YDH- Kaveh L Afrasiabi, Asian Times’ta yayımlanan bu makalesinde 30. Yıldönümünde İran İslam Devrimi’ni değerlendiriyor.
Geçtiğimiz Salı İran, Amerikan destekli bir monarşi olan şahlık rejimini yıkıp İslam devrimini gerçekleştirmenin otuzuncu yılını kutladı. Tüm bir milletin kanıyla, onuruyla, cesaretiyle ve kararlılığıyla İran yeniden egemenliğine kavuştu ve 1953’ten beri Amerika ve İngiltere istihbaratının yönettiği bir devlet olma utancına son verdi.
Geçen hafta yaptığı konuşmada Mahmud Ahmedinejad: “Devrim yaşamaya devam ediyor” diyerek Batılı uzmanların İslam devriminin gelişmediği ve sonunun geldiği yönündeki yorumlarına cevap verdi.
Başka bir deyişle, tarihçiler arasındaki tartışmada bu olayın önemi ve modern dünya tarihi açısından öncelikli bir mesele olarak kabul edilmesi hala geçerli. Amerikalı sosyologlardan ve siyaset bilimcilerinden olan Theda Skocpol İran’ın bulunduğu bölgenin jeopolitik haritasını yeniden çizen sosyo-politik dönüşümünü tarihin diğer dönüm noktaları olarak Fransız ve Rusya devrimleriyle kıyasladı.
Geniş nüfusuyla, karizmatik liderleriyle ve bir üçüncü dünya ülkesi olarak kendine has İslami liberalizm ideolojisini topraklarının dışına taşıma arzusuyla, devrim kayda değer değişimlerin habercisi oldu. Bu sadece İran’a ait bir davranış değil, İran devriminden etkilenen körfez ülkelerinin patronu olan Amerikan gücünün de bir davranışıydı.
Devrim Amerikalı rehineler krizi gibi birçok gürültüsü yerel devletlere dayalı Nixon doktrinini diskalifiye eden Carter doktrini çatısı altında bölgesel sükunetin sağlanabilmesi için Amerika’nın Ortadoğu’da İran ve Suudi Arabistan’ı da kapsayan militarist buluşları açısından yeni bir seviyeye atlamasına sebep oldu.
Eylül 1980’de Saddam Hüseyin rejiminin İran’a düzenlediği sürpriz saldırıyla İran rejimini çökertemeyen Amerika daha sonra 2003’te Irak’ın işgaliyle başlayan Ortadoğu’nun doğrudan Amerikanlılaştırılması projesini harekete geçirecekti. Bu Sovyetlerin 1979’da Afganistan’ı işgaliyle aynı yıla denk geldi.
Geçen hafta Ahmedinejad’ın Barack Obama hükümetinden özür talep etmesi -1953’te başlayan müdahaleden ve sekiz yıllık savaş sırasında Saddam rejimini desteklemesinden ve İran yolcu uçağını düşürmesi gibi sebeplerden dolayı- ABD medyasında şaşkınlığa yol açtı. Uzmanlardan bazıları bunu kontrolsüzce görmezden geldi, kimi de Bill Clinton’ın zaten özür dilediğine dikkat çekti.
Doğru söylüyorlardı, Clinton’ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright bir defasında 1953’te İran’da demokratik olarak seçilen hükümeti düşürme girişimleri ve yirmi beş yıl sürecek tek kişilik bir diktatörlük dayattıkları için pişmanlık duyduğunu ifade etmişti.
Sadece 1981 yılında Saddam’ın başlattığı işgal geri püskürtülüp İran kendi toprakları içindeki düşmanı sıkı bir takip altına aldığı zaman ABD ve diğer batılı müttefikleri BM’de gönülsüzce barış girişimlerine başlamışlardı. Fakat o zaman bile, bu denli zayıf bir girişim İran ve Irak gibi “iki azgın devleti” ölümcül bir bataklıkta kapana kıstırmaktan başka bir işe yaramadı. Aynı eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’ın dediği gibi: “Bir şişede iki akrep”.
Sonuç olarak, Batı şüpheli bir şekilde Saddam’a etnik soykırım için kullanacağı halde kimyasal silah temin ettiği için pek vicdan azabı duymuyor ve bunu garip bir şekilde Saddam’ın İslam devriminin geçim kaynağı olan petrol bölgelerini ele geçirebilme olasılığına dayandırıyor. Geçmişe bir bakacak olursak, sekiz yıl savaşlarında verilen mücadele, kahramanlıklar, çekilen acılar ve yapılan fedakârlıklar İran devriminin adını diğer ihtişamlı ve büyük devrimlerin yanına yazılmasının sebeplerinden birisi olmuştur.
Aslında devrimin babası İmam Humeyni, Rusya’nın Vladimir Lenin’i, Çin’in Mao Zedong’u, Vietnam’ın Ho Chi Minh’i, Hindistan’nın Mahatma Ghandi’si ve Küba’nın Fidel Castro’su gibi modern devrimci liderlerin yanına eklenmeyi hak ediyor. İran’da bir neslin tümü milletinin bütünlüğü için fedakarlık yaptı ve bunun için had safhada bedel ödemesine rağmen, İran’ı güçlendiren bu savaş boyunca kazanılmış miras olmadan İslam devrimi nasıl bir şey olurdu ki?
İran’ın devrimden önceki son BM Temsilcisi Feridun Huveyda bir defasında sekreterine şöyle söyledi: “Bugün İran milleti geçmişte olduğundan çok daha kuvvetli bir millettir; çünkü İran halkının artık kandan korkusu yoktur.” ve ekledi: “Bunu İkinci Dünya Savaşı zamanında 5 gün sonra savaşmayı bırakan İran ordusuyla karşılaştırmak lazım.”
Devrimi sadece İran için değil tüm İslam dünyası için “ilahi bir hediye” olarak tanımlayan Huveyda, Humeyni ve diğer liderin genelde “popülist” diye tanımlanan devrimin tutarlı bir şekilde milletler üstü kimliğe etki ettiğini söyledi.
Bu yüzden, günümüzde İran rejiminin Küba, Venezüella, Nikaragua ve Bolivya gibi dünya siyasetinin önemli bir dokusu olan hegemonya karşıtı üçüncü dünya ülkeleriyle iş birliği yapması insana biraz şaşırtıcı gelebilir. Bu küçük ülkeler kümesi kuzey Afrika’dan başka ülkelerle birlikte toplam 77 milletten 118 ulus-devlet çıkaran Bağlantısızlar Hareketini (BH) temsil ediyorlar.
Şüphesiz BH ülkelerinin geleceği bir yerde kendi “zeka güç”lerinin küresel hegemonya karşıtı söylemlerine ne ekleyebileceklerine bağlı. Ya da, daha iyi bir deyişle, hegemonya güçlerinin hareketlerine katı ve yumuşak politikaların zekice harmanlanmasından doğan Amerikan Küresel hedeflerini gerçekleştirmek için öne sürdüğü popülist Afrika-Amerikan politikası gibi yeni düzenlemeler sunan zeki karşıt güçler.
Yeni Amerika hegemonyası post hegemonya döneminin küresel olaylara bakışıyla doldurulmuş bir hegemonya. Amerikan Başkanı Barack Obama’dan önceki çelişki Amerika’nın güçlenmesinin bütün dünyanın iyiliğine olacağını iddia etmesiydi. O emperyal bir güç değil “iyi bir güç” olarak kendini kabul ettirmeye çalışıyordu.
Ne yazık ki, bu pek hoş karşılanmadı. Yeni resmi söylem olan çok taraflılığı benimsemek yerine, dünya Soğuk Savaş sonrası hepimizin yakından tanıdığı tek kutuplu Amerika gücü projesine tanık oldu.
İran’a göre Obama hükümeti İran’a masadaki -Nükleer karşıtı askeri seçenekleri gibi- elindeki tüm seçeneklerini hatırlatarak biraz vakit kaybediyor. Diplomatik diyalog şimdiden İran-fobik “nükleer tehdit” sınıfına girdi. Obama hükümeti İsrailci bir barış için kendi emperyalizminin yolunu tutan İsrail liderliği tarafından sömürülmeye devam edecek.
Amerikan gücünün bir uzantısı olan İsrail de 1979’da İsrail konsolosluk binasının devralınması Amerikan konsolosluk binasının devralınmasından daha önce gerçekleşmesinden sonra İran tarafından gerçekleştirilen aynı hegemonya karşıtı mantıkla tam otuz yıldır yüzleşiyor. Sonuç olarak hiçbir ABD politikası İsrail yayılmacı ve genişlemeci güç projesinde kayda değer bir değişiklikle birlikte gelemedikçe Tahran hükümeti tarafından fark edilmek için hep yetersiz kalacaklar.
Yine de tüm belirtiler tarafından -İsrail’in Gazze’ye düzenlediği kitlesel saldırılar da dahil olmak üzere- bekleyebileceğimiz tek gerçekçi değişim İsrail’in Gazze savaşı sonrası bir sonraki hedef olarak İran’ı seçmesi olabilir.
Aslında, bu hafta seçimleri kazanmaya en yakın parti olan Likud’un lideri sağ kanattan Benjamin Netenyahu tarafından ileri sürülen “fesatçı İran” karşıtı yorumlar hakkında ne düşünülmesi gerektiği oldukça açık. Sürekli orta yolda olan Arap liderlerini de İran karşıtı bir noktaya çekmeye çalışan İsrailli politikacı ve uzmanların gözlerinden kaçırdıkları gerçek Ortadoğu’nun İran’ı İsrail hegemonyasına nazaran çok daha güvenilir ve kararlı bir kapasite olarak görmeleri.
Bugün İran’ın her hangi bir geri çekilme durumunda Ortadoğu’da doğrudan İsrail yayılmacılığının ve Amerikan’ın Basra körfezindeki tahakkümünün lehine olacak ki bu da zaten çalkantılı olan bölgede dev bir geri adım atılacak demektir.
Bir sonraki Ortadoğu savaşı eğer İran’la İsrail arasında çıkacak olursa, Gazze’de bunun bir provası yapıldı bile demek mümkün. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi İran’ın etrafı örülmüşlüğü yine onu bir kendini savunma pozisyonuna itecek ve devrim kazanına yeni odunlar atarak onu soğumaktan kurtarmaya çalışacak.
Çeviren: Sümeyye Nur Kavuncu