Hizbullah’ın, 12 Temmuz'da düzenlediği “Doğru Vaat” adlı operasyonla iki İsrail askerini esir alması, İsrail Başbakanı Ehud Olmert tarafından “savaş ilanı” olarak nitelendirildi.
Filistinli direniş grupları tarafından esir alınan iki İsrail askerinin yarattığı gerginliğin en üst seviyeye çıktığı ve İsrail’in neredeyse Filistin hükümetinin tüm üyelerini tutuklayarak Gazze’ye geniş çaplı askeri operasyonlar düzenlediği bir sırada Hizbullah’ın iki İsrail askerinin esir edilmesiyle sonuçlanan “Doğru Vaat” adlı operasyonu tüm dünyada şaşkınlık yarattı.
İsrail ordu birliklerinin Lübnan sınırını geçmesi üzerine Hizbullah’ın bunlarla çatışmaya girmesi ve iki İsrail askerini esir alıp ardından da İsrail’in işgali altında bulunan Şeba Çiftlikleri’ndeki İsrail kontrol noktalarını füzelerle dövmesi, Olmert’in “savaş ilanı” olarak nitelediği sürecin başlamasının zahiri sebebi oldu.
Fakat herkes, Hizbullah’ın Lübnan İsrail sınırında her zaman yaşanabilen bu tür sınır ihlallerine böyle bir zamanlamayla ve bu ölçekte bir tepki verişinin gerçek sebeplerini anlamaya çalışıyor.
Bu bir duygusal tepki operasyonu değil
Hizbullah’ın operasyonunu, salt İsrail’in Filistin hükümetine ve Gazze’ye yönelik saldırıları sonucu ortaya çıkan insani drama gösterilen duygusal tepkiyle açıklamak gerçekçi gözükmüyor.
Filistin’deki insani dramın, Hizbullah operasyonunun zamanlaması üzerinde etkili olduğu söylenebilirse de, Hizbullah’ın, İsrail Başbakanı Olmert’in nitelemesiyle bölgeyi topyekûn savaş ortamına sürükleyen bu operasyonunu, Lübnan içinde ve uluslar arası alanda yaşanan gelişmelerle birlikte ele almak daha gerçekçi bir analiz yapmak açısından önem arz ediyor.
Hatırlanacağı üzere Lübnan eski başbakanlarından Refik Hariri’nin bombalı bir suikastla öldürülmesi, “Lübnan’ın 11 Eylül’ü” olarak nitelendirilmiş ve bundan sonra Lübnan’da hiçbir şeyin eskisi gibi kalmayacağı belirtilmişti.
Refik Hariri cinayeti, uluslar arası kurumlarca hakkında soruşturma komisyonu kurulacak kadar uluslar arası bir boyut kazandı ve bu olay BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararıyla Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılmasında manivela olarak kullanıldı.
Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılmasını sağlayan 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararının yaratacağı bölgesel etkiler önemli idiyse de bu kararın diğer bir öncelikli hedefinin Lübnan iç politikasını yeniden dizayn etmek olduğu söylenebilir.
Zira söz konusu kararla ikinci adım olarak gündeme getirilen Hizbullah’ın silahsızlandırılmasının sağlanabilmesi için başta Cumhurbaşkanı Emil Lahud olmak üzere Suriye yanlısı tüm Lübnan siyasi aktörlerinin değiştirilmesi gerekiyordu.
Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılması, 1559 sayılı kararı çıkaran ABD ve Fransa’nın beklediği türden gelişmelerin Lübnan siyasi hayatında hemen kendisini hissettirmesine sebep oldu. Lübnan’da, benzerleri Gürcistan ve Ukrayna’da görülen “kadife devrim” havası estirildi ve Suriye muhalifi olan Refik Hariri’nin oğlu Sadeddin Hariri liderliğindeki Sünni “Mustakbel” partisi, Velid Canbolat liderliğindeki Dürzî İlerici Sosyalist Parti ve bazı Hıristiyan gruplar, Suriye yanlısı hükümet aleyhine gösterilere başladılar.
Başta Hizbullah ve Emel olmak üzere Lübnan’daki ulusalcı ve İslamcı grupların Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’ın çağrısı üzerine düzenlediği milyonluk dev gösteri, “kadife devrim” havasını kırdıysa da Lübnan siyasi gruplarının iki kutba bölünmesini ve parlamento aritmetiğinin muhaliflerden yana değişmesini engelleyemedi.
Lübnan toplumu, seçim öncesinde adeta ikiye bölünmüştü; ama taifeciliğe dayalı bir siyasi yapıya sahip olan Lübnan’da seçim sırasında zıt siyasi grupların seçim ittifakları yapması kaçınılmaz olurken, seçim sonrasında daha önce iktidar olan ulusalcı ve İslamcı gruplar muhalefete, muhalefette yer alan ve seçimler sırasında kendilerine “14 Mart grubu” adını verenler ise iktidara geldi.[1]
1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla ortaya konan yol haritasının Suriye askerlerinin Lübnan’dan çıkarılması ve Suriye muhaliflerinin iktidara getirilmesi, aşamaları böylece tamamlanmış oluyordu.
14 Mart’çıların yol haritasının ilk durağı Suriye askerlerinin Lübnan’da bulunduğu dönemin son kalıntısı olarak gördükleri Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un devrilmesiydi. Başta Hizbullah ve Emel olmak üzere ulusalcı ve İslamcı grupların desteklediği Cumhurbaşkanı Lahud’un devrilmesi ve yerine 14 Martçı bir cumhurbaşkanının seçilmesi, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını sağlamanın ön şartı olarak gözüküyordu.
Güney Lübnan’ı işgali altında tutan İsrail’in, 25 Mayıs 2000 tarihinde burayı terk etmesini sağlayan Hizbullah’ın ülkenin siyasi hayatındaki nüfuzu, parlamentodaki varlığı ve son seçimlerin ardından da kabinede yer alması, 14 Martçıların Hizbullah’ın silahlarını açıkça tartışmaya açmasına engel oluyordu.
Tüm halk kesimleri tarafından Lübnan’ın onuru ve İsrail karşısındaki caydırıcı gücü olarak görülen Hizbullah’ın silahını doğrudan tartışmaya açmak, “düşmanla işbirliği yapmak” gibi tehlikeli ve onur kırıcı bir sıfatla nitelenmek demekti. Bu yüzden de 14 Martçılar konuyu, Ahmet Cibril Liderliğindeki “Filistin’in Kurtuluşu için Halk Cephesi-Genel Komutanlık” örgütü bağlamında gündeme getirerek ve ülkedeki milis güçlerinin silahsızlandırılması şeklinde ifade ederek dolaylı bir tutum alıyorlardı.
Fuad Sinyore başbakanlığındaki yeni hükümetin göreve başladığı ilk günlerde, siyasal açıdan ikiye bölünmüş Lübnan toplumunda, ülkeyi geçmişteki iç savaşa geri götürebilecek potansiyelde gerginlikler yaşanmaya başladı.
Hizbullah ve kriz yönetimi
Kimi suikastlarla derinleşen gerginliğin giderilmesi için ulusal iradeyi temsil eden parlamentonun başkanı sıfatıyla Emel hareketi lideri Nebih Berri, Hizbullah’la koordineli bir şekilde, 14 Martçılara “ulusal diyalog” teklifi götürdü.
Böylece 14 martçıların, iç savaş gerginliğinden ürken halkın yarattığı toplumsal baskılar sebebiyle katılmasıyla başlayan “ulusal diyalog” süreci, Lübnan’daki ulusalcı ve İslamcı grupların kriz yönetimi konusunda inisiyatif kazanmasını sağladı.
Düzenlenen ulusal diyalog toplantılarında öncelikli gündem maddesi olarak görüşülen Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığından indirilmesi konusunun, Lahud’un gönüllü olarak istifa etmesinin dışında yasal bir dayanağının bulunmadığı, bizzat 14 Martçılar tarafından da görülmüş oldu. Kaldı ki Lahud’un istifası sağlansa bile cumhurbaşkanlığı için onun yerine geçebilecek toplumsal ve siyasi nüfuza ve parlamento ağırlığına sahip tek kişi olan Mişel Aun bulunuyordu; ama o da 14 Mart grubu içerisinde yer almıyordu.
Hizbullah’la eski siyasi yapının değiştirilmesi konusunda 14 maddelik bir sözleşme imzalayan ve bağımsızlıkçı bir tutuma sahip olan Mişel Aun, Lübnan siyasi yapısının hasta olduğunu ve bu hastalığın da Lübnan siyasetinde yer alan “siyasi feodallerden” kaynaklandığını söylüyordu.
Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığından alınmasını isteyen 14 Martçıların Mişel Aun’un “siyasi feodaller” olarak nitelediği kişiler olması ve bu makama aday olarak gösterilebilecek “Nasib Lahud” ve “Butros Harb” gibi isimlerin de ya halk tabanına sahip olmaması veya parlamentoda bulunmaması, Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığından indirilmesini imkansızlaştırdı.
Lübnan’daki milislerin silahsızlandırılması konusuyla ilgili olarak ise Hizbullah’ın girişimi ve Ahmet Cibril’in de onayı ile Filistinli mültecilerin mülteci kamplarının dışında silahlı olmamaları konusunda anlaşmaya varıldı. Nitekim, İsrail’in Lübnan’ı işgal altında tuttuğu dönemlerde işlevsel olan Filistinli grupların silahları, İsrail işgalinin sona ermesiyle birlikte anlamsızlaşmıştı.
Ulusal diyalog toplantıları sırasında çeşitli konularda yaşanan tartışmalar veya sağlanan anlaşmalar, ikbal ve çıkar birlikteliğine bağlı 14 Martçıların da ortak bir tutum sergileyemeyecek ölçüde ayrışmasına sebep oldu.
Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve 1680 sayılı karar
Gerek Başbakan Fuad Sinyore ve gerekse parlamentodaki en güçlü siyasi grup olan el-Mustakbel’in lideri Saadeddin Hariri, Hizbullah’ın silahsızlandırılması konusunda açık beyanatlarda bulunmaktan kaçındıysa da sık sık ABD gezilerine giden İlerici Sosyalist Parti Lideri Velid Canbolat bu konuyu daha üst perdeden dillendirmeyi sürdürdü.
Hizbullah’ın Lübnan içinde sürdürdüğü başarılı kriz yönetimi sayesinde çıkmaza giren 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla öngörülen ve 14 Martçılar tarafından uygulanmaya çalışılan Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına ilişkin iç politik sürecin imdadına, ABD ve Fransa girişimiyle çıkarılan 1680 sayılı Güvenlik Konseyi kararı yetişti.
1680 sayılı karar[2] Lübnan’daki siyasi gruplar arasında devam eden ulusal diyalog sürecini olumlu ve devam etmesi gereken bir adım olarak niteledikten sonra Suriye ve Lübnan arasında diplomatik ilişkilerin başlatılmasını ve Şeba Çiftlikleri konusundaki ihtilafın giderilmesini istiyordu.
Bu kararla zımnen “eğer İsrail’in işgali altında bulunan Şeba Çiftlikleri Suriye toprağıysa, o zaman Hizbullah’ın silahına ne gerek var, oranın durumu Hizbullah’ı değil Suriye’yi ilgilendiren bir konudur; yok eğer Lübnan toprağıysa biz İsrail’in Şeba Çiftlikleri’nden çekilmesini sağlarız, bu durumda da Hizbullah’ın silahlı olmasının anlamı bulunmuyor” denmiş oluyordu.
Bu karar, Lübnan içinde Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını “yabancılarla işbirliği yapmak” gibi onur kırıcı bir suçlamaya muhatap olmamak için açıkça telaffuz edemeyen siyasi grupları cesaretlendirirken Hizbullah’ı da zorlu bir sürece sokmuş oluyordu.
Silahlarını bırakmış olan bir Hizbullah’ın “Hizbullah” olarak var olamayacağı gerçeği bir yana, böylesi bir durumun; İsrail’e, ABD’ye ve Lübnan’la geleneksel bağlara sahip olan Fransa’ya bu ülkede belirleyici olma imkanı vereceği açıktı.
İsrail’in güce dayalı siyaseti Hizbullah’ı amacına ulaştırdı
Hizbullah’ın başarılı bir kriz yönetimiyle dengelediği muhalif iç siyaset aktörlerinin, arkalarına aldıkları 1680 sayılı kararla orta vadede Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını bu kez daha açık ve üst perdeden gündeme getirecekleri beklenen bir durumdu, nitekim son ulusal diyalog toplantılarında yaşanan başarısızlıklar bunun bir göstergesi olmuştu.
Hizbullah, 12 Temmuz’da gerçekleştirdiği “Doğru Vaat” operasyonu ile çevresine iç ve uluslar arası aktörlerce örülen çemberi kırmış oldu. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’ın İsrailli yöneticileri “ahmaklık”la suçlayan açıklamalarının bu gerçeğe işaret ettiği söylenebilir.
Zira İsrail “savaş ilanı” nitelemesiyle bu ölçüde bir tepki vermek yerine, siyasi inceliği fark edip esir değişimini kabul etseydi, kendini desteklemek için 1680 sayılı kararı çıkaran uluslar arası topluma “barış ve huzur” yanlısı; ama “mazlum” görüntüsü vermeyi başarabilecek, Lübnan’da da Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını isteyen iç siyasi aktörleri daha da cesaretlendirebilecekti.
İsrail’in iki askeri karşılığında Lübnanlı esirleri serbest bırakması, hiç kuşkusuz Hizbullah’ın Lübnan’daki saygınlığını daha da arttıracaktı; ama içerideki muhalif siyasi gruplar, böylesi bir gelişme karşısında bile İsrail’in takındığı “yapıcı” tutumu, Hizbullah’a silahının anlamsızlığı konusunda bir baskı aracı olarak kullanabilecekti.
İsrail’in siyasi inceliğe, sabra ve geniş ufuklu bir stratejiye dayalı bir politika izlemek yerine, askeri gücüne dayalı -Nasrullah’ın tabiriyle “ahmakça”- bir politika izlemesi, Refik Hariri cinayetinden ve 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararının çıkarılmasından beri kurulan, geliştirilen ve olgunlaştırılan uluslar arası planın “savaş ilanı” naraları arasında yanıp kül olmasına sebep oldu.
İsrail’in bu “savaş ilanı” naralarından, Hizbullah’a ait birkaç binayla çoğunluğunu sivillerin yaşadığı binaları ve köyleri tahrip etmesinden sonra, ne uluslar arası düzlemde ne de Lübnan iç politikasında kimsenin artık Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını gündeme getiremeyeceği açıktır.
Hiç kuşkusuz, yıkılan binalar ve tahrip edilen Lübnan altyapısı yeniden onarılacak, öldürülen Lübnanlı sivillerin görüntüleri, İsrail’in bilinen imajını daha da belirgin hale getirmeye yarayacaktır.
Bu arada, bu savaşla biraz pahalı olsa da son derece görkemli bir askeri tatbikat yapmış olan Hizbullah, hem Lübnan içindeki saygınlığını birkaç katına çıkararak silahlarının vazgeçilmez olduğunu ispat etmiş, hem de İsrail sorunu karşısındaki acziyetlerinden dolayı bölge devletleriyle halkları arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş oldu.
Bu yazının yazıldığı savaşın dördüncü günü itibariyle bile, akıllarda sadece sivilleri öldüren bir İsrail ile, İsrail’in gururu olan Saar-4.5 tipi bir savaş gemisini tahrip eden, Nehariye’ye, Hayfa’ya, Safad’a ve Akka’ya İsrail’in anladığı dille cevap veren bir Hizbullah görüntüsü kaldı.
Söylediği her şeyi yapmasıyla tanınan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’ın savaşın ikinci günü yaptığı açıklamada bahsettiği sürprizleri sürdürmesi durumunda, herhangi bir resmi anlaşma imzalanmadan, iki taraflı olarak gittikçe düşürülen tansiyonla “ne harp ne sulh” fiili durumuna geri dönülmesi beklenebilir.
Silahsızlanma planını tamamen çöpe atan bu fiili durum ise zaten Hizbullah’ın ulaşmak istediği stratejik hedefti.
[1] Lübnan’daki taifeciliğe dayalı siyasi yapı, seçimler ve kurulan yeni hükümetin niteliği konusunda ayrıntılı bilgi için için bkz. “Lübnan’da Bozulan Oyun ve ABD Yenilgisi” başlıklı makale, http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=435
[2] Kararın metni için bkz. http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=413