YDH- El-Meyadin'deki yazı, ABD-İsrail ve İran krizinin yönetimi ve bunun ABD iç siyaseti ile istihbarat kurumlarına etkisini ele alıyor. Analize göre, ABD iç krizleri ve yanlış yönetimler, sahadaki gerçeklikle birleşince İran’ın hem askeri hem de diplomatik ve medya açısından kazanmasına yol açtı.
ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, ABD Deniz Kuvvetleri Yedek Kuvvetleri Başkanı ve ABD Deniz Kuvvetleri Özel Harp Komutanlığı Başkanı dahil olmak üzere üst düzey askeri liderlerle birlikte, Savunma İstihbarat Ajansı (DIA) Başkanı Jeffrey Cross’u görevden alma kararı aldı.
Bu adım, iki ay önce İran ile İsrail arasında patlak veren gerilim ve Washington’ın işgal başbakanı Benyamin Netanyahu ile hükümetinin yaşadığı yenilginin etkilerini hafifletme çabalarının ardından ABD kurumlarındaki kafa karışıklığının boyutunu açıkça ortaya koyuyor.
ABD yönetimi, tarihi bir krizle karşı karşıyaydı: Bir yanda, İran füzelerinin İsrail’in derinliklerindeki askeri ve sivil hedefleri daha önce görülmemiş bir şekilde vurması, Tel Aviv’i stratejik felaketin eşiğine getiriyordu. Öte yanda, Donald Trump, içerideki yoğun krizler ve dış politikadaki sert eleştirilerle boğuşurken, vekillerine siyasi bir “zafer” görüntüsü sunmak için baskı altındaydı.
Washington, bundan sonraki adımını, İran’ın nükleer tesislerini hedef almak için “belirleyici” olarak nitelendirilen B2 bombardıman uçaklarını devreye sokarak doğrudan bir çatışmaya girme kararıyla attı. ABD yönetimi, kısa sürede İsrail’in destekçisi olmanın ötesine geçerek savaşın aktif bir tarafı haline geldi. Ancak beklenen yıkıcı etki gerçekleşmedi; aksine sonuçlar, Washington’ın hesaplarını boşa çıkardı.
İran yönetimi, Katar’daki el-Udeyd Hava Üssü ve Irak’taki diğer kritik üsler de dahil olmak üzere bir dizi ABD tesisine Fetih Müjdesi Operasyonu adını verdiği misilleme saldırıları düzenleyerek karşılık verdi. Bu süreçte, İran’ın nükleer programı krizden dirençli çıktı ve Pentagon ile istihbarat birimleri, sahadaki gerçeklik ile Beyaz Saray’ın propagandist söylemi arasında derin bir ikilem içine düştü.
Bu çelişki hızla bir iç krize dönüştü ve iki rakip anlatı ortaya çıktı: İran'a karşı ezici bir zaferi savunan Trump ve Beyaz Saray anlatısı ve daha muhafazakâr ABD istihbarat raporlarına dayanan ve ABD saldırılarının İran'ın nükleer programını yalnızca birkaç ay geriye götürdüğünü ve İran'ın kapasitesinin darbeyi emdiğini ve toparlandığını belirten karşı anlatı.
Bu raporlar ABD medyasına sızdırıldı ve başkanlık, Amerikan halkının gözünde utanç verici bir konuma düştü.
Demokrasinin temel ilkelerine göre, ABD Savunma İstihbarat Teşkilatı (DIA) Başkanı Korgeneral Jeffrey Cross’un cezalandırılması değil, aksine tanınması gerekirdi.
Cross, İran’daki gelişmeler hakkında doğru ve tarafsız bilgiler sunarak Başkan Donald Trump’ı yanıltmadan bilgilendirdi; görevini eksiksiz ve profesyonel bir sorumluluk bilinciyle yürüttü.
Cross, Pentagon’un sahadaki silahlı kuvvetleri desteklemek için istihbarat toplayan kilit biriminde “ordunun gözü” olarak görev yapıyor.
Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) gibi daha geniş siyasi, ekonomik ve güvenlik meseleleriyle ilgilenmeyen Cross, doğrudan başkana rapor vererek onu “ulusun gözü” konumuna getiriyor.
Ancak ABD, kendi demokrasisinin temel standartlarını ihlal ederek, başkanın propaganda söylemini sorgulayan veya iddia edilen zaferleri küçümseyen yetkilileri cezalandırdı. Cross, profesyonelliği ve gerçeğe bağlılığı nedeniyle görevden alınırken, Amerikan elitlerinin yaklaşımı artık nesnel değerlendirme yerine siyasi sadakate dayalı.
Bu durum, görevden almaların resmi söylemi tehdit eden her sesi susturma girişimine dönüştüğünü gösteriyor; örneğin, Çalışma İstatistikleri Komiseri Erica McIntarver geçen ay rapor yayınladığı için görevden alınırken, General Timothy Hoge üç ay önce Ulusal Güvenlik Ajansı direktörlüğünden uzaklaştırılmıştı.
İran, saldırılar karşısında başından beri gerçekçi bir söylem benimsedi ve hasarın sınırlı, telafi edilebilir olduğunu vurguladı; zamanla bu yaklaşımın doğruluğu sahadaki gelişmelerle teyit edildi.
Trump’ın 22 Haziran 2025 şafağında düzenlenen saldırıları “Gece Yarısı Çekici Operasyonu” olarak adlandırma ısrarı, Tahran’ın nükleer programını sürdürme ve krizi absorbe etme kabiliyetiyle çelişti.
Yaklaşık iki ay sonra Washington ve bazı Avrupa başkentleri, Trump ve Netanyahu’nun yok ettiğini iddia ettiği nükleer tesisler konusunda Tahran’a müzakere baskısı uygulamaya devam ediyor.
Yaşanan son görevden almalar, Washington’un yalnızca sahada değil, söylemler savaşında da başarısız olduğunu ortaya koyuyor. İran, söylemini güçlendirerek bölgesel ve uluslararası kamuoyunda güvenilirliğini pekiştirirken, ABD yönetimi profesyonellikten ödün vererek başkana “istihbarat sadakati” dayatma ve iç çelişkiler döngüsüne saplanma hatasına düştü.
Sonuç olarak yaşananlar, İran’ın çifte zaferini gözler önüne seriyor: Birincisi, ABD-İsrail ortak saldırısına karşı askeri olarak direnebilme ve işgal altındaki topraklar ile ABD üslerine karşılık verebilme kapasitesi; ikincisi, uluslararası arenada söyleminin güvenilirliğini kanıtlayarak diplomatik ve medya alanında kazanç sağlaması. Özellikle Cross’un görevden alınması tartışması, İran’ın 12 günlük savaş sürecinde kendini en güvenilir medya aktörü olarak konumlandırma başarısını vurguluyor.
Washington ve Tel Aviv, kayıpları gizleyip “zaferi” abartmaya çalışırken, İran medyası doğru, şeffaf ve hızlı habercilikle öne çıktı.
Saldırıların ayrıntıları, altyapı ve askeri tesislerdeki hasarlar inkâr edilmeden veya küçümsenmeden kamuoyuna ulaştırıldı. Bu şeffaf yaklaşım, İran vatandaşlarının medyaya güvenini artırırken, Batılı izleyiciler de el-Alem, Press TV, IRNA, Tesnim ve Fars gibi İran kanallarını birincil haber kaynağı olarak takip etmek zorunda kaldı.
Cross ve arkadaşlarının görevden alınması, ABD tarihinde bir ilk değil; geçmiş örnekler, askeri başarısızlıklar veya stratejik yenilgilerin sıklıkla liderlik değişikliklerine ve görevden almalara yol açtığını gösteriyor.
Kore Savaşı (1950–1953): Başkan Harry Truman, savaşın yönetimi ve Çin ile aşırı gerginlik yaratılması konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle General Douglas MacArthur’u görevden aldı.
Irak Savaşı (2003–2011): Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, savaşın yönetimine yönelik artan eleştiriler sonrası 2006’da istifa etti; bu, savaşın stratejik başarısızlığının örtülü bir kabulü olarak değerlendirildi.
Afganistan (2010): Başkan Obama, ABD kuvvetleri komutanı General Stanley McChrystal’ı, Beyaz Saray’a yönelik eleştirel açıklamaları ve savaşın yürütülmesine ilişkin görüş ayrılıkları nedeniyle görevden aldı.
Bugün yaşanan Cross’un görevden alınması da benzer bir mantıkla, İran’a karşı yürütülen savaşın ilan edilen hedeflerine ulaşılamaması gerekçesiyle “günah keçisi” arayışı olarak yorumlanabilir.
Ancak kritik fark, bu görevden almanın savaş sahasındaki kayıplardan değil, Amerikan sistemindeki krizin derinliğini ve istihbarat değerlendirmelerindeki tutarsızlıkları ortaya koymasından kaynaklanmasıdır.
ABD askeri teşkilatındaki manzara ve Trump'ın son dönemdeki denetimleri, Arap vatandaşların dikkatini çekmeyen sıradan bir haber gibi görülebilir.
Ancak, bu manzaranın aslında ABD iç kesimleriyle sınırlı kalmayıp daha geniş alanlara yayılan yansımaları var:
Vekil düzeyinde: Washington, ABD istihbarat değerlendirmelerine güvendiği için NATO ortaklarının güvenini kaybediyor. ABD değerlendirmelerinin ciddiyetine, başkanın kaprislerine tabi oldukları sürece nasıl ikna edilebilirler?
Düşman düzeyinde: İran, söylemini kaybetmeyen ve baskı altında ezilmeyen taraf olarak müzakere ve siyasi konumunu güçlendiriyor.
Bölgesel olarak, ABD'nin "nakavt edici darbesine" güvenen İsrail'in pozisyonu zayıflayacak, ancak saldırının vaat edilen caydırıcılığı sağlamaması nedeniyle kendisini tamamen farklı bir gerçeklikle karşı karşıya bulacak.
Sonuç olarak, bu görevden almalar, Washington'ın krizinin artık askeri bir başarısızlık veya istihbarat yanlış hesaplamalarıyla sınırlı olmadığını hem içeride hem de dışarıda bir güven krizini de kapsayacak şekilde genişlediğini ortaya koyuyor.
Amerika Birleşik Devletleri, hem vekilleri hem de rakipleri nezdindeki imajını düzeltmeye çalışırken, İran, kendi söylemini ortaya koyma ve kendi söylemini oluşturma konusunda en yetenekli taraf gibi görünüyor.
Bu durum, uzun zamandır kendisini "demokratik bir model" ve "küresel güvenliğin garantörü" olarak sunan ülkenin güvenilirliğinin azaldığı bir dönemde yaşanıyor.
Çeviri: YDH