Suudi Arabistan yönetimindeki son değişiklikler, bölgesel liderliğin sadece ağırlık merkezinin değil, ruhunun da değişmekte olduğunu gösteriyor.
Osmanlı devletinin çöküşünün ardından bölgesel liderlikte ilk ağırlık merkezi haline gelen yerin Kahire olması doğaldı; çünkü Sykes-Picot bölgeyi ulus-devletler olarak parsellemişti ve bölgenin ulus-devlet potansiyelleri bakımından en güçlü ülkesi Mısır’dı.
Şeklen bağlı olduğu Osmanlı halifesinden bile güçlü hidivlerin diyarı Mısır, Cemal Abdunnasır ile birlikte tartışmasız bir şekilde bölge lideri oldu.
Mısır liderliği ve Cemal Abdunnasır ruhu
Abdunnasır’ın Mısır’ı, iç politikada ‘devrimci’, dış politikada da ‘ilerici’ bir ruha sahipti. Krallıktan cumhuriyete geçişle ‘devrimci’, ‘yeni sömürgecilik’ ve İsrail karşısındaki tutumuyla da ‘ilerici’ ruhun tüm bölgeye yayılmasına liderlik etti.
Irak, Suriye ve Yemen’de krallıkları deviren Mısır liderliğindeki ‘devrimci’ ruhun; İngiltere, Fransa ve İsrail’le savaşma pahasına Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi ve 1967’de ve 1973’te tüm Arap dünyasının İsrail’e karşı birleştirilmesi ise ‘ilerici’ ruhun eseriydi.
Mısır liderliği ve Camp David ruhu
1970’lerin sonlarına gelindiğinde bu ‘ilerici’ ve ‘devrimci’ ruhtan eser kalmamıştı; çünkü iç politikada cumhuriyet adı altında tek parti rejimleri, dış politikada ise yenilgi ve toprak kayıplarının yarattığı moral çöküntüsünden kaynaklanan bir teslimiyet hali söz konusuydu.
Sykes-Picot’ya isyan eden Mısır liderliği, ‘ilerici’ ve ‘devrimci’ ruhunu 1978’de Camp David’de teslim ettiyse de, liderlik rolünü yitirmedi.
Arap Baharı’na kadar liderlik rolünü sürdüren Mısır, bu kez İsrail’in varlığını ve güvenliğini garanti eden Camp David ruhuyla tüm bölgenin başkalaşmasına öncülük etti.
FKÖ’nün İsrail’i tanıyarak Oslo anlaşmasını imzalaması, Ürdün’ün İsrail’le diplomatik ilişki kurması ve Suudilerin 1967 topraklarına karşılık İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini önermesi, Mısır’ın Camp David ruhunun eseriydi.
Mısır, bölgesel liderlikte ağırlık merkezi olma özelliğini ‘Arap Baharı’ ile kaybetti.
Katar liderliği ve ‘Arap Baharı’ ruhu
Bölgesel liderlik açısından bakıldığında ‘Arap Baharı’, aslında bir ‘Katar Baharı’ oldu. Katar, ulus-devlet potansiyelleri açısından bölgenin en zayıf ülkelerinden biri olmasına rağmen para, dini ideoloji ve medya gibi yumuşak güçleri çok etkili bir şekilde kullanarak Arap isyanlarının en etkili aktörü oldu.
Katar’ın 2011’den Muhammed Mursi yönetiminin devrildiği 30 Haziran 2013’e kadar süren kısa liderlik döneminde bölgede tüm kavramsal değerlerin içini boşaltan bir ruh hakim oldu.
Yemen’de Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in koltuğunu yardımcısı Abdurrabbih Mansur Hadi’ye bırakması ‘Arap Baharı’ ruhu sayesinde bir devrim olarak kutlandı.
Tunus ve Mısır’da önceki rejimlerin yaptığı tüm anlaşmalara bağlılık bildiren bir ‘devrim’ ‘Arap Baharı’ ruhuyla mümkün oldu.
Libya’da uluslar arası müdahale çağrısı yapan, Suriye’de 6 ülkenin istihbarat servislerinin güdümünde kendi ülkesini tahrip eden devrimci tipi ‘Arap Baharı’ ruhuyla ortaya çıktı.
Katar’ın bölgesel liderliği iki yıl sürdü; ancak ‘Arap Baharı’ ruhu şu sonuçları üretti:
1- Arap dünyasındaki tehdit algısı dış düşmandan iç düşmana dönüştü. Devrim olmayan ülkeleri ‘Bahar’ kaygısı, devrim olan ülkeleri iç çatışmalar veya savaşlar sardı. Suriye’de destekledikleri örgütleri içeride terör örgütü listesine alan Suudi Arabistan ve Ürdün, ‘Bahar’ kaygısı yaşayan ülkelere dair bariz bir örnek oluşturdu.
2- Bölgesel liderliğin yumuşak güç kullanımına dayalı olması, başta din veya mezhep olmak üzere tüm değerlerin güç ve iktidar aracı haline getirilmesine, dolayısıyla da toplumsal ayrışma ve çatışmaların derinleşmesine neden oldu. Örneğin Arap Baharı öncesinde ‘Direniş Ekseni’ ve ‘Ilımlılar Ekseni’ olarak siyasi düzeyde kalan çelişki, üretilen ‘Şii Hilali’ kavramı ile toplumsal düzeyde derinleştirildi.
3-Tehdit algısının iç düşman şekline dönüşmesi, rakibini tasfiye etmek isteyen iç güçleri dışarıdan destek aramaya sevk etti. Bu ise dış güçlere geniş bir müdahale imkanı sundu. Seçimle iktidara gelen Mısır ve Tunus’taki İhvan partileri, destek aldıkları Katar’ın Suudi rekabetine yenilmesi sebebiyle iktidarlarını kaybetti; taraflar, ABD’den hakem rolüyle müdahale bekledi. Libya devrimi ve Suriye’deki iç savaş devrimcilerin dış müdahale talebi ile gerçekleşti.
4- İçeride çatışan taraflara destek olan dış güçler arasındaki rekabet, devletler arasında soğuk savaşların yaşanmasına sebep oldu. Suudi Arabistan ve Katar’ın Mısır’da yaşadığı çatışma tüm Körfez’i kutuplaştırdı ve Riyad ve Doha merkezli bir soğuk savaşa sürükledi.
Arap Baharı ruhunun bölgede kontrol edilebilir olmayan riskler yaratmaya başlaması, Katar’ın bölgesel liderliğinin sonunu getirdi. Babasını darbe ile deviren eski Emir Hamad bin Halife’nin tahtını oğlu Temim’e bırakması, Suriye konusunda etkisizleşmesi ve Mısır’daki İhvan yönetiminin devrilmesine seyirci kalması, Katar’ın liderlik rolünün sona erdiğinin göstergeleri oldu.
Suudi liderliği ve yeni muhafazakar ruhu
30 Haziran 2013’ten sonra ‘Arap Baharı’ ile Katar’ın nüfuz bayrağının dalgalandığı her yerde Suudi bayraklarının dalgalanmaya başlaması, Katar’ın sona eren liderlik rolünün Suudi Arabistan’a geçtiğini gösterdi.
Suriye Ulusal Koalisyonu liderliğini Suudiler belirledi, İhvan sadece Mısır’da değil, tüm bölgede Suudiler tarafından yalnızlaştırıldı.
İhvan’ın Tunus kolu olan Nahda, Mısır tecrübesinin ardından seçimle geldiği iktidarını paylaşmak zorunda kaldı.
Yemen ve Bahreyn dosyalarını zaten başından beri elinde tutan Suudiler, son aşamada doğrudan Katar’ı hedef almaya ve Körfez’deki ortaklarıyla birlikte açıkça Doha’yı tehdit etmeye başladı.
Katar’ın bölgesel müttefiki Türkiye ile birlikte reel gücünü ve imkanlarını aşan hevesler peşinde koşması ve ABD’nin bölgede Arap Baharı öncesinin yerel aktörleriyle çalışmak istemesi, Washington’un Suudilerin liderlik rolünü desteklemesinde önemli bir rol oynadı.
Yemen ve Bahreyn konusunda zaten son derece uyumlu çalışan, Mısır’da ise çıkarları buluşan Riyad ve Washington, sadece iki konuda sorun yaşadı.
ABD’nin eylül ayında Suriye’ye askeri müdahaleden vazgeçmesi ve hemen ardından İran’la nükleer müzakere anlaşması yapması, Suudileri Washington’u tehdit edecek düzeyde öfkelendirdi.
Fakat Suudileri daha istikrarlı bir müttefik olarak gören Amerikan yönetimi, meseleyi Washington-Riyad sorunu olarak değil, Bender bin Sultan sorunu olarak gördüğünü ortaya koydu ve bölgesel liderliği Suudilerden almak yerine Suudilere liderlik rolü kazandıran araçların yönetimini Bender bin Sultan’dan almayı tercih etti.
Suudi rejimine yeni muhafazakar format
ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford, Suriye Ulusal Koalisyonu adlı muhalif grubu, 22 Ocak’ta yapılacak Cenevre-2 görüşmelerine katılmaya ikna etmek için yaptığı toplantıda mart ayına kadar Suudi Arabistan’da ciddi yönetim değişiklikleri olacağını söylemiş ve Suriye dosyasının Bender’den alınacağını vurgulamıştı.
Bender bin Sultan resmen görevden alınmadı; ancak ‘tedavi amacıyla’ ABD’ye gittiği 2014 başından itibaren Bender’in tüm yetkileri İçişleri Bakanı Prens Muhammed bin Naif’e devredildi.
Robert Ford’un üç ay öncesinden Suudi yönetiminde ciddi değişiklikler olacağına dair açıklaması, Bender bin Sultan’ın sahneden çekilmesi ve Suudi yönetiminin Suriye’de Bender’in desteklediği örgütleri terörist listesine alması, şahinlerin tasfiye edileceği şeklinde bir algı oluşturmuştu.
ABD’nin Cenevre-2’deki siyasi çözüm samimiyeti ve Bender bin Sultan’ın görevden resmen alınması Suudi bölgesel liderliğinin sona erdiğine dair göstergeler olacaktı; ancak beklenin aksine ABD Cenvere-2’den sonra yeniden savaş seçeneğine döndü ve geçen hafta da Bender’in görevine yeniden başlayacağı açıklandı.
Suudi Arabistan’da ‘şahinler’ olarak nitelenen İstihbarat Şefi Bender bin Sultan ile Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal, İran’la yapılan nükleer anlaşmadan duydukları öfkeyi gizlemeyen ve İran konusunda İsrail’le aynı kaygılara sahip olduklarını açıklamaktan çekinmeyen isimlerdi.
Öte yandan Kral Abdullah’ın en küçük kardeşi olan Mukrin bin Abdulaziz’in geniş yetkilerle veliaht yardımcılığına atanması, Riyad’daki yönetim değişikliğinin şahinler lehine olduğunu gösteriyor.
1945 doğumlu ve İngiltere Kraliyet akademisi mezunu olan Mukrin bin Abdulaziz, savaş uçağı pilotu bir asker ve yeğeni Bender bin Sultan’a oldukça yakın bir prens.
Dış politikada Direniş Eksenine karşı İsrail’e işbirliği mesajları gönderen Bender bin Sultan, Turki el-Faysal ve Suud el-Faysal kadar şahin ve iç politikada reformcu bir seçkin olarak tanınıyor.
İran ve bölgesel müttefikleri konusunda son derece kaygılı bir isim olarak bilinen Mukrin bin Abdulaziz, 2008’de WikiLeaks’te yayımlanan bir belgede Amerikalıları “Şii Hilali giderek bir dolunay halini alıyor” şeklinde uyarmasıyla meşhur.
İran’a yönelik yaptırımların ağırlaştırılması gerektiğini savunan Prens Mukrin’in, içeride Kral Abdullah’a dışarıda ise Amerikalılara son derece yakın bir isim olduğu için yükseldiği bildiriliyor.
ABD Başkanı Barack Obama’nın geçtiğimiz Cumartesi günü gerçekleşen Suudi Arabistan ziyaretinde tarafların başta Suriye olmak üzere bölgesel konularda görüş birliği içerisinde oldukları vurgulandı, farklılıkların sadece detaylarda olduğu söylendi.
Daha önce muhalifleri sadece ‘öldürücü olmayan silahlarla’ desteklemekten yana olan ABD, silahlandırmaya destek vererek Suudi pozisyonuna yaklaşırken; Suudiler de Suriye’de kimlere ne tür silahlar verileceğine dair son kararı ABD’nin vermesini kabul ederek Washington’a yaklaşmış oluyor.
Obama’nın Suriye’ye müdahaleden vazgeçmesi ve İran’la nükleer anlaşmaya varması sebebiyle Washington’u istihbarat paylaşmamakla tehdit eden Bender’in üç ay uzaklaştırıldığı görevine yeniden döneceğinin açıklanması ve Prens Mukrin’in veliaht yardımcısı olarak atanması aradaki buzların eridiğini gösteriyor.
Obama’nın son Riyad ziyareti sırasında verilen mesajlar, Suudi şahinlerin liderlik rolüne güvenoyu şeklinde okunabilir.
Suudi şahinler Direniş Eksenine karşı İsrail’le açık işbirliğine hevesli olmalarından ve bölge Arap Baharı öncesinin siyasi elitlerini yeniden sahneye taşıyabilme kapasitelerinden dolayı Washington’un güvenoyunu hak ediyor.
Suudi şahinlerden beklenen şey sadece Doha ve Ankara gibi verilen liderlik rolünü abartıp kendilerini karar verici olarak görmemeleri ve Washington’u belirsiz maceralara sürüklememeleri.
Riyad’ın hazırladığı son terör örgütleri listesi, Suudi maceracılığının Suriye’de aşırı grupları güçlendiren Bender’le birlikte tedavi edilmiş olduğunu gösteriyor.
Abdunnasır’ın liderliğindeki ‘ilerici ve devrimci’ ruh, tıpkı şimdiki Direniş Ekseni gibi İsrail’i tanımıyordu. Camp David ruhu, İsrail’i ‘bir gerçeklik’ olarak tanıdı.
Katar liderliğindeki Arap Baharı ruhu, bölgedeki tehdit algısını değiştirdi, düşmanlık namlusunu İsrail yerine içeriye doğrulttu.
Suudi liderliğindeki yeni muhafazakar ruh ise bölgeyi başta Direniş Ekseni olmak üzere iç düşmana karşı İsrail’le işbirliğine taşıma kararlılığında.