burada ilk defa egemen bir devlet kurmak hayaliyle gelmişlerdi. Öldürüyorlardı; fakat öldürülemiyorlardı. Etkendiler fakat edilgen değillerdi. Yaralıyorlardı fakat yaralanmıyorlardı. Üstünlerdi ve üstlerinde güç yoktu. Düşmanlık ediyordu ve bun karşılık verecek bir merci yoktu.
Fakat aradan geçen zamanda ümmetin gösterdiği direniş ve intifada bu Siyonist oluşumun halkının üçte birinin geldikleri bu toprakların o vaat edilen güvenlik ve selamet yurdu olmadığına ikna etti. Bütün bu gelişmeler Filistinliler ile herhangi bir siyasi çözüme gidilemeyeceğini gösterdi. Annapolis konferansı sonrası öncesinden daha kötü bir hal aldı. Bu saydıklarımızı Siyonist oluşum açısından yaşanan gelişmelerdi.
Bölge açısından yaşanan gelişmelere bakacak olursak; Lübnan ve Filistin'de direniş bir merhale kat etti. Bu geldiğimiz durumda artık Lübnan direnişinin ve Filistin direnişinin varlığını tehdit edecek bir unsur kalmamıştır.
Bölgedeki direnişçi devletler, özellikle İran ve Suriye, kendilerine yönelik yalnızlaştırma entrikalarını atlatarak bölgede ve uluslar arası arenada etkin bir aktör olduklarını ispatladılar. Bütün bu tökezlemeler ve başarısızlıklar (Başarısızlık diyoruz, bazıları bu sözü kullanmada aceleci davranıldığını söylese de) Amerika'nın bölgedeki siyasetini başarısızlığa uğratmıştır. Bütün bu olaylar bölge halkının ve bölge hükümetlerinin kendi bölgelerinin halinde daha çok söz sahibi olmasını sağlamıştır.
Uluslar arası arenaya bakacak olursak; Gürcistan savaşı sonrasında Amerika-İsrail hattın başarısızlığa uğraması, arkasından Amerika'nın bu gün karşı karşıya geldiği ekonomik krizin gelmesi, bize dünyanın siyasi, mali, askeri ve iktisadi olarak çok kutupluluğa doğru gittiğini göstermiştir. Bütün bu dönüşümler bölge halkının haklarını tescil etmiştir.
Şimdi Siyonist oluşum acısından, bölge acısından ve uluslar arası unsurlar acısından bakıldığında yaşanan bu gelişmeler bölge halkının gelecekte gerçekleşecek hayalleri önünde birçok kapı açmıştır. Ve bütün bu gelişmeler emperyalist Amerika ve onun bölgedeki hizmetlisi İsrail'in emredici ve hükmedici siyasetinin kırılmaya başladığının göstergesidir.
Aziz kardeşlerim şu an içerisinde bulunduğumuz durumun ne gibi sonuçlar vereceğini ortaya çıkması için toz dumanın yatışması gerekmektedir. Bunun için bizler şu durumda mevzilerimizi korumalıyız ve direnmeliyiz. Bu direniş bize ulaşmayı amaçladığımız birçok hedefin tahakkukunu getirecektir.
Şimdi Lübnan üzerine konuşmak istiyorum. Fakat Lübnan üzerine konuşurken hem Lübnan hem de Filistin üzerine konuşmak istiyorum.
Filistin konusunda; Lübnan'da devlet olarak hükümet olarak ve siyasi guruplar olarak dönüş hakkından vazgeçilemeyeceği noktasında Filistinli kardeşlerimize destek olmalıyız. Lübnan'da kolonyalist faaliyetleri reddetmekle birlikte Filistinli kardeşlerimizin ülkelerine evlerine yurtlarına dönmeleri için onları desteklemeliyiz.
İkinci olarak; evet biz Lübnan'da yeni yerleşimi kesinlikle reddediyoruz. Temmuz Savaşı’ndan önce biz konuyu ulusal diyalog masasında konuştuk. Bu toplantıda bazı siyasi guruplar yerleşim hakkının Lübnan parlamentosunun oyuyla verilmesi yönünde anayasa değişikliğine gidilmesini önerdi.
Fakat başka bir siyasi gurup bunu kabul etmedi. Yakın bir zamanda meclisteki bir siyasi gurubun milletvekillerinin Filistinlilerin vatandaşlık alması için meclisin muvafakati şartının getirilmesini önerdiğini basın yayın organlarından örgendik. Burada şunu ilan etmek istiyorum ki; bizler vatandaşlık alma tehlikesi konusunda Lübnan'ın ulusal tutumunu koruyan bu tür değişiklikleri teyit ediyoruz. Çünkü ben de siz de biliyoruz ki bu Amerika, İsrail ve bunların bölgedeki uzantılarının planıdır.
Biz vatandaşlık vermeyi Siyonist rejim'in planlarını reddettiğimiz için reddediyoruz. Hakkın sahibine iade edilmesi için reddediyoruz, hak olandan vazgeçmeyeceğimiz için reddediyoruz. Lübnan'ın Lübnan'daki Filistin mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilere herhangi bir güvenlik sorunu yaşamamaları için ellerinden gelen yardımı yapmaları gerekmektedir.
Aynı şekilde bu mülteci kamplarında yaşayan tüm Filistinli gurupların bu konuda yardımcı olmaları gerekmektedir. Ve şunu iyice anlamalıyız ki; çeşitli kisveler altında Lübnan'da bulunan İsrailliler Lübnan halkı ve mülteci kamplarındaki Filistinlilerin arasını açmak istiyor.
Lübnan'da mülteci kamplarında yaşayan Filistinli mülteciler konusunda Lübnanlılara düşen görev, insanın hayal bile edemeyeceği onların yaşadığı bu kötü durumda onlara insani ehemmiyetin gösterilmesi ve elden geldiğince zorunlu hizmetin yerine getirilmesidir. Filistin konusunu bitirmeden evvel mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilere Lübnan'da siyasi ihtilaflar konusunda tarafsız kalmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü Filistinlilerin bu konularda tarafsız kalmaları hem onların hem de Lübnanlıların yararına olacaktır.
Lübnan konusuna gelince; aziz kardeşlerim sadece basına acık yerlerde değil her fırsatta ve her mekânda söylediğim gibi; biz ülkemiz Lübnan'ın daha güçlü kuvvetli ve emniyetli olmasında başka bir şey istemiyoruz.
Biz bütün dâhili toplantılarda, mesela bir önce şehit aileleri ile olan toplantımızda da söyledik: Biz Lübnan yönetimini ele geçirmek, yönetime el koymak istemiyoruz. Bizim maslahatımıza olan hep birlikte eşit olarak hareket etmek ve bize yöneltilen tehlikelere de hep birlikte eşit olarak karşı koymaktır. Tabi bu bazılarının İsrail'in tehditleri karşısında vazgeçmeleri geri durmaları bunu bizim de onlarla birlikte yapacağımız anlamına gelmez. Tabi bu bizim gerçekleşmesini istediğimiz, bütün projeleri ve planları bu zeminde yapmak istediğimiz temel bir ilkedir.
Biz düşmanlarımızla ve Lübnan'ın düşmanları ile bu ilke üzerinde savaştık ve hala bu ilke üzerinde durmaktayız. Biz böyle bir ilkeye sahip olduğumuz için ulusal diyalog masasına gittik ve gidiyoruz; çünkü biz Lübnan'ı daha güçlü yapacak bir ortak zemin olmasını temenni ediyoruz.
Bu gün bazı basın yayın organlıları vasıtasıyla İsraillilerin, Lübnan ordusunun yeni silahlarla silahlandırılması meselsinde Amerikalılara karşı çıktığını haber aldık. Acaba ülkemizi, halkımızı, şerefimizi koruyacak olan ordumuzun bu şekilde yapılandırılmasını kabullenebilir miyiz? Acaba bizim ulusal sorumluluklarını yerine getirmesi için elden geldiğince silahlandırılması gereken ordumuzu silahlandırmak için Amerika'dan izin çıkmasını beklemeyi kabullenmemiz mümkün mü? Hayır, bu kesinlikle mümkün değildir.
Direniş’ten bahsedecek olursak, Direniş’in onları bu konularda bayağı bir rahatsız etiğini söylemek mümkün. Direniş silahlanmak için kimseden izin istememektedir ve silahının ne kadar olduğunu dost düşman herkesten gizli tutmaktadır; çünkü bu gizlilik bir kuvvet unsurudur. Silahlanmak için hiç kimseyi beklememektedir ve kimsenin razı olmasına ve karşı çıkmasına aldırmamaktadır.
Yani herhangi bir kurum vazifesini yerine getirecekse, savaşacaksa demeli ki; biz ulusal birlik hükümeti olarak askerlerimizi teçhiz etmek ve silahlandırmak istiyoruz; çünkü bu ordu Lübnan topraklarını ve Lübnan'ın şerefini koruyacaktır. Bu nedenle bu meselede kimsenin iznine ihtiyacımız yoktur. Hatta bu durumda bir bakanlar kurulu teşkil edilmeli ve silah tedarik edilecek pazar aranmalıdır.
Hatta gerekirse bu kurul, tıpkı Direniş’in yaptığı gibi, silahları karaborsadan tedarik etmelidir. Fakat eğer silahlanmak için Condoleezza Rice hanımefendinin izin vermesini bekleyecek olursak ancak Reo kamyonlarına, bazı ciplere ve düşük kalite silahlara sahip olabiliriz. Bu şartlarda ordumuz kesinlikle Siyonist düşman ile savaşacak duruma gelemez.
Vatanın gücü ve kuvveti dış güçlerin iznine bağlanamaz; ancak ve ancak halkın iradesine matuftur. Bu ilke nedeniyle biz ülkemizin güçlü, kudretli ve güvenlikli olmasını istiyoruz. Biz sürekli ulusal istikrarı, iç barışı, ortak yaşımı arzuladığımızı beyan etmekteyiz. Bu nedenle ben bazı köşe yazarlarına şunu söylemek istiyorum ki; bizim temel ilkelerimizde sorun aramayın. Çünkü bizim ilkelerimiz bizi hükümsüz sözler söylemekten men etmektedir. Başkalarının ne söylediği bizi ilgilendirmez. Biz sürekli ulusal birlik için uğraşıyoruz. Biz ulusal birlik hükümeti için uğraştık; çünkü biz uzlaşma ve ortak zemin aramaktayız.
Hatta Temmuz Savaşı’ndan sonra zafer kutlamaları yapılırken ben 22 Eylül günü dedim ki; gelin geçmişte olanları bir kenara bırakalım el ele verip sırt sırta verip hep birlikte Lübnan'ı koruyalım; çünkü halka dönüp baktığımızda ancak bunu söyleyebileceğimizi göreceğiz.
Çünkü onlar yaralarını sarmak için el ele omuz omza verdiler ve halka baktığımızda bütün olanların bizim kültürümüzle ve hedeflerimizde uyuştuğunu teyit ettiklerini göreceksiniz. Bu nedenle biz uzlaşma yolunu seçtik.
Fakat uzlaşma tek taraflı alınacak bir karar değildir; bu kararı alabilmek için tarafların hepsinin kabulü gereklidir. Biz uzlaşma konusunda ciddi, gerçekçi, samimiyiz ve ülkemizde bunun olması için gerekli olumlu havanın oluşabilmesi için elimizden geleni yapmaya hazırız. Ayrıntılar önemli değil. Yani biz bu konuda Lübnan'ın her yerindeki vatandaşlarımızın ve özellikle aziz başkentimiz Beyrut halkının tatmin olması için elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız.
Tabi biz burada biz uzlaşmadan bahsederken yeni siyasi anlaşmazlıklardan bahsetmiyoruz. Onlar başka şeyleri vurguluyor biz başka şeyleri vurguluyoruz. Biz bütün muhabbetimizle müttefiklerimizin tarafındayız. Onlar kendi müttefiklerinin tarafındalar. Yani uzlaşma siyasi ittifaklarda değişim anlamına gelmiyor. Uzlaşma olumlu bir hava meydana getirmek demek.
Uzlaşma demek mezhebi ve hizipçi gerilimlerin yaşanmayacağı olumlu bir hava meydana getirmek demek. Uzlaşma demek Lübnan'da uzun zamandan beri var olan bazı dosyaları olumlu bir şekilde halletmek ve önümüzdeki seçimlere olumlu bir yarış havası içinde hazırlanmak demek.
Evet, biz uzlaşmacıyız ve önümüzdeki seçimler aramızda hüküm verici olsun. Biz baştan beri bu seçim için uğraşıyoruz. Biz ta Beyrut'un ortasından gelin halka gidelim, gelin referanduma gidelim dedik. Bazılara buna cevap olarak bunun bir bidat olduğunu söylediler. Dediler ki; Lübnan'da referandum olmamıştır. Dedik tamam gelin o zaman erken seçime gidelim. Yani biz sürekli milletin sinesine dönmeye çağırdık, çünkü biz milletin iradesine ve isteklerine saygı duyuyoruz.
Biz sürekli Lübnan'da meclis seçimleri için olumlu ve barışçıl bir hava oluşmasını istiyoruz. Oluşacak bu olumlu havada barışçıl bir yarış içinde yeni hükümetin belirlenmesini istiyoruz. Ve burada şunu haber vermek istiyorum ki; eğer seçimlerin sonunda muhalefet meclise çoğunluk olarak girecek olursa biz Hizbullah olarak bir ulusal birlik hükümetinin kurulması ve bu hükümette bütün gurupların bulunması için caba harcayacağız.
Yani biz bu meclis seçimlerine diğerlerini egale edecek yeni bir çoğunluk getirici bir seçim olarak bakmıyoruz. Bizim şimdiye kadar olan olaylardan ve geçtiğimiz asırda yaşanan tarihimizden ders çıkarmamız gerekiyor. Lübnan özel bir ülkedir ve burada öyle azınlığın yönetimi, çoğunluğun yönetimi cari olamaz. Aksine burada çeşitli toplum kesimlerini temsil eden siyasi unsurların yardımlaşması ve birlikte hareket etmesi onun yönetimi için en uygun yöntemdir.
Acaba çok idealist düşünüp de mevcut krizin içine saplanmak mı lazım. Hayır, biz diyoruz ki; gelin realist davranalım bu bizim ülkemizin gerçeğidir. Tamam, millete müracaat edelim onların temsilcilerinden oluşan bir meclis oluşturalım. Bu mecliste azınlık ve çoğunluk olsun. Fakat Lübnan özel bir ülkedir ve burada azınlığın veya çoğunluğun hükmetmesi sorunları çözmez.
Bazı anlaşmalar yapıldı, bazı buluşmalar gerçekleştirildi. İnşallah önümüzdeki gün ve gecelerde de yenileri gerçekleştirilecek. Bu buluşmalar ümit edilir ki bu hükümete bazı sorunlarımızı halletme, bazı sorunlu dosyalardan kurtulma kudreti verir. Yeni öğretim yılının ve kışın bütün Lübnan'a gelmesi dolayısıyla ortaya çıkan bazı sorunları halletme şansı verir.
Maalesef Lübnan'da fakir bölgeler ve zengin bölgeler diye bir niteleme yapmak mümkün değil. Lübnan'ın üçte birinden fazlası fakir durumdadır. Karşı karşıya olduğumuz bu toplumsal ve ekonomik krizi nasıl aşacağız. Lübnan'da birçok aile çok zor maddi şartlarda yaşamını sürdürmektedir. Ülkemiz bu sorunlardan biraz nefes alsın öyle hamasi konuşmaları ve tartışmaları bırakalım. İşte bir ulusal birlik hükümeti var millet meclisi var, şimdi biraz da bu sorunlar üzerinde düşünelim ve bu sorunları halletmek için uğraşalım.
Doğal olarak Lübnan'dan konuştuğumuzda konu sevgili Filistin toprakları ile komşu olan güney sınırına geliyor. Oradaki dağlardan tepelerden Filistin kokusu, Kudüs kokusu geliyor. Biz bu Kudüs Günü'nde Lübnan ordusundaki kardeşlerimizin yanında şunu söylemek istiyorum ki; içerde hangi kriz ile hangi zorluk ile karşı karşıya olursak olalım oradaki sorunlara kayıtsız kalmayacağız.
Biz bazı İsrailli analizcilerden, İsrail Genel Kurmay Başkanı’ndan naklen örgendik ki; İsrail bu sene Lübnan ile bir savaş düşünmüyormuş. Madem öyle peki acaba Barak, Mofaz, Olmert ve Livni neden son üç gündür tehdit ve korkutmaya matuf sözler sarf ediyor?
Ben hep söyledim şimdi de söylüyorum bizim Direniş olarak hedefimiz savaş olmadı. Hatta Filistin'in kurtarılması noktasında da savaş olmadı. Evet, biz Lübnanlılar olarak Filistin direnişini desteklemek bizim vazifemizdir.
Bu gün Filistin halkı direnen insanlara, kudretli insanlara sahiptir. Filistin halkını ulusal, dini milli ve ahlaki değerlere sahiptirler ve onlar bu özellikleri ile istedikleri amaca ulaşabilirler. Fakat onlara çeşitli şekillerde yardım etmek bizim boynumuzun borcudur.
Direnişin amacı klasik anlamda savaş değildir; fakat Lübnan'a düşmanca bir saldırıda bulunulduğunda direniş elleri bağlı durmayacaktır. Ehud Olmert son konuşmalarında beş tümen yerine sekiz tümen göndermekten bahsetmeye başladı.
Belli ki Olmert dersine iyi çalışmış ve anlamış ki; hem Cebel Amil hem de bölge coğrafyası acısından beş tabur uygun değil. Bu nedenle sekiz dümen ile çalışma kararı almış. Ben ve sizler dönüp şunu söylüyoruz; gönderdiğiniz sekiz tümen, dağlarımızın, tepelerimizin, evlerimizin, mücahitlerimizin ayakları altında kalacak ve mahvolacaktır.
Hem askerlik açısından, hem coğrafya ve arazi durumu acısından beş tabur yerine sekiz tabur daha uygundur. Fakat benim anlayışıma göre daha önce de söylediğim gibi, İsrail eğer böyle bir hata yapacak olursa Siyonist oluşumunun sonunu getirmiş olacaktır.
Düşünün şimdi eğer beş tümen yok olursa ne olacak ne dönecek geriye? O gün Gazze ve Batı Yaka'daki Filistinli kardeşlerimiz kendilerine kolay gelen şekilde savaşa girerler inşallah. Şimdi tabi bu beş tümen üzerine söylediğimiz sözler. Ama eğer Olmert beş tümenle mi geleyim sekiz tümenle mi geleyim diye soracak olursa ben sekiz tümen ile gel derim.
Fakat o da biliyor siz de biliyorsunuz, dost da biliyor düşman da biliyor bu sözler Arapların yenildiği günlerin sözleri değil Arapların galip geldiği günlerin ve bu zaferin habercisi olduğu başka zaferlerin günlerinin sözleridir.
Temmuz Savaşı’ndan sonra insanlar iç siyasi çekişmeler ile meşgul iken Hizbullah'ta bu vaat edilen zafer için çalışan insanlar vardı; hala da varlar. Bu insanların başında Şehit Hac İmad Muğniye vardı ve onlar gece gündüz uyumadan çalışıyorlardı, hala daha çalışmaktalar.
Bu Kudüs Günü’nde şunu söylemek istiyorum ki; eğer azim irade ve ruhaniyet sahibi olursak güç ve kudret sahibi oluruz. Güçten başka bir şeyden anlamayan bu dünyada eğer güçlü önümüzde izzet kapıları açılır, içinde bulunduğumuz bu kötü durumdan kurtuluruz ve kutsallarımızı geri alabiliriz.
Kudüs'e böyle bakıyoruz ve Arap ve İslam dünyasında Kudüs'e, Beytu’l- Makdis'e, Mescid-i Aksa'ya, Mesra er Rasul'e, Kıyamet Kilisesi’ne ilk defa kendimizi bu kadar yakın hissediyoruz. İnşallah bu nesil İsrail olmadan, Siyonizm olmadan, işgal olmadan ümmetin Kudüs'e girişine tanık olacaktır.
Allahın rahmeti ve bereketi sizinle olsun.
Çeviri: YDH