Lübnan Savaşı, Stratejik Hedefleri ve Sonuçları

Hizbullah’ın 33 günlük savaşının İsrail siyasetinde, Filistin’de, Arap dünyasında ve topyekun bölgede yaratacağı sonuçlar bakımından önemli bir tarihi dönüm noktası olabileceğini söylemek mümkün. Bu savaş sonrasında ortaya çıkacak sonuçların yeni bir Ortadoğu yaratacağı beklenebilir; bununla birlikte bunun ABD ve İsrail’in beklentisi olan “Yeni Ortadoğu” olacağı son derece kuşkulu gözüküyor.

İsrail 1982 yılında o dönemde Lübnan’da bulunan Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü’nü silahsızlandırmak ve FKÖ lider kadrosunu Lübnan’dan sürmek için Lübnan’a yönelik bir askeri harekat yapmış, güneyden saldıran İsrail birlikleri bir yıldırım harekatıyla bir hafta içinde Beyrut’a girmişti.

 

İsrail’in 15–29 Eylül 1982’de gerçekleştirdiği Lübnan işgali sonrasında dönemin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron tarafından kullanılan Lübnanlı Hıristiyan falanjist milisler, Sabra ve Şatilla’daki Filistin mülteci kamplarında meşhur katliamları gerçekleştirmiş, silahlı Filistinli gruplar dağıtılmış ve başta Yaser Arafat olmak üzere FKÖ liderleri Tunus’a sürülmüştü.

 

1982’de FKÖ’yü silahsızlandırmak ve Lübnan’dan sürmek için bu ülkeye giren İsrail, bu hedefini gerçekleştirmesine rağmen, 2000 yılı mayısına kadar güney Lübnan’ı işgali altında tutmayı sürdürmüş Lübnanlı Hıristiyan Lider Antuan Lehed komutasındaki Güney Lübnan Ordusu’nu da kendisiyle, o dönemlerde kuruluş aşamasında olan Hizbullah savaşçılarının arasına tampon olarak yerleştirmişti.

 

1982’de İran İslam devrimi doktrinine göre kurulup şekillenen Hizbullah, Ekim 1983’te eş zamanlı olarak Lübnan'daki ABD ve Fransa askeri üslerine düzenlediği bombalı saldırıyla 241 Amerikan, 58 de Fransız askerini öldürerek bu ülkelerin Lübnan’daki askerlerini çekmesini sağlamıştı.

 

1992’de dönemin Hizbullah Genel Sekreteri Abbas Musevi’nin İsrail helikopterlerinin düzenlediği saldırıyla ailesiyle beraber hayatını kaybetmesi ve onun yerine partinin genel sekreterliğine Seyyid Hasan Nasrullah’ın getirilmesi, Hizbullah’ın hem siyasi hem de askeri tarihinde yeni bir dönüm noktası oluşturdu.

 

Hasan Nasrullah liderliğindeki Hizbullah, 8 sene gibi kısa bir sürede İsrail işgali ve nüfuzu altında bulunan Lübnan’da, hem güçlü bir siyasi parti hem de 24 Mayıs 2000 yılında İsrail’i işgali altında tuttuğu güney Lübnan’dan süren güçlü bir askeri hareket haline geldi.

 

24 Mayıs 2000 tarihi, Hizbullah’a vatan topraklarını işgalden kurtaran saygın bir hareket niteliği kazandırırken, işgal ettiği yere kök salıp kalan İsrail’e de hiçbir kayıt ve şart ileri sürüp taviz alma imkanı vermeyerek onur kırıcı bir yenilgi yaşattı.

 

İsrail, Lübnan üzerindeki nüfuzunu kıran Hizbullah’ın silahından duyduğu rahatsızlığı “terör” söylemiyle her fırsatta dile getirdiyse de Şeba Çiftlikleri’nin işgal altında bulunuyor olması, Lübnan siyasi ve toplumsal hayatında saygınlığı giderek artan Hizbullah’ın silahının meşruiyetinin temel gerekçesini oluşturdu.

 

Hariri cinayeti ve Lübnan’ın başına geçirilmeye çalışılan çuval

2004 yılında gerçekleştirilen Refik Hariri cinayeti, Hizbullah’ın bölgedeki en büyük destekçilerinden biri olan Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmesini ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararının çıkarılmasını sağladı.

 

Mimarlığını ABD ve Fransa’nın yaptığı 1559 sayılı karar, Hariri cinayetinden sorumlu tutulması dolayısıyla uluslar arası baskılara maruz kalan Suriye’nin, askerlerini Lübnan’dan çekmesine sebep oldu.

 

2000 yılındaki zaferden sonra ülkedeki tüm kesimler tarafından Lübnan’ın onuru olarak nitelenen Hizbullah’ın silahı, Suriye’nin çekilmesinden sonra Lübnan iç politikasındaki 14 Mart grubu tarafından tartışmaya açıldıysa, Şeba Çiftlikleri’nin işgal altındaki durumundan kaynaklanan güvenlik sorunu sebebiyle bunun siyasi düzeydeki pratik adımları atılamadı.

 

Hizbullah’ın Lübnan’daki tüm gücünün bu ülkedeki Suriye askerlerine bağlı olduğunu düşünen ABD, Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmesinden sonra Sünni lider Sadeddin Hariri, (Refik Hariri’nin oğlu) Dürzi lider Velid Canbolat ve Hıristiyan falanjist lider Semir Caca, gibi isimlerle (14 Martçılar) Lübnan’da “Sedir Devrimi” adı verilen bir kadife devrim sahnelemek istedi.

 

Refik Hariri’nin öldürülmesinden ve 1559 sayılı kararın çıkarılmasından sonra Suriye karşıtları ve Suriye yanlıları diye ikiye bölünen Lübnan toplumu ve siyasi yapısı eski iç savaş dönemlerini geri getirebilecek gerginlikler yaşamaya başladı. Bu süreçte Hizbullah’ın başarıyla yürüttüğü kriz yönetimi ulusal diyalog sürecini başlatarak hem siyasi ve toplumsal gerginlikleri yumuşattı hem de Cumhurbaşkanı Emil Lahud’u devirerek Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına götürülecek olan süreci işlevsiz hale getirdi.[1]

 

Yeni Ortadoğu ve 33 günlük savaş

Hizbullah’ın 12 Temmuz’da iki İsrail askerini esir aldığı “doğru vaad” adlı operasyonu, zahiren bir aylık Hizbullah İsrail savaşının başlama sebebi olarak ortaya konuyorsa da, bu savaşın 23 Mayıs’taki Bush Olmert görüşmesinde eylül veya ekim ayları için planlandığı gizlenemiyor.

 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, savaşın ortalarında acil bir ateşkes için henüz vaktin erken olduğunu belirtip “Yeni Ortadoğu”dan bahsetmesi, Bush ve Olmert tarafından 23 Mayıs’ta eylül-ekim ayları için planladıkları savaşın stratejik vizyonuna işaret ediyordu.

 

Binaenaleyh, Hizbullah’ın 12 Temmuz’daki “doğru vaat” operasyonunun, “Yeni Ortadoğu” stratejik vizyonu çerçevesinde eylül veya ekim ayları için planlanan savaşı başlatan değil, öne alan bir olay olduğu söylenebilir.

 

Yeni Ortadoğu vizyonu, direniş güçlerinden arındırılmış bir bölge ve direnişi destekleyen bölge ülkelerine diz çöktürmüş bir siyasal konjonktür sayesinde İsrail’in güvenliğini sağlamaya; bu çerçevede de Irak işgaliyle öngörülen ABD’nin bölgesel stratejisini tahkim etmeye dönük bir projeksiyon öngörüyordu.

 

Bölgenin en önemli direniş hareketlerinden biri olan Hamas’ın demokratik bir seçimle Filistin’de iktidar olması ve Hizbullah’ın toplumsal, siyasal ve askeri nüfuzuyla Lübnan iktidar yapısının en önemli karar verici organı haline gelmesi, bu hareketlerin bölgedeki en önemli destekçileri olan İran ve Suriye’nin Ortadoğu vizyonunu güçlendirmişti.

 

İsrail, seçim zaferinden sonra ekonomik ve siyasi ambargoyla boyun eğdiremediği Hamas’a sahildeki Filistinli bir aileyi savaş gemilerinden açtığı topçu ateşiyle yok ederek Şarmu’ş- Şeyh ateşkesini bozdu ve savaş dayattı. Filistinli direniş gruplarının bir İsrail askerini esir almasını Filistin’e yönelik savaşın bahanesi kılan İsrail, 70’e yakın Filistinli parlamenteri ve devlet adamını esir alarak “Yeni Ortadoğu” operasyonunun Filistin ayağını başlatmış oluyordu.

 

Muhtemelen İsrail başbakanının, Lübnan savaşı konusunda ABD Başkanı Bush’la 23 Mayıs’ta yaptığı planlama, Hamas’tan arındırılmış bir Filistin operasyonunu eylül veya ekim aylarında tamamlamayı düşünmesinden kaynaklanıyordu.

 

Hizbullah’ın 12 Temmuz’daki “Doğru Vaat” operasyonunun bir bakıma bu planlamayı bozduğu ve Lübnan savaşını öne alarak “Yeni Ortadoğu” projesine esaslı bir darbe vurduğu söylenebilir.

 

İsrail’in savaştaki stratejik hedefleri

12 Temmuz’daki “Doğru Vaat” operasyonunu bir savaş ilanı olarak değerlendirerek 33 günlük savaşı başlatan İsrail’in, savaşın başında gerçekleştirmeyi vaat ettiği hedefler şunlardı:

 

1-Esir alınan 2 İsrail askerinin kayıtsız şartsız serbest bırakılmasını sağlamak,

2-Lübnan İsrail sınırından 30 kilometre kuzeydeki Litani Nehri’ne kadar olan güney Lübnan’daki Hizbullah varlığını yok etmek,

3-Hizbullah’ın güney Lübnan’daki tüm lojistiğini yok ederek İsrail kentlerini Hizbullah füzelerinin tehdidinden kurtarmak,

4-Hizbullah’tan arındırılan Lübnan’ın güneyine 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararı doğrultusunda Lübnan ordu birliklerinin; Petersburg’daki G-8 zirvesinde öngörüldüğü şekliyle de bir çok uluslu gücün yerleştirilmesini sağlamak,

 

İsrail, Lübnan savaşı ile ilgili olarak bu hedefleri ortaya koyarken, 2 İsrail askerinin karşılığında elindeki yüzlerce Lübnanlı esirin durumunu ve işgali altında tuttuğu Lübnan’a ait Şeba Çiftliklerinin durumunu tartışmaya bile açmıyordu.

 

İsrail’in Lübnan savaşıyla öngördüğü bu askeri hedeflerin doğuracağı stratejik sonuçları da şu şekilde özetlemek mümkün:

 

1-İki askerini kayıtsız şartsız alarak bölgede istediğini dikte ettirebilen tek güç olduğunu göstermek.

2-Askeri ve lojistik gücü yok edilen Hizbullah’ın, Lübnan içindeki siyasi gücünün de asgari düzeye indirilmesi ve Hizbullah’ın Lübnan hükümeti nezdindeki karar verici rolünün bitirilmesi.

3-Güney Lübnan’a genişletilmiş yetkilerle donatılmış çok uluslu bir gücün yerleştirilmesiyle Hizbullah’ın askeri kapasitesini yeniden güçlendirmesinin önüne geçilmesi ve işgal dönemindeki Antuan Lehed komutasındaki Güney Lübnan Ordusu’nun yerini alacak olan bu çok uluslu güç sayesinde Hizbullah’ın artık İsrail’le değil doğrudan “uluslar arası toplum”la muhatap kılınması.

4-Refik Hariri terörü sonrasında güçlendirilen Suriye karşıtı 14 Martçıların, Lübnan siyasi yapısına egemen olmasının sağlanması ve Lübnan’ın 1980’li yıllara geri götürülerek ABD, Fransa ve İsrail’in her türlü nüfuzuna açık hale getirilmesi.

5-Filistin’de Hamas’ın, Lübnan’da da Hizbullah’ın yok edilmesiyle, siyasi gerekçelerle Suriye’ye, nükleer programı dolayısıyla da İran’a yönelik baskıların daha işlevsel hale getirilmesi.

6-İran ve Suriye’nin Filistin ve Lübnan’dan başlamak üzere ABD işgali altındaki Irak’ı da kapsayan geniş Ortadoğu’daki tüm siyasi ve stratejik derinliğinin, kendi ulusal sınırlarıyla sınırlandırılması.

 

Savaş; uluslar arası toplum, Arap dünyası ve Lübnan siyasi aktörleri

İsrail’in, yukarıda söz konusu edilen hedefler ve bunların doğuracağı stratejik sonuçlar çerçevesinde başlattığı 33 günlük Lübnan savaşında “uluslar arası toplumun” siyasi, diplomatik hatta askeri desteğini arkasına alması şaşırtıcı olmadı.

 

Refik Hariri cinayetinden başlamak üzere önce 1559, ardından da 1680 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarını çıkaran ABD ve Fransa’nın bugüne kadar Lübnan konusunda attığı tüm siyasi ve diplomatik adımlar, İsrail’in yukarıda söz konusu edilen hedeflerinin gerçekleştirilmesi için uygun zeminler yaratmıştı.

 

Bölge üzerinde etkinliği bulunan Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi bazı Arap ülkelerinin Lübnan savaşı sırasında açıkça İsrail’den yana tavır koyan siyasi tutumları ise ilk bakışta şaşırtıcı gelse de aslında “Yeni Ortadoğu” vizyonu çerçevesinde kendilerine biçilen role de kendi rejimleriyle ilgili ortaya koydukları tehdit algısına da uygundu. Bu rejimler, İsrail’in Hizbullah’ı yok etmesini beklediler, İsrail Başbakan Yardımcısı Simon Perez’in ifade ettiği gibi İsrail’i destekleyen tavırlarını gizleme gereği bile duymadılar.

 

Çünkü İsrail’le diplomatik ilişkisi bulunan üç Arap ülkesinden ikisi olan Mısır ve Ürdün ile ABD’nin en yakın Arap müttefiki olan Suudi Arabistan’ın; Hamas’la birlikte Filistin’de, Hizbullah’la birlikte de Lübnan’da yaşanan siyasi ve toplumsal değişimi kendi rejimlerinin altını oyan gelişmeler olarak gördüğü ve “Yeni Ortadoğu” vizyonuna paralel durmayı rejimlerinin çıkarına uygun buluğu söylenebilir.

 

Ürdün Kralı Abdullah’ın Irak’ta İslamcı Şiilerin demokratik süreçler sonucu iktidara gelmesini Lübnan’daki Hizbullah olgusuyla birlikte değerlendirerek bir “Şii Hilali” tehlikesi olarak ortaya koyması ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal’ın ABD’yi, Irak’ı İran’a teslim etmekle suçlaması “Yeni Ortadoğu” vizyonunun stratejik ortaklarını da düşmanlarını da ortaya koyar nitelikteydi.

 

“Uluslar arası toplum” gibi söz konusu Arap rejimleri de acil ateşkes girişimini, yıldırım harekatı olarak başlatılan operasyonun İsrail açısından bir yıpranma savaşına dönüşmeye başlamasına kadar söz konusu etmediler.

 

Lübnan iç politikasındaki siyasi aktörlere gelince… İsrail’in her türlü psikolojik savaş yöntemini kullanarak farklı etnik ve mezhebi kesimlerden oluşan Lübnan’da, özellikle 14 Martçıların toplumsal ve siyasi tabanlarını Hizbullah’a karşı kışkırtma ve Lübnan iç bütünlüğünü bozma çabasının sonuç vermediği açıkça görüldü.

 

Lübnanlı siyasi aktörlerin sivilleri ve Lübnan altyapısını hedef alan İsrail saldırı karşısında Hizbullah’ı suçlamayan ve ulusal birliği tehlikeye atmayan tutumları Lübnan açısından takdire değer bir başarıydı. Bununla birlikte Lübnan devletinde veya hükümetinde hiçbir yetkili makamda bulunmamasına rağmen savaş boyunca tüm Lübnan’ın adeta Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah tarafından yönetilmesini bu ülkedeki tüm siyasi grupların Nasrullah’a biatiyle açıklamak da mümkün değildir.

 

Suriye ve Hizbullah yanlısı tutumuyla bilinen Maruni Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un, Hizbullah’la yaptığı anlaşmaya sadık kalan Mişel Aun’un, yine Suriye’ye yakınlığıyla bilinen eski başbakanlardan Ömer Kerami veya Selim el-Hıss gibi Sünni politikacıların yahut Şii Emel örgütünün ulusal birliği korumaya özen gösteren ve Hizbullah’ı destekleyen tavrı anlaşılabilir.

 

Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Emil Lahud’u devirerek 1559 sayılı kararı uygulamak ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını gerçekleştirmek isteyen Saadeddin Hariri (Başbakan Sinyore’nin de mensubu olduğu Müstakbel Partisi’nin lideri), İlerici Sosyalist Partisi Lideri Velid Canbolat ve Falanjist Lider Semir Caca gibi, parlamentoda, hükümette ve toplumda etkinliği bulunan 14 Martçıların savaş sırasındaki uyumlu tavrının Hizbullah’a bağlılıklarından kaynaklanmadığı da açıktı.

 

Bu kesimlerin savaş sırasındaki zahiren ulusal bütünlüğü gözetir tavrı, aslında bölgedeki Arap rejimlerinin tavrının Lübnan iç politikasına uyarlanmış ve yumuşatılmış tavrından başka bir şey değildi.

 

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’ın savaş sırasında yaptığı üçüncü açıklamasında söylediği “Size şunu söyleyeyim ki bazı Siyonist medya organları şunu söylüyor: “Lübnanlı bazı yetkililer bize Lübnan’a yönelik saldırılarınıza devam edin, bu tarihi fırsatı bizden esirgemeyin; çünkü biz Direniş’i Lübnan’da ezmek istiyoruz dediler” Biz, Siyonist rejimin bu söylediklerine hiçbir şekilde inanmıyoruz ve bunları onların fitnecilikleri olarak görüyoruz”[2] sözleri, olup bitenleri bildiğini; ama ulusal birlik adına bunu görmezden geldiğini ortaya koyan yapıcı bir uyarıydı.

 

Bu gruplar, İsrail’in Hizbullah’ı yok etmesini veya en azından zayıflatmasını bekleyerek, bu süre içerisinde de zahiren ulusal birlik adına savaş boyunca uyumlu bir tutum takındılar; ama bu tutum, 1701 sayılı kararın kabulünden sonra gerçek niyetlerini ortaya koyar bir niteliğe büründü.

 

Nasrullah’ın sivillere ve altyapıya yönelik yıkımı önlemek için sergilediği “hükümetin alacağı kararın önünde engel olmayacağız” şeklindeki yapıcı tavra rağmen hükümet içindeki 14 Martçılar, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını söz konusu edebildiler.

 

Örneğin kabine’deki Dürzi İletişim Bakanı Mervan Hamadi, Hizbullah’ın 1701’in kabulünden sonra da genişletilmiş kara harekatı çerçevesinde ilerleyen İsrail ordusuna karşı direniş göstermesinden dolayı, Nasrullah’ı ateşkese uyma yönünde verdiği sözünü tutmamakla suçlayabiliyordu.

 

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah, ateşkesin yürürlüğe girmesinden sonra yaptığı konuşmada belli kesimlerin savaş sırasında içlerinde tutup, şimdi dışa vurmaya başladıkları bu fırsatçı tutumlarına değinerek şunları söyledi:

 

“İçeride, İsraillilerin bile şu an söylemedikleri bazı sözlerin söylendiğini görüyoruz. Maalesef içeride bazılarından ‘Litani’nin güneyinin silahsızlandırılması gerekir, Direniş’in silahının faydası nedir, o halde gelin Direniş’in silahsızlandırılması konusunu görüşelim’ türünden sözler duyuyoruz. Dostlarım bu mesele bu şekilde ve bu tarzda çözülemez. Ben herkese nasihat ediyorum, kimseyi tahrik etmeyin, insani sorunlarla ve güvenlik meseleleri konusunda oyun oynamayın. Çünkü hepimizin de bildiği gibi ABD ve İsrail’in Lübnan savaşıyla ortaya koyduğu en önemli hedeflerden biri Direniş’in silahsızlandırılmasıydı. Sizden Siyonist rejimin Dışişleri Bakanı’nın söylediği sözü dikkate almanızı istiyorum o, ‘dünyanın en güçlü ordusu dahi Direniş’i silahsızlandıramaz’ dedi. Biz şu an çok zorlu bir savaştan çıktık, Litani Nehri’nin güneyinin durumu daha sonra ele alınması gereken bir konudur. Şu an bunun zamanı değildir. Şu an büyük bir yanlış yapıyorsunuz, siz bazı şeyleri ABD’lilerden ve Siyonistlerden daha fazla istiyorsunuz. Bu gerçekten çok şaşırtıcı bir şeydir. Bazıları, Hizbullah’ın silahlarını devlete teslim etmesini istiyoruz diyor. Bu kişiler acaba şimdiye kadar Şeba Çiftlikleri konusunda bir şey söylediler mi? Bu tavırlar, Lübnanlı esirlerin serbest bırakılmasını sağlayabilir mi? Onlar Hizbullah’ı silahsızlandırarak Lübnan’ın güvenliğini sağlayabilirler mi? Olmert hala tehditlerini savurmaya devam etmekte ve gerektiği zaman Lübnan’a tekrar saldırabileceğini söylemektedir, buna karşı Lübnan’ı kim savunabilecektir?”

 

Sonuç

Bütün bu olgular, 33 günlük savaş sırasında Hizbullah’ın sadece İsrail’le değil, onun arkasındaki “uluslar arası toplum”la, Arap rejimleriyle ve Lübnan iç politikasındaki bazı aktörlerle de mücadele içinde olduğunu gösteriyor.

 

İsrail’in 33 günlük savaş sonunda, binden fazla sivili öldürmesine, Lübnan altyapısını çökertmesine ve 1701 sayılı kararın çıkmasından sonra iç politikaya dönük bir şov olarak genişlettiği; ama hiçbir yeri kontrolüne alamadığı kara harekatına rağmen zafer kazandığını İsraillilerin kendileri bile söyleyemiyor.

 

120’den fazla ünlü Merkava tankını, 5 helikopterini, 3 savaş gemisini 2 casus uçağını ve yüzlerce askerini kaybeden dünyanın 4. büyük ordusu İsrail’in cephedeki durumunun bir hezimet olduğunu Haaretz ve Yediot Ahronot gibi ünlü İsrail gazeteleriyle politikacıları dahi itiraf ediyor.

 

Yüz binlerce İsrailliyi mülteci durumuna sokan ve milyonlarcasını sığınaklara hapseden Hizbullah füzelerinin İsrail tarihi boyunca eşi benzeri görülmedik bir toplumsal, siyasi ve ekonomik yıkım getirdiği herkes tarafından görülüyor.

 

Bu yazının yazıldığı ateşkesin yürürlüğe girdiği 14 Ağustos tarihi itibariyle siyasi açıdan fırtına öncesi sessizliği yaşayan İsrail’de, Olmert hükümetini de üst düzey askeri yetkilileri de önüne katıp götürecek bir fırtınanın kopması büyük bir ihtimal olarak ortada duruyor.

 

1701 sayılı kararla güney Lübnan’a 15 bin kişilik Lübnan ordu birliğinin yerleştirilmesi gibi 1559’un öngördüğü bir sonuç çıkmış olsa da Lübnan’a ve tüm İslam dünyasına büyük bir askeri zafer yaşatan Hizbullah’ın silahını hiçbir gücün alamayacağı da açıkça görülüyor.

 

1559’da bahsi bile geçmeyen, Şeba Çiftlikleri meselesiyle Lübnanlı esirlerin serbest bırakılması konusunun, muğlak ifadelerle dahi olsa 1701 sayılı kararda yer alması, -bunca siyasi ve diplomatik desteğe rağmen- İsrail açısından askeri mağlubiyetin yanında alınmış diplomatik bir mağlubiyet olarak nitelendiriliyor. Savaşın başında 2 askerinin kayıtsız şartsız serbest bırakılacağını söyleyen İsrail, ateşkesin yürürlüğe girdiği 14 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Tzippi Livni’nin ağzından “esir değişimi konusunu Hizbullah’la görüşmeye hazırız” diyor.

 

Hizbullah’ın 33 günlük savaşının İsrail siyasetinde, Filistin’de, Arap dünyasında ve topyekun bölgede yaratacağı sonuçlar bakımından önemli bir tarihi dönüm noktası olabileceğini söylemek mümkün. Bu savaş sonrasında ortaya çıkacak sonuçların yeni bir Ortadoğu yaratacağı beklenebilir; bununla birlikte bunun ABD ve İsrail’in beklentisi olan “Yeni Ortadoğu” olacağı son derece kuşkulu gözüküyor.

 

Son bir not

İsrail Hizbullah savaşı sırasında Türkiye’nin PKK’ya karşı İsrail gibi yapmasını tavsiye eden Türk aydınları, İsrail’le Türkiye’nin devlet; Hizbullah’la PKK’nın örgüt olmasından dolayı akıllara durgunluk veren bir bağıntı kurdular. Bu bağıntıyı kuran aklıevvellerin Türkiye’yi işgalci, PKK’yı ise ülkesini işgalden kurtarmak için mücadele eden bir örgüt konumuna soktuklarının farkında olup olmadığı merak konusudur. Olgular arasındaki bağıntıları niteliğe değil şekle göre yapmaya alışkın bu diplomalı taifesinin kendi jeokültürel ve jeopolitik gerçekliklerine olan yabancılığı ürküntü vericidir.

 

Bu yazı Haberajanda dergisi için yazıldı

[email protected]

      



[1] Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler için http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=435 ve http://www.saafonline.com/yazi_detay.php?id=92&yazar=1 adreslerindeki makalelere bakılabilir.

[2] http://www.saafonline.com/dosya_detay.php?haber_id=983