YDH- Uluslar arası hukuk araştırmacısı yazarımız Musab Yiğit, Suriye’ye yönelik muhtemel bir dış müdahalenin hukuksal şartlarını analiz etti.
Tüm bölgeyi derinden etkileyen “Arap Baharı’nın” en karmaşık ayağı olan Suriye’de ciddi bir savaş veriliyor.
En başından beri birçok gizli servisin ve uluslararası kuruluşun rol aldığı olaylara ilişkin her gün yeni bir iddia ortaya atılıyor. Medyada ve istihbaratta yaşanan bilgi kirliliği ve çelişkiler kafaları karıştırırken, sahnedeki her aktör istediği doneleri kullanarak kendi elini kuvvetlendirmeye çalışıyor.
Bir taraf Esad rejimini tasfiye edip Suriye’de her ne pahasına olursa olsun rejim değişikliğini hedeflerken diğer taraf ise rejimi reformlara ikna edip Suriye’nin bölgedeki rolünü muhafaza etmeye çalışıyor.
Her ne pahasına olursa olsun rejimi tasfiye etmeye çalışanların bu işi Suriye içinden bir muhalefet eli ile yapma girişimleri hem ciddi anlamda bir taban bulamamaları hem de var olan muhaliflerin birlikte hareket edememeleri dolayısı ile oldukça zor gözüküyor.
Yani geldiğimiz noktada Esad rejiminin dış bir müdahale olmadan kolay kolay tasfiye edilemeyeceği bu cenah tarafından görülmüş durumda. Muhaliflerin her geçen gün kan kaybettiği ve ellerinde bulunan yerlerin birer birer düştüğü bu durum ise içerisinde ABD, NATO, Körfez Ülkeleri ve Türkiye’nin de bulunduğu tasfiye ekibine dış müdahaleden başka bir şans bırakmıyor.
Müdahalenin tasfiye için olmazsa olmaz hale geldiği bu dönemde, söz konusu ekibin önlerinde ki en büyük engellerden biri de yapılacak olan müdahalenin uluslararası arenada meşrulaştırılması olacaktır.
Irak savaşında yaşananlar ve Amerikan’ın işgalden sonra karşılaştığı zorluklar, müdahale isteyen güçleri uluslararası alanda meşru bir zemin oluşturmaya zorlayacaktır.
Bu meşru zeminin oluşturulması ise Rusya ve Çin’in güvenlik konseyindeki sürekli vetoları ile oldukça zora girmektedir. İşte bu durum karşısında tasfiye ekibinin elinde iki seçenek kalmaktadır. Ya Rusya ve Çin’i olası bir müdahale için ikna edecekler ve karşılığında bir takım tavizler verecekler ya da kendi eylemlerini meşrulaştırmak için uluslararası hukukta yer almayan farklı enstrümanları kullanacaklar.
Ne kadar taviz verilirse verilsin Rusya ve Çin olası bir müdahaleye veya rejimin tasfiyesine hiç sıcak bakmıyor.
Yaşanan süreç ise bu iki gücü ikna etmenin ABD, NATO ve diğer müttefiklerinin karşılayamayacağı kadar ağır bedelleri olduğunu bizlere gösterdi.
Bu durumda ise geriye sadece olası bir müdahaleyi meşrulaştırma seçeneği kalmaktadır. İşte bu noktada esas incelememiz gereken bu müdahalenin hangi söylem ve yöntemler ile uluslararası kamuoyu nezdinde meşrulaştırılacağıdır.
Sözünü ettiğimiz müdahalenin karşılaşacağı ilk engel kuvvet kullanma yasağı engeli olacaktır. BM Şartının 2. Maddesinin 4. Bendinde konu şekilde açıklanmış:
“Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletler’ in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”
Burada belirtildiği üzere bu anlaşmaya taraf olan devletler başka bir devlete karşı kuvvet kullanmaktan hatta kuvvet kullanma tehdidinde bulunmaktan bile men edilmişlerdir. Ancak belli şartlar altında kuvvet kullanılmasına izin verilmiştir. Bunlar;
1. Meşru Müdafaa
2. BM Güvenlik Konseyi Kararları
3. BM Güvenlik Konseyinin Faaliyete başlamasına kadar beş daimi üyenin kuvvet kullanması
4. İkinci Dünya savaşındaki düşman devletlere karşı kuvvet kullanımı
Burada yer alan 3. ve 4. Maddeler uygulama alanı asla olmayan alanlardır. Kuvvet kullanma yasağının en önemli istisnası şüphesiz meşru müdafaadır.
Ancak kuvvet kullanma yasağının başka hangi şekilde ihlal edilmemiş sayılacağına dair zaman içinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Bu yasağı oldukça katı yorumlayan bazıları yukarıda belirtilen hiçbir şart dışında kuvvet kullanmanın meşru olmayacağını savunurken diğer bazı görüşler ağır insan hakları ihlallerini mevcut olduğu bazı durumlarda kuvvet kullanmanın meşru olacağını savunmuşlardır.
Bu görüşün temel dayanağı olarak Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve BM Antlaşması gösterilmiştir.
Dünyadaki devletlerin neredeyse tümü bu anlaşmalara taraf oldukları için burada söz konusu olan değerler artık evrensel teamül halini almıştır ve tüm dünya ülkeleri için bağlayıcı konumdadır.
Söz konusu Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve BM Şartı incelendiğinde ise soykırım yasağı, işkence yasağı gibi ilkeler artık üstün hukuk kuralları (jus cogens) halini aldıkları için bir sözleşmeye taraf olsun ya da olmasın tüm egemen güçleri bağlar.
Bu tarz üstün hukuk kurallarının ihlalinde ise amacı dünya barışı ve güvenliğini korumak olan BM duruma müdahale etmesi gerekir.
Bu görüş uzun bir süre uluslararası hukukçular ve siyasetçiler arasında münakaşa konusu olmuş, böylesi bir müdahalenin kuvvet kullanma ve iç işlerine karışma yasağını ihlali olup olmadığı sürekli tartışılmıştır.
Bu tartışmanın yaşandığı en önemli örnekler Yugoslavya, Bosna ve Ruanda’dır. Burada yapılan askeri müdahalelerin kuvvet kullanma yasağının ihlal edip etmediği ciddi şekilde tartışılmıştır. Söz konusu bu tartışmalara son vermek için 2000 yılında Kanada‘da uluslararası bir toplantı gerçekleşti.
Kanada hükümetince finanse edilen bu toplantıda - International Commission on Intervention and State Sovereignty (ICISS-Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu)- tartışma konusu olan insancıl amaçlar ile müdahale “ Responsibility to Protect”(Koruma Yükümlülüğü)başlığı altında incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır.
Sadece insan hakları ihlalleri bakımından söz konusu olan bu sorumluluğa göre egemen güçler kendi toprakları içerisinde yaşayan insanları soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı işlenecek olan suçlara karşı korumak zorundadır.
Bu görevini yerine getirmekte başarısız olan egemen güce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ile “responsibility to protect” ilkesi gereği müdahale edilebilir. Çünkü uluslararası toplumun barış ve güvenliğinin korunması, insanlığa karşı suçların engellenmesi tüm uluslararası toplumun görevidir. Bundan dolayıdır ki bu şekilde yapılan müdahaleler kuvvet kullanma yasağının ihlali anlamına gelmez.
Komisyonda alınan bu kararın bağlayıcılığı ya da uluslararası anlamda teamül haline gelip gelmediği de ayrı bir tartışma konusunu oluşturmuştur. Ancak Libya’da yaşananlar ve uluslararası toplumun verdiği tepki bu kuralın da uluslararası teamül olma yolunda hızla ilerlediğini göstermektedir.
Komisyondan çıkan en önemli sonuçlardan biri bu tarz bir müdahalenin ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ile yapılabileceğidir.
Yani konseyden alınan kararın varlığı müdahalenin meşruluğu için olmazsa olmaz bir şarttır. İşte Suriye olayında tasfiye ekibini çıkmaza sokan noktada burasıdır. Bu durumun aşılması ise BM Genel Kurulundan çıkacak bir karar ile mümkün olabilecektir.
BM'nin 377 sayılı "Barış İçin Birlik" Kararı'nda, BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi arasında herhangi bir konuda birlik sağlanamaması durumunda nasıl bir çözüme varılacağı konusunda, şu ifadeler yer alıyor:
“Barışa karşı bir tehdit olması, barışın bozulması ya da bir saldırı eylemi durumunda Güvenlik Konseyi, daimi üyeleri arasında oybirliği bulunmaması nedeniyle barışın ve uluslararası güvenliğin korunmasındaki temel sorumluluğunu yerine getirmezse, Genel Kurul, barış bozulmuş ya da bir saldırı eylemi olmuşsa, barışı ve uluslararası güvenliği yeniden sağlamak için, gerektiğinde silahlı kuvvet kullanılması da kapsam içine girmek üzere, alınacak toplu önlemler konusunda, üyelere gerekli öğütlemelerde bulunmak amacıyla sorunu gecikmeksizin inceleyecektir. Eğer o sırada Genel Kurul toplantı içinde bulunmuyorsa, o konudaki istemi izleyen 24 saat içerisinde, olağanüstü ve ivedi biçimde toplanabilir. Böyle bir olağanüstü ivedi toplantı ya üyelerinin herhangi 7 olumlu oyu ile Güvenlik Konseyi'nin, ya da Örgüt üyelerinin çoğunluğunun istemi üzerine yapılır.”
Söz konusu bu karar 1950 yılında yaşanan Kore savaşı sırasında alınmıştır. Bu savaş sırasında Rusya ve Çin’in vetosu sonucu çıkmaza giren Kore müdahalesi sorunu Genel Kurul tarafından alınan bir tavsiye kararı ile birlikte çözülmüştür. Yani Genel Kurul tarafından alınan tavsiye kararı müdahaleyi meşrulaştırmıştır.
Şu ana kadar bahsedilen konuları Suriye olayına uygulayacak olursak:
1-) Yaşanan olaylar gerek medya organlarınca gerekse de siyasilerce defalarca “insanlık suçu ve ağır insan hakları ihlali” olarak nitelendirilmiştir. Yani insancıl müdahale için gerekli olan suçların tümünün Esad hükümetince işlendiği uluslararası kamuoyuna kabul ettirilmiştir.
2-) Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bizzat burada yaşanan olayları kınamış ve “insanlık dışı” olarak nitelendirmiştir.
3-) ABD, NATO, Körfez Ülkeleri ve Türkiye’nin başını çektiği tasfiye ekibi olası bir müdahaleyi meşru gösterecek her türlü propaganda çalışması başarı ile yürütmüştür.
Artık müdahalenin meşrulaştırılması için atılması gereken tek adım Genel Kurula Acil Toplantı çağrısı yapmak ve müdahaleye izin verecek olan kararın Genel Kurulda kabul ettirmektir. Burada tasfiye ekibinin karşısındaki tek engel Suriye’ye yapılacak olan askeri müdahale için doğru planları oluşturmak ve doğru zamanı beklemek olacaktır. Uygulanacak olan bu yöntem ile söz konusu müdahale meşrulaştırılacaktır.
Musab Yiğit