Gazze anlaşmasında Türkiye’nin rolü: Filistin Meselesinde çifte standartlı bir seyir

18 Kasım 2025 / Muhammed NUREDDİN

ABD ile tam uyum, İsrail ile köklü ilişkiler ve NATO’ya aidiyet. Osmanlıcı ideoloji ise, Türkiye’nin sınır tanımayan ve sürekli çoğalan hırslarını tamamlayan eksik halkayı oluşturuyor.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kanunî Sultan Süleyman’ın atlarının bastığı son noktaya Türkiye’nin de ulaşacağını her zaman tekrar ediyordu. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin liderlerinden, teorisyeni ve akademisyeni Ahmet Davutoğlu’nun doğrudan etkisiyle benimsedikleri “Yeni Osmanlıcılık” doktrininin bir yansımasından ibaret değildi; zira bu doktrin, AK Parti iktidarı boyunca Türkiye’nin dış politikasının en önemli belirleyicilerinden biri hâline gelmişti.

Her ne kadar Davutoğlu bu yönelimin mimarı ve kurucusu olsa da 2016 yılında Davutoğlu’nun siyasi denklemden çıkarılması, bu yönelimi frenlemek bir yana, Erdoğan’ın Türkiye’nin coğrafi sınırlarının dışına taşan bu politikaları fiilen uygulama aşamasına geçmesine engel olmadı. Erdoğan’ın “Türkiye, Türkiye’nin coğrafyasından daha büyüktür” sözü meşhur olurken, selefi Abdullah Gül ise “Türkiye, Anadolu’nun sınırlarına hapsedilemez” diyordu. Bu nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin politikaları, Yeni Osmanlıcılık’ın nal sesleri eşliğinde ilerliyordu.

Bu noktadan hareketle, Erdoğan Suriye’yi —‘Arap Baharı’ diye adlandırılan olayların başlamasından sonra— “Türkiye’nin iç meselesi” olarak kabul etmiş, Emevi Camii’nde namaz kılmakla tehdit etmiş ve Suriye muhalefetine tüm imkânlarla destek vererek eski Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesi için çaba göstermişti. 2016 yılında şöyle diyordu: “Suriye’ye, zalim Beşar Esad’ın rejimini devirmek dışında hiçbir nedenle girmedim.”

Aynı çizgide, Türkiye’nin dış müdahaleleri Suriye’den sonra Libya’da Trablus’taki Fayiz es-Serrac hükümetini, doğudaki rakipleri Halife Hafter önderliğinde toplandığında, güçlü biçimde destekleyerek Mısır’ın arka bahçesinin kapısını sertçe çalmasına kadar uzandı.

Erdoğan, Azerbaycan ordusunu desteklemekten ve Azerbaycan’ın 2020 ve 2023’te Ermenistan’a karşı yürüttüğü iki savaşta yanında durmaktan geri durmadı. Ardından da 10 Ağustos 2025’te Washington Anlaşması’nı Erivan’a ve Başbakan Nikol Paşinyan’a dayatarak Türkiye’nin Kafkasya’daki nüfuzunu genişletti. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, Katar’dan Cibuti’ye ve Somali’ye kadar birçok ülkede askeri üsler doktrini benimsedi ve Sudan’daki savaşlara da taraf olarak dâhil oldu.

Türkiye, ister aracılık girişimleriyle isterse Birleşmiş Milletler tarafından dünyanın çeşitli bölgelerinde oluşturulan herhangi bir kuvvete katılmak suretiyle, her zaman “sahnenin içinde olmak” için büyük çabalar sarf etti. Bu durum özellikle Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşı durdurmak için yürüttüğü arabuluculuk çabalarında daha belirgin hâle geldi; zira Türkiye her iki tarafla da iyi ilişkilere dayanarak hareket etti. Fakat nihayetinde Türkiye başka bir yerde duruyordu — ki işte burası, özellikle 2025 yılında Türk dış politikasının asıl meselesini teşkil etmektedir.

Kanaatimizce Türkiye’nin dış politikasını II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dört belirleyici unsur yönlendirmiştir:

1- Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler:

Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetlerin Türkiye’den toprak talebini ve Boğazlarla ilgili Montrö Sözleşmesi’ne ortak olma isteğini reddetti; bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri’ne yöneldi ve Mart 1947’de Washington’la bir askerî anlaşma imzaladı. Bu, Ankara ile Washington arasında günümüze kadar devam eden askerî ve siyasî stratejik ittifakın başlangıcıydı.

2- İsrail ile ilişkiler:

Mart 1949’da Türkiye, yeni kurulan İsrail devletini tanıyarak onu tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. Bu ilişkiler —açık ve gizli tüm boyutlarıyla— günümüze kadar devam etti. Türkiye’de iktidarın laik, İslamcı veya milliyetçi oluşu bu ilişkinin sürekliliğini değiştirmedi.

3- Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyeliği:

Şubat 1952’de Türkiye, NATO’ya üye olarak, içinde tümü Hristiyan ve İsrail’in müttefiki ülkelerin bulunduğu bu ittifaka bugüne dek katılan ilk ve tek Müslüman devlet oldu. Bu üç sabite, sonraki on yıllar boyunca ve bugünlere kadar Türk dış politikasını belirlemeyi sürdürdü. 

Zaman zaman Amerika, İsrail ve NATO ile ilişkilerinde yaşanan bazı anlaşmazlıklar veya sert tutumlar bu sabitelerin bütünlüğünü ve onlara sadakati zayıflatmadı. Bu sabiteler, kanaatimize göre, Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki konumunu ve rolünü anlamanın en önemli anahtarlarındandır.

4- İktidardaki otoritenin doktrini:

Atatürk döneminde Türkiye’nin dış politikasını, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine dayanan laiklik ve tarafsızlık doktrini şekillendirdi. Soğuk Savaş döneminde de laiklik anlayışı, dış politikanın oluşumunda etkisini sürdürdü; ancak bu kez ABD, İsrail ve NATO ile kurulan ittifakla birlikte. Ayrıca bu çok önemli noktadır ki, Türkiye dış ülkelerle ilişkilerinde onların iç işlerine karışmama ilkesini benimsedi; ilişkiler devlet ile devlet arasında, eşitlik temelinde yürütüldü. En karmaşık meseleler (örneğin 1998’de PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması meselesi) dahi Türkiye’nin bu politikasını yeniden gözden geçirmesine yol açmadı.

2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde Türkiye, ilk üç sabitesini korumakla birlikte, dış politika yaklaşımına yeni bir çıkış noktası ekledi: Türk milliyetçisi boyutu ile dinî-mezhebî boyutu olan Yeni Osmanlıcılık. Bu yaklaşım, dış politikadaki bazı önemli dosyalar üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olacaktı.

Eğer milliyetçi yön tüm Türk partileri —sol partiler dâhil— arasında ortak bir unsur idiyse, Osmanlıcı ideolojinin benimsenmesi Türk dış politikasına, daha önce ancak çok sınırlı ölçüde var olan yeni bir ölçüt ekledi. Erdoğan döneminde Türk yayılmacılığının öncelikleri, diğer tüm ‘ilkesel’ davranış biçimlerinin ötesinde, 2025 yılının son aylarında yaşanan pek çok örnek üzerinden belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Burada bunlardan sadece birkaçını aktarmakla yetineceğiz:

1- Gazze’den Filistinlilerin sürülmesi

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Donald Trump’ın Filistinlilerin Gazze’den Ürdün ve Mısır’a sürülmesi ve tıpkı Fransız Rivierası örneğinde olduğu gibi orada turistik projeler inşa edilmesi çağrısına, sadece genel bir ifadeyle yanıt vererek utanç verici ve “yasak alana giren” bir konuma düşmekten kaçındı.

Erdoğan’ın, özellikle Trump’ın görev döneminin başında, Trump ile bir kriz çıkarmak istemediği açıktı; zira Erdoğan, Trump’ın Suriye’den Amerikan askerlerini çekme yönündeki tutumuna bel bağlıyordu. Erdoğan yanlısı kalemler, Erdoğan’ın Trump ile polemiğe girmekten kaçınmasını pek çok nedenle savundu. Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Hakan, “Cumhurbaşkanı’nın Trump’a doğrudan yanıt vermemesi tam isabet olmuştur” dedi. Muhalefeti, Erdoğan ile Trump arasında bir kama oluşturmak ve Filistin meselesine zarar vermekle suçladı. Hakan, Erdoğan’ın Trump’a vereceği herhangi bir yanıtın, Erdoğan’ın Trump ile kuracağı diyalog ihtimallerini patlatacağını söyledi. Hakan şöyle çağrıda bulundu: “Sayın Cumhurbaşkanı, Trump’a cevap vermeyin.”

Buna karşılık muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yücel, “Erdoğan’ın suskunluğu, Trump ile ilişkisine dair gerçekleri örtbas etmekten ve onunla dostluğunu sürdürme arzusundan başka bir şey değildir; ayrıca Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde roller üstlenme isteğini göstermektedir” dedi. Yücel sözlerini şöyle sürdürdü: “Erdoğan’ın İsrail’in Filistinlilerin imhasına verdiği desteğe karşı sessizliği sadece Filistin davasına hizmet etmemekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin dünyadaki saygınlığını da azaltıyor.”

2- Amerika’nın İran’a saldırısı

22 Haziran 2025 sabahında Amerikan savaş uçakları, İran’ın nükleer tesislerine birçok noktada kapsamlı bir saldırı düzenledi. Bu, ABD’nin İran’a doğrudan saldırdığı ilk olaydı.

İlginç olan, Türkiye’nin tepkisiydi. Zira Türkiye, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını kınarken, Washington’u kınamaktan kaçındı ve gerçekleşeni ‘saldırı’ olarak nitelemekten özenle uzak durdu. Türk Dışişleri Bakanlığı, olayın sonuçları konusunda “derin endişe” duyduğunu belirten bir açıklamayla yetindi. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yalnızca bölgedeki duruma ilişkin gelişmelerin sonuçlarına dair uyarıda bulundu; böylece ABD’nin saldırısını kınamaktan ve dolayısıyla Başkan Donald Trump’ı kızdırmaktan kaçındı.

3- New York Bildirisi:

31 Temmuz 2025’te Birleşmiş Milletlerde Fransa ve Suudi Arabistan’ın himayesinde düzenlenen iki devletli çözüm konferansından çıkan ‘New York Bildirisi’, Türkiye’nin imzaladığı sıradan bildirilerden biri değildi. Hatta denilebilir ki Türkiye’nin bu bildiriyi imzalaması, son yirmi yılda her yönüyle tanıdığı Hamas Hareketi’nden “ayrışma anı” ve Gazze’deki duruma ilişkin İsrail–Amerikan perspektifiyle uyumlu bir tutum alış anlamına geliyordu.

‘New York Bildirisi’, Filistin meselesinin çözümü çağrısında Hamas ile İsrail arasında eşit mesafede durmaya çalıştı. Eğer Hamas ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır arasındaki düşünce ve pratik farklılığı zaten bilinen bir durumsa, Türkiye açısından mesele biraz ‘tuhaf’ görünüyordu. Çünkü Türkiye ile Hamas’ı, ideolojik ortaklıklar kadar, Filistin sahasında ve çeşitli ülkelerde rejim değiştirme girişimlerinde ortak seyir noktaları birleştiriyordu.

Fakat bildirinin özellikle Hamas’a ilişkin maddeleri, Adalet ve Kalkınma Partisi dönemindeki Türk dış politikasının genel çizgilerine göre yeni bir durumdu.

Türkiye’nin ve diğer 17 ülkenin imzaladığı bildiride, İsrail ve Hamas, yaşananlardan eşit derecede sorumlu iki taraf gibi sunuluyordu. Bu ise tüm gerçeklikleri —başta Batı Şeria ve Gazze’de Filistin’den geriye kalan toprakların tamamen işgal ve kuşatma altında olduğu gerçeğini— tamamen göz ardı eden, son derece haksız bir durumdu. Zira herhangi bir Filistin hareketinin topraklarını her türlü yolla özgürleştirmeye çalışması en doğal hakkıdır.

Bildirinin Hamas’la ilgili maddeleri şöyleydi:

1- Dördüncü maddede, “Hamas’ın 7 Ekim’de sivillere karşı gerçekleştirdiği saldırıların kınanması” yer alıyordu; oysa söz konusu operasyon işgalin bir sonucuydu, sonrasında yaşananların sebebi değildi.

2- Beşinci maddede, iki devletli çözümün “tüm şiddet türlerine ve devlet dışı aktörlerin oynadığı istikrarsızlaştırıcı role son vermenin en iyi yolu” olduğu belirtiliyor; burada Hamas’a “devlet dışı aktör” olarak açık bir gönderme yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda istikrarsızlıkla suçlanıyordu.

3- Ve bildirideki Türk dönüşümü açısından en önemli nokta, on birinci maddede yer alan şu ifadeydi: “Hamas’ın Gazze’deki yönetimine son vermesi ve silahlarını Filistin Yönetimi’ne teslim etmesi gerekmektedir.”

Yine 13. maddede ise, “Gazze’de çalışmaların yönetimini devralmak üzere, Filistin Yönetimi’nin himayesi altında derhal bir geçici idari komite kurulması” ve Gazze’de güvenliği sağlamak için uluslararası güç oluşturulması çağrısında bulunuluyordu.

Kırk maddeden oluşan bildirinin diğer tüm noktalarından bağımsız olarak —ki bildirinin bağlayıcı olmadığı, ne resmî ne de BM kararı niteliği taşıdığı vurgulanmalıdır— Türkiye’nin bu bildiriyi imzalaması şu anlama geliyordu:

1- Hamas’a, toprağı özgürleştirmenin yolu olarak silahlı mücadeleden vazgeçme çağrısı.

2- Gazze’deki yönetimine son verilmesi ve yetkinin Filistin Yönetimi’ne devredilmesi; Gazze Şeridi’nin güvenlik ve ekonomi alanlarında uluslararası kurumlar tarafından yönetilmesinde merkezi bir rol üstlenmeleri.

Her ne kadar Türk hükümeti bildiriyi imzalamasını çeşitli gerekçelerle savunmuş olsa da bu tutum, Türkiye’nin Hamas’a teorik düzeyde verdiği destekten vazgeçmesi ve Türkiye’nin Hamas’ı —tıpkı genel olarak Müslüman Kardeşler hareketini de— bölgedeki Osmanlıcı boyuta sahip ulusal çıkar hesapları ve içeride Filistin davasına destek veren seçmen tabanını kazanma amacıyla kullandığı bir dönemin sonunu mühürlemesi anlamına geliyordu.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir husus da şudur: Türkiye’nin Hamas’ın silahsızlandırılmasına ve Gazze’deki yönetimine son verilmesine onay vermesi, ABD’ye güçlü bir mesajdı; bu, Ankara’nın Donald Trump’ın Filistin meselesine ilişkin tutumlarıyla tam bir uyum içinde olduğunun ve Erdoğan’ın Trump’ı bir başka konuda daha memnun etmeye devam etme arzusunun bir yansımasıydı.

4- Türk–Arap–Kürt ittifakı:

Adalet ve Kalkınma Partisi her yıl 26 Ağustos 1071’de Selçuklular ile Bizanslı Romalılar arasında Doğu Anadolu’da gerçekleşen Malazgirt Savaşı’nı kutlar. Bu savaşta Selçuklu Sultanı Alparslan, rakiplerini yenmiş, hatta imparatorları IV. Romen Diyojen’i esir almıştı. Ancak savaşın en önemli sonucu, Anadolu’nun Selçuklulara geniş biçimde açılması ve bölgenin Türkleşmesine ve İslamlaşmasına zemin hazırlamasıydı. Bu savaş, İslam ve dünya tarihinin büyük ve belirleyici savaşlarından biridir.

Erdoğan ve iktidar ortağı, Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli, Malazgirt zaferinin yıldönümünü birlikte kutladılar. Erdoğan’ın konuşmasındaki dikkat çekici nokta, 12 Temmuz 2025’te aniden dile getirdiği ve PKK’nın kendini feshedip sembolik olarak silah bırakmasının ardından söylediği şu sözleri tekrarlamasıydı: “Türkiye Kürtlerle ve Araplarla büyür.”

Bu açıklamalar Arap dünyasında yeterli ve gerekli ilgiyi görmedi. Savaşın gerçekleştiği Ahlat şehrinde Erdoğan şöyle dedi:

“Türkler, Kürtler ve Araplar; tarih boyunca zaferlerle dolu ittifaklarını sürdüreceklerdir.”

Ve ekledi: “Biz Türkler, Kürtler ve Araplar, Allah rızası için birbirimizi sevdiğimizde ve ortak hedeflerimize birlikte yürüdüğümüzde birçok başarı elde ederiz. Bu, sevgili Doğu’nun Sultanı Selahaddin Eyyubi’nin, dedemiz Sultan Alparslan’ın ve Sultan Yavuz Selim’in ordularında hâkim olan ruhtu. Malazgirt düğümü bu ruhla çözüldü; Kudüs bu ruhla fethedildi; İstanbul bu ruhla açıldı. Çanakkale geçilmez kılınan ruh da budur.”

Ne var ki Erdoğan’ın Türk–Arap–Kürt ittifakından söz etmesi, yalnızca tamamen Türk çıkarlarına hizmet edecek bir hedef için bunu araçsallaştırma yolundan başka bir şey değildi. Nitekim Erdoğan devamında şöyle dedi:

“Allah’ın izniyle ve milletimizin desteğiyle gelecek nesillere bir armağan vereceğiz: Türkiye’yi büyük ve güçlü kılmak. Tarih yazacaktır ki bu yüzyıl, Türkiye yüzyılı olacaktır.”

Bu durum şu şekilde açıklanabilir: Erdoğan’ın Kürtlerle uzlaşmaya yönelmesi ve Araplarla –burada özellikle kast edilen Suriye– yakınlaşmayı desteklemesi, ne Türkiye açısından içerde Kürt meselesinin çözümü bakımından zorunlu bir ulusal ihtiyaçtan ne de bölgesel düzeyde istikrar ve işbirliğine yardımcı olacak bir gereklilikten kaynaklanmaktadır. Aksine, bütün bunlar “Türk Yüzyılı”nı inşa etmeye dönük güçlü bir itki yaratmak içindir.

5- Filoların Direnişi (“Dayanışma Filosu”)

“Gazze’deki ablukayı kırmak ve orada yürütülen soykırımı durdurmak” amacıyla yola çıkan Küresel Dayanışma Filosu, 2025 Eylül ayı başında Barselona limanından, ayrıca İtalya ve Tunus’taki limanlardan hareket etti; gemiler Tunus’un Sidi Bousaid limanında birleşti. Filoda 70’ten fazla ülkeden, çeşitli toplumsal sınıflardan gelen yüzlerce aktivisti taşıyan elliden fazla gemi bulunuyordu. Filo, İsrail kıyılarına yaklaşmadan hemen önce İsrail makamlarınca durduruldu ve bütün katılımcılar gözaltına alındı.

Ancak dikkat çekici olan şu ki, bu gemilerin hiçbirinin Türkiye’den hareket etmemesiydi. Bunun nedeni, Türk yetkililerin daha baştan “Türk limanlarından çıkışa izin verilmeyeceği” yönündeki olumsuz yanıtıydı. Bu nedenle yüzü aşkın Türk aktivist (katılımcıların üçte biri) Barselona veya Tunus’a gitmek zorunda kaldı. Türk heyetinin koordinatörü Hüseyin Durmaz, bu filonun “insanlık tarihinin en büyük sivil hareketlerinden biri” olduğunu belirterek şunları söyledi: “Türkiye, İsrail’in baskısından duyduğu endişe nedeniyle filonun kendi limanlarından çıkmasına izin vermiyor. Bu yüzden başka limanlardan hareket etme kararı aldık ve Türkiye’den izin istemeyi bile düşünmedik.”

Muhalif yazar İbrahim KirasKarar gazetesindeki yazısında, hükümetin bu tutumunun “Trump’ın öfkesini üzerine çekmek istememekten” kaynaklandığını söyledi. Kiras şöyle yazdı: “Hükümetin Gazze konusundaki ‘hassasiyeti’ aslında sadece kamuoyunun duygularını yönetmeyi hedefliyor. Ama her ne olursa olsun, bir soykırıma karşı acizliği kabullenmek ve olup biteni seyretmek, her gün gözlerimizin önünde açığa çıkıyor.”

6- Gazze…

Erdoğan liderliğindeki Türkiye, ABD ile en iyi ilişkileri koruduğunu gösterecek her fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. Üzücü olan ise, bu hassasiyetin Ankara’nın mazlumların yanında durduğu, özellikle Gazze’deki halkı savunduğu, halklarla dayanışma içinde olduğu, Arap ve İslam ülkeleriyle iyi komşuluk ilişkileri kurduğu, uluslararası platformlarda İsrail’i teşhir ettiği yönündeki sloganlarla taban tabana zıt oluşudur.

Dahası, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri gözetmesi yalnızca iktidara özgü bir yaklaşım değildir; bu, Türkiye’deki pek çok siyasi partinin –CHP dahil– siyasetinde yerleşik bir tutumdur. Nitekim CHP’li yetkili Namık Tan, iktidarın bölgede Amerikan politikalarıyla uyumlu 'akılcı’ çizgisini desteklediğini açıkça ifade etmiştir. Bununla birlikte Türkiye’deki muhalif çevrelerin büyük kısmı, Erdoğan’ın Trump’a yönelik bu gönül alma politikasının asıl hedefinin 2028’de bir kez daha cumhurbaşkanlığına aday olmak ve kazanmak olduğunda hemfikirdir. Bu strateji, “uluslararası toplumun Türkiye’deki istikrarı desteklediği” iddiasıyla meşrulaştırılmak istenmektedir; bu istikrarın da Erdoğan’ın yeniden –hatta belki birkaç dönem daha– iktidarda kalmasıyla sağlanacağı ileri sürülmektedir.

Erdoğan’ın iktidarda kalma arzusu ile Türkiye’nin nüfuz alanını genişletme isteği, İsrail ile Hamas arasında ateşkes anlaşmasına varılması sürecinde Trump ile kurduğu uyumda açıkça ortaya çıkıyor. Bu süreç, Aksa Tufanı operasyonunun ikinci yıldönümünün arifesi olan 2025 Ekim ayı başında yaşandı.

Süreç, Erdoğan’ın New York’ta Trump ile birlikte sekiz İslam ülkesinin katıldığı toplantıya iştirak etmesiyle başladı. Bu toplantıda Trump, Gazze’de ateşkes için hazırladığı yirmi maddelik planı sundu.

Erdoğan toplantıyı “son derece verimli” olarak tanımladı. Ülkesine döndüğünde X platformunda yaptığı paylaşımda, Gazze’de savaşın durması ve barışın sağlanması için “her türlü katkıya hazır” olduğunu belirtti. Ayrıca Trump’ın ateşkesi sağlamak için gösterdiği çabalara özel bir teşekkür göndermeyi de ihmal etmedi.

Karar gazetesi, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın, Katar’ın Hamas’a pazarlamaya çalıştığı plana Hamas’ı ikna etmesi için yoğun baskı yaptığını yazdı; Kalın bu amaçla Doha’ya da gitmişti. İsrail meselesi uzmanı Türk analist Remzi Çetin’e göre, Hamas’ı plana ikna etme görevi Türkiye’ye verilmişti.

Bunu doğrular biçimde Erdoğan, 7 Ekim 2025’te Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapılan Türk Devletleri Teşkilatı zirvesinden dönüş yolunda, New York’taki sekiz İslam ülkesi toplantısında Trump’ın kendisinden Hamas’ı Gazze planını kabul etmeye ikna etmesini istediğini söyledi.

Erdoğan, Trump’ı hayal kırıklığına uğratmadığını belirterek, Doha’da MİT Başkanı ve özel temsilcisi İbrahim Kalın üzerinden ve Şarm eş-Şeyh’teki temaslarla “derhal ve hızla harekete geçtiğini” açıkladı. 9 Ekim 2025’te Trump, Hamas’ın planı kabul ettiğini duyurdu ve Katar, Mısır ve Türkiye’ye özel olarak teşekkür etti.

Erdoğan’ın açıklamalarında dikkat çeken nokta, Hamas’ın planı kabul etmesini şöyle gerekçelendirmesiydi: Hamas artık “başlarını gölgelendirecek tek bir çatı dahi kalmadığı” için yani mecbur kaldığı için kabul etmişti. Buna ek olarak Erdoğan, Trump’a da “ateşkese onay vermesi için İsrail hükümetini teşvik edecek gerekli siyasi iradeyi gösterdiği” için teşekkür etti.

13 Ekim 2025’te düzenlenen Şarm eş-Şeyh Konferansı’nda, Türkiye Cumhurbaşkanı, ateşkes anlaşmasının dört garantör liderinden biri olarak yer aldı. Diğer garantörler: ABD Başkanı Donald Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi ve Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Sani idi.

Türkiye, Hamas’ı ateşkese ikna etmede kilit rol oynadı; oysa ateşkes Hamas’ın Gazze’deki yönetimini ve silahlı varlığını sona erdiriyordu. Bu bir eleştiri değil; devletlerin çıkar merkezli siyasetinin doğal bir sonucudur. Fakat Türk tutumu, Türkiye’nin –her ne kadar teorik düzeyde de kalsa– Hamas’ı bir “ulusal kurtuluş hareketi” olarak desteklediğini iddia eden söylemleriyle çelişiyordu.

ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Washington’un Suriye–Lübnan özel temsilcisi Tom Barrack şöyle dedi:

“Türkiye olmasaydı Gazze’de ateşkes olmazdı. Trump bu nedenle Türkiye’ye dört kez teşekkür etti.”

Bu açıklamanın anlamı şuydu: Türkiye’nin önceliği, diğer meseleleri tamamen bir kenara bırakarak Trump’ın istediği anlaşmayı sonuçlandırmak olmuştu.

ABD ile tam uyum ve “liderlik” gösterme arzusu, Türk yetkililerin şu sözlerinde daha da belirgin hale geldi:

Türk yetkililer, “Cumhurbaşkanımız insanlık adına tüm yükü omuzlarına alarak insanlık mücadelesini hayatının merkezine koydu,” diyerek Erdoğan’ı överken; Trump için de “barışı sağlamak için gerekli siyasi iradeyi ortaya koydu” ifadeleriyle övgüde bulundular.

2024 yılının sonunda ve 2025 boyunca Türkiye, hem Suriye hem Libya hem de Kafkaslar’da önemli siyasi ve askerî başarılar elde etti. Türkiye, Gazze anlaşmasını da bu başarılar arasına katmayı umut ediyor; ancak Gazze ve Hamas meselesi etrafındaki çok sayıda engel ve karmaşıklık göz önüne alındığında, bu beklentilerin neye evrileceği konusunda kesin bir hüküm vermek henüz erken.

Erdoğan, her başarıyı Türkiye’nin “Türk Yüzyılı”na ve bölgesel liderliğine doğru yolculuğuna bağlarken, Hamas’ı ateşkesi kabul etmeye zorlayıcı rolü, Erdoğan’a sadece daha fazla özgüven kazandıracak ve Türkiye’nin bölgesel denizlerde, hatta ötesinde varlık ve nüfuz projelerini uygulamada ilerlemesini sağlayacaktır. Bu durum, ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın Erdoğan’ı “cesur ve zeki bir lider” olarak nitelemesine yol açtı.

Her ne kadar bu beklentiler, Türkiye’nin çevresindeki Arap ve Arap olmayan bölgesel güçler için bir tehdit oluştursa da, Türkiye’nin bu projelere yaklaşımında, başlangıçta belirttiğimiz üç temel sabitenin etkili olduğunu göz ardı etmemek gerekir: 

ABD ile tam uyum, İsrail ile köklü ilişkiler ve NATO’ya aidiyet. Osmanlıcı ideoloji ise, Türkiye’nin sınır tanımayan ve sürekli çoğalan hırslarını tamamlayan eksik halkayı oluşturuyor.