Pekâlâ, biz hakikaten neyin kavgasını yaptık? Eğer kampanyanın/savaşın amacı Hamas’ın yaptığı silah ve cephane kaçakçılığına bir son vermek idiyse, görünüşe göre becerdiğimiz şeyin çoğu bir ertelemeden ibaretti.
Eğer kasıt Hamas’a ve Arap dünyasına karşı “caydırıcılık” –şu çok odaklanılmış ve yanıltıcı kavram- kazanmak idiyse, öyle görünüyor ki bu sorun da Ortadoğu’daki farkındalık oyunlarının gri bölgelerine düşüyor; her halükarda öznel yorumlama meselesi olan ve hep başladığı gibi biten, soyutun soyutla buluştuğu; görüntüler ve mecazlar üstüne yapılan çarpışmalara.
Ve eğer savaş, tek seferde hem “İran’a karşı yıldırıcı bir mesaj”, hem de “Hizbullah’a karşı caydırıcı bir mesaj” idiyse; mesela nükleer yeterlilik konusunda İsrail’in “muğlaklık politikası”ndan hangi bakımdan daha iyi bir caydırıcılıktır?
İsrail bu mücadelede tek bir anlamlı başarı kaydetti. 1967’den beri; kısa mutluluk ışıltıları haricinde; aslında içine çekildiği askeri mücadelelerin çoğundan yenilmiş olarak çıkmış, hüsrana uğramış ve utanç duymuştu. Yıpratma Savaşı, Yom Kippur Savaşı, birinci ve ikinci Lübnan savaşları, keza uzatmalı intifada yılları İsrail’e hasar verdi ve onu sadece diplomatik, askeri ya da bölgesel olarak değil; aynı zamanda esasen kavgacı ulusal egosuyla ilgilenildiği derecede zarar verdi.
İsrail ve İsrailliler; İsrail’in ve ordusunun, özellikle İkinci Lübnan Savaşı’ndan sonra, düşmanlarını, Yüksek Adalet Mahkemesi’nin olmadığı, B’Tselem’in (İsrail’deki bir insan hakları örgütü) olmadığı, Birleşmiş Milletlerin olmadığı ve “uluslar arası toplum”un olduğu “mükemmel bir dünya”da vurmayı dilerken; onları vurabilecek güce sahip olduğundan şüphe etmeye başladılar.
Sanki daima İsraillilerin yolunda dikilip duran ve onları düşmanlarına “olması gerektiği gibi” vurmaktan alıkoyan bir şeyler ya da birileri varmış gibiydi; son nefesine kadar, “ordunun kullanabildiği” yöntem, yalnızca izin verilirse buna sahipti.
Bu kez, öyle görünüyor ki, İsrail her şeyi ve herkesi görmezden gelmeye karar vermiş. “Orantısız güç” kullanımı; sonuçları ve arzulanan resimleri elde etti. Gazze’nin kalbindeki tahribatın görüntüleri şok edici.
Kurbanların sayısı dehşete düşürücü –özellikle “dâhil olmamışların” göreceli yüzdesi. Ama İsrail Hamas’ı, Gazze’yi ve Gazzelileri ona gerçekten iş başında olduğunu ve çok arzularsa çılgına dönebileceğini kanıtlamış bir tutum içinde yensin.
Tahribatın fotoğrafları; İsrail’in düşmanlarının gözlerine yöneltildiklerinden çok daha fazla, İsrailli gözlere yöneltilmiştir. İntikama, gurura ve ulusal saygınlığa susamış gözlere…
Tüm bunlar bizim, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ya da Hamas lideri Halid Meşal “İsrail’in daha önce hiç görmediği türden bir intikam saldırısı” tehdidinde her bulunduğunda kalplerimizin korku içinde titrediği ürpertici bir süreçte kaybettiğimiz değerlerdir.
Çılgına dönme özgürlüğü; yeniden hissetme özgürlüğü gibi, İsrail’den alınmış olan özgürlük; kısa bir zaman için bile olsa, bölgedeki gerçek bir “patron”un varlığı, İsrail’in kendisi için şu üç haftada Filistinli kanıyla büyük mücadelesinden elde ettiği bir özgürlüktür ve aynı zamanda eğer bu savaştan çıkarken sahip olduğu tek değer değilse, esastır.
Şimdi, egosunun büyüklüğüyle askeri gücü arasında bir denge kurulması başarıldığında, (İsrail) belki artık sakinleşebilecek.
Belki de şiddetinden, komşuluğundan, çocuksu hayallerinden ziyade anlaşmazlığın gerçek ana sorunlarıyla uğraşabilir hale gelecek. Bu anlamda, pazar günü, Başbakan Ehud Olmert “bu savaşın daha ziyade, İsrail ve Filistinliler arasında daha yakın barışı getirmek amacında” olduğu kehanetinde bulunduğunda, sözlerinde en küçük bir adalet derecesi bile yoktu.
Paradokssal olarak; birleştirilmiş ve bir adalet duygusuyla yanan güçlü bir İsrail; etrafı, bir muzafferin taşyürekliliği tarafından, yenilmiş rakiplerinin bedenleriyle çevrelenmiş bir İsrail; barışa çok daha hazır bir İsrail’dir. Belki her zamankinden daha fazla.
Çeviren: Zeynep Dursunoğlu
http://www.haaretz.com/hasen/spages/1057368.html