18 Temmuz’da Suriye’nin savunma politikalarını belirleyen en üst düzey yetkilileri toplu bir şekilde öldürüldü.
İstihbarat servislerinin rolünün açık olduğu bu saldırıyla eş zamanlı olarak da ülkenin tamamına yayılan bir savaş başlatıldı. Sınır kapıları devlet kontrolünden çıkarıldı, başta Şam ve Halep olmak üzere tüm kentler içeriden düşürülmeye çalışıldı.
24 Şubat’tan beri “Suriye’nin Dostları” adını kullanan Amerika, Fransa, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın 9 Ağustos 2011 sonrasında Suriye’de Libya modeline dayalı bir devrim arayışına girdikleri biliniyor. Ancak 18 Temmuz terörü sonrasında Suriye’de iç savaşı başlatan “Dostların” Libya modelinin en son aşamasını uygulamaya koymak istedikleri anlaşılıyor.
Libya devriminin aşamalarını hatırlayalım:
1- Devrime liderlik edecek bir konsey,
2- Kurtarılmış bölge
3- Dış müdahale
4- Devrimciler eliyle kentlerin fethedilmesi ve rejimin düşürülmesi
ABD ve AB ile koordinasyon halindeki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 9 Ağustos 2011 tarihli ziyaretinde Suriye’ye “bizim uydumuz ol kurtul” teklifini iletmiş, Şam’ın bunu reddetmesinden yaklaşık bir hafta sonra yani 18 Ağustos’ta, Obama ve Avrupalı liderler Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e çekilme çağrısı yapmıştı.
Önce Arap Birliği, sonra da “Suriye’nin Dostları” girişimi 18 Ağustos kararı üzerine başlatıldı ve Suriye’de Libya modelinin şartları oluşturulmaya çalışıldı; ama planla sahadaki gerçeklik bir türlü birbirine uydurulamadı.
1- Devrime liderlik etsin diye İstanbul’da Ulusal Konsey adlı bir örgüt kurdular; ama kendi içinde yeterince sorunlu ve heterojen olan bu örgüt, uluslar arası dostlarından başka kimseyi temsil edemedi. Öte yandan yönetim içinden büyük kopuşlarla örgüt güçlendirilemedi ve yönetim de yalnızlaştırılamadı.
2- ABD, Fransa, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dan oluşan ‘Dostlar’ın girişimiyle kurulan Ulusal Konsey, içeride silahlananlar üzerinde belirleyicilik kuramadı, içerideki silahlılar ise 2011 yılının haziran ayından itibaren her türlü çabayı göstermesine rağmen Suriye’de bir “Bingazi” yaratmayı başaramadı.
3- Bunun üzerine Fransa’nın eski Dışişleri Bakanı Alain Juppe’nin dehası devreye girdi ve “insani yardım koridoru oluşturulması” adı altında içeride kurtarılmış bir bölge yaratılıp bu bölgenin güvenliğinin sağlanması için “koruma sorumluluğu” çerçevesinde bir uluslar arası müdahalenin zemini oluşturulmaya çalışıldı; ancak bu kez de Libya devriminden gerekli dersi çıkaran Rusya ve Çin buna izin vermedi.
Suriye’de Libya modeline dayalı devrimin bu ilk üç aşamasına ilişkin şartları oluşturmakta başarısız olan “Dostlar”, “Suriye’de akan kan, sızlayan vicdan” mersiyeleri okuyarak girmiş göründükleri Annan Planı sürecinde dördüncü aşamanın şartlarını oluşturmaya başladılar. Bunu da şu zaman dizgesi (timeline) içerisinde yaptılar.
1- Tunus’taki 24 Şubat tarihli Dostlar toplantısında Suudi Arabistan ve Katar Suriyeli muhaliflerin silahlandırılmasını talep etti.
2- Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dan oluşan “Küçük Dostlar” Suriyeli muhaliflerden ve başka ülkelerden gelen militanlardan bir kiralık devrimci ordu oluşturdu ve Annan planını sabote etmek için her türlü çabayı gösterdi.
3- Mart sonuna kadar muhaliflerin silahlandırılmasına karşı çıkan Obama yönetimi, Cumhuriyetçilerin “Suriye devrimine karşı ahlaki yükümlülüklerini” vurgulayan seçim propagandaları ve Küçük Dostların liderlik çağrıları karşısında daha fazla dayanamadı ve Nisan ortasından itibaren oyuna dahil oldu.[1]
4- Kiralık devrimciler mayıs ayından itibaren Amerika’nın koordinasyonu ve Suudilerle Katarlıların finansmanı ile Türkiye’de silahlandırıldı, eğitime alındı, Suriye ordusuna ilişkin istihbaratın toplanmasında keşif uçakları bile kullanıldı ve harekat planı hazırlandı.
5- 18 Temmuz’da Şam yönetiminin savunma ve güvenlik konularından sorumlu karar vericileri ortadan kaldırıldı.
6- Kiralık devrimciler sahaya sürüldü ve iç savaş başlatıldı.
Libya’daki devrimciler Bingazi’de kaldıkça Kaddafi rejimi açısından ciddi bir sorun oluşturamamıştı; ancak NATO’nun Kaddafi ordusunun komuta kontrol merkezlerini vurması, rejimin savunma mekanizmasını çökertmiş nitekim devrimcilerin başkent Trablus’a girmesinden kısa bir süre sonra da Kaddafi linç edilmişti.
Suriye’nin komuta kontrol sisteminin çökertilmesini amaçlayan 18 Temmuz saldırısı, Libya senaryosunun işte bu son aşamasının ilk ve en etkili adımıydı. Bu adımla devletin savunma ve güvenlik sisteminin çökertilmesi ve rejimin büyük kentleri fethedecek kiralık devrimciler aracılığıyla devrilmesi hedeflenmişti.
Ancak bu arada 18 Temmuz sonrası başlayan savaş, muhaliflerin kendilerine verilen halk desteği ve rejimin zayıflığı ile ilgili anlattıklarının da bir şehir efsanesi olduğunu ortaya koydu. Muhaliflerin ve onları destekleyen uluslar arası aktörlerin beklediğinin aksine kiralık devrimciler Şam’a ve Halep’e girer girmez halk onlara katılmadı; aksine yönetimin yanında kaldı.
Şam yönetiminin 18 Temmuz’dan itibaren izlediği strateji, kendisine yönelik harekat planını doğru analiz ettiğini, bir anda parlayan yangını, bir anda söndürmeye kalkışarak yanma riskine girmek yerine kontrol altına alarak aşamalı bir şekilde söndürmeyi öngören bir kriz yönetimi stratejisi izledi.
Şam yönetimi, Türkiye ve Irak’taki sınır bölgelerini ortak düşmana karşı işbirliği yapabileceği yerel unsurlara terk ederek gücünü kent merkezlerine yoğunlaştırdı. Başkent Şam’da alan hakimiyeti kurmaya çalışan silahlı isyancılar, hiçbir semtte tutunamadı, devlet bir hafta içerisinde Şam’da kontrolü yeniden sağlamayı başardı.
Ürdün ve Lübnan sınırındaki kentlerde isyancılara alan hakimiyeti vermeyen Suriye yönetimi, nihai savaşı Halep’te kabul etti. İki haftalık asker ve lojistik ikmalinden sonra 8 Ağustos’ta silahlı isyancıların kontrolü altındaki Selahaddin semtine giren Suriye ordusunun ilerleyişini sürdürdüğü; ancak 6-7 bin çok uluslu milis gücüyle işgal edilen semtlerdeki temizliğin birkaç hafta daha sürebileceği görülüyor.
Son Cenevre toplantısına katılan Rusya ve Çin’in, ABD ve müttefiklerinin Paris’te yaptığı Dostlar toplantısına “tek taraflılık” suçlaması yönelterek katılmaması, Suriye sorununun bundan sonra açıkça Soğuk Savaş şartları çerçevesinde yönetileceğinin işaret fişeği olmuştu.
Rusya ve Çin, ABD ve müttefiklerinin “Suriye’de akan kan sızlayan vicdan” söylemine inanmış rolü oynamayı Annan planı sabote edilinceye kadar sürdürmüş, o zamana kadar Batılılarla birlikte çözüm ortaklığı politikası izlemişti.
Ancak Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın Suriye içerisine militan ve silah göndererek Annan planını baltalaması ve Amerika’nın da 2012 yılının Nisan ayı ortalarından itibaren kiralık devrimcilerle Suriye’de devrim projesinde liderlik yapmaya başlaması uluslar arası, alanda çözüm ortaklığı anlayışının bitmesine ve Soğuk Savaş şartlarının oluşmasına sebep oldu.
18 Temmuz’dan itibaren Suriye içerisinde Şam yönetimi ile kiralık devrimcilerin sıcak savaşı, uluslar arası alanda ise “Şam’ın Dostları” ile “kiralık devrimcilerin dostlarının” Soğuk Savaşı başladı.
Suriye ile ilgili olarak uluslar arası alanda başlatılacak yeni süreçlerin, Şam ile kiralık devrimcilerin savaşının sonucuna göre belirlenecek olmasından dolayıdır ki Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 18 Temmuz sonrası savaşı “kader tayin edici savaş” olarak niteledi.
Yani artık iç kamuoyunda bile alaycı bir tebessümle karşılanan “Suriye’de akan kan sızlayan vicdan” söylemi, Suriye’de çok uluslu devrim projesinin yumuşak güç silahı olmaktan çoktan çıkmış bulunuyor.
Devrimden sonra açılacak Suriye inşaat ihalelerinin ve pazarının hayaliyle[2] Libyalı, Tunuslu, Kuveytli, Suudi Arabistanlı, Türkiyeli binlerce militanı Suriyelilerin yedeğine katarak oluşturdukları orduyla Suriye’nin altyapısını tahrip ettirenlerin Suriye’de akan kanın en büyük sorumlusu olduğu artık çok açık.
Rusya sürpriz bir çıkış yaparak Bahreyn meselesinin BM Güvenlik Konseyi’ne getirilmesi önerisinde bulundu.[3] ABD, İngiltere ve Fransa’nın muhalefeti sebebiyle bu öneri, 8 Ağustos’taki Güvenlik Konseyi toplantısının gündemine gelmedi ise de Rusya’nın Suriye bağlamında oluşan Soğuk Savaşta nasıl bir mevzide durduğunu ortaya koymuş oldu.
İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Said Celili’nin Suriye, Lübnan ve Irak ziyaretlerinin hemen ardından 9 Ağustos’ta Tahran’da Suriye sorununun çözümü konusunda bir istişare toplantısı düzenlendi. Toplantıya katılan 30 ülkenin Suriye’deki sorunun Annan planı temelinde çözümünü desteklediği açıklandı.[4]
Uluslar arası alanda oluşan bu Soğuk Savaş kutuplaşmasının, içeride büyük bir temizlikle meşgul olan Şam yönetimini rahatlattığı söylenebilir. Çünkü 6 Haziran 2011’deki Cisr eş-Şugur olayından bu yana Suriye’de yaşananlar, “halkın barışçı gösterilerine karşı rejimin şiddet kullanması” klişesiyle izah edilemeyecek büyüklüğe ulaştı.
Öte yandan Şam yönetiminin başından beri dile getirdiği “dış destekli komplo” izahının artık bir komplo teorisi olmadığı açıkça görüldü. Dolayısıyla yeni Soğuk Savaş dengesinde “Şam’ın Dostları”nın “isyancıların dostları”na karşı tutumlarını bu verili durum üzerinden belirlemeye başlaması Şam’ın iç temizliğine verilen güçlü bir destek anlamına geliyor.
Uluslar arası alanda Soğuk Savaş, Suriye içerisinde ise bir iç savaş şartlarının hakim olduğu mevcut konjonktürde Suriye güvenlik güçlerinin birkaç hafta içerisinde Halep’teki yangını söndürüp tıpkı şu an Şam’da yaptığı gibi soğutma çalışmalarına başlayacak olması hiç de ihtimal dışı bir senaryo olarak gözükmüyor.
Elbette 900 kilometrelik sınırıyla Türkiye’nin Amerika, Suudi Arabistan ve Katarlı ortaklarıyla Suriye’deki teröre destek vermeyi sürdürmesi durumunda Şam yönetiminin ülkedeki yangını tamamen söndürüleceğini söylemek çok gerçekçi değil. Ancak büyük kentlerde isyancıların alan hakimiyetine son vermesi durumunda sınır bölgelerinin kontrolüne ağırlık verecek olan Şam yönetimi açısından mevcut “devrim sürecinin” bir terörle mücadele sürecine dönüştürülmesi son derece mümkün.
Devrim sürecinin terörle mücadele sürecine dönüştürülebilmesi, Şam yönetimi açısından sürdürülebilir bir durum yaratırken özellikle Türkiye açısından hiç de tahammül edilebilir olmayan güvenlik sorunları yaratacağı ortadadır. Çünkü
1- 2011’de Suriye’de bir insani facia görüntüsü vererek sorununu uluslar arası bir krize dönüştürmek için mülteci projesi hazırlayan Türkiye’nin, en önemli tarafı olduğu Suriye iç savaşından kaçıp kendisine sığınan on binlerce Suriyeliye bakmak zorunda kalacağını söylemek mümkün.
2- Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın kiralık devrimciler aracılığıyla yürüttüğü vekalet savaşına başkanlık seçimlerinin siyasal şartlarında gönülsüz olarak katılan Washington’daki Demokrat yönetimin seçimlerden zaferle çıkması durumunda bu vekalet savaşına yaptığı liderlikten istifa etmesi kuvvetle muhtemel gözüküyor.
3- Kentlerdeki isyancıların alan hakimiyetine son veren Suriye’nin Lübnan, Irak ve Ürdün sınırında tam kontrolü sağlayıp Türkiye sınırının güvenliğini PYD ile paylaşması ve bunu da ülkede gerçekleştirilen reformlar ve Kürt haklarının iadesi çerçevesinde yapması, Suriye’ye bir tampon bölge kazandırırken Türkiye açsısından bir güvenlik riski yaratacağı söylenebilir.
Gözüken o ki kiralık devrimciler üzerinden yürütülen vekalet savaşı “Suriye’nin Dostları” açısından son durak. Bu devrimin başarıya ulaşamaması durumunda bu durakta inecek olan ABD, Katar, Fransa ve Suudi Arabistan’ın taşıması gereken yük çok az.
Ankara da bunun son durak olduğunu ve bütün enkazın ve yükün kendisine taşıttırılacağını bildiği için bu kadar gergin; ancak Ankara yönünü kendisini bölgesine taşıyacak alternatif yola çevirmek yerine hala Tahran’a ve Bağdat’a haddini bildirmeye çalışarak köprüden önceki son çıkışı da kaçırmakta kararlı gözüküyor.
[1]http://www.ydh.com.tr/YD332_18-temmuz-saldirisi-ve-suriyede-cok-uluslu-savas.html
[2]http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1086780&CategoryID=77
[3]http://www.irna.ir/News/80268171/پیشنهاد-غافلگیركننده-روس-ها-درباره-بحرین-در-جلسه-شورای-امنیت/خارجي/