İran, Siyonist rejimin ve Amerika’nın gerçek yüzünü dünya halklarına, özellikle de Batı emperyalizminin baskılarından daima acı çekmiş olan gelişmekte olan ülkelere gösterebildi.
Onlarca yıldır süren bir çatışma sürecinde, İran İslam Cumhuriyeti sürekli olarak Amerika Birleşik Devletleri, Batılı ülkeler ve Siyonist rejimin saldırılarına ve kesintisiz baskılarına hedef oldu.
Uzun yıllardır Batı, İran’ı Ortadoğu ve dünya güvenliğini “istikrarsızlaştıran” bir unsur olarak göstermeye çalıştı; oysa sahadaki gerçekler bu iddiaların tam tersini kanıtlıyor.
Bu bağlamda, İran’a karşı son dönemde gerçekleştirilen Siyonist-Amerikan saldırısı bir kez daha “uluslararası güvenlik” ve “uluslararası hukuk” gibi sloganların ikiyüzlülüğünü ortaya koydu.
Yaşanan olay sadece sınırlı bir askeri operasyon değil; aynı zamanda Batı’nın –başta Siyonist rejim olmak üzere– bağımsız ve egemen bir ülkenin güç ve bilim araçlarına sahip olmasını asla kabullenmediğinin açık bir ilanıdır.
Bu saldırıda İran’ın nükleer tesisleri hedef alınmıştır; oysa bu tesisler Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) tam gözetimi altındadır ve Ajans, birçok raporunda İran’ın nükleer programında silahlanmaya yönelik herhangi bir sapma olmadığını açıkça belirtmiştir.
Buna rağmen bu denetimler, Batı’nın küstahlığını ve kibirini dizginlememiştir. Aksine saldırının motivasyonu, Siyonist rejimin lehine olan orantısız üstünlüğün korunmasıydı. Halbuki İsrail öyle bir rejimdir ki, 200’den fazla nükleer başlığa sahip olmasına rağmen hiçbir uluslararası denetime veya sorumluluğa tabi tutulmamaktadır.
İran’ı hedef alan bu savaşla tüm bölge ülkelerine de mesajlar verildi
Bu savaş yalnızca İran’ı hedef almıyordu; aynı zamanda tüm bölge ülkelerine ve dünyaya açık bir mesaj niteliğindeydi:
Barışçıl yollarla ülkeyi güçlendirecek araçlara ulaşmak bile yasaklı bir eylem olarak görülüyor. Herhangi bir ülke, onların tahakküm alanının dışına çıkacak olursa, yıkım ve imha için meşru bir hedef hâline geliyor.
Bunun kanıtlarını yalnızca nükleer tesislere değil, aynı zamanda yerleşim alanlarına, hastanelere, altyapılara ve hatta bilim insanlarının, askeri komutanların ve siyasi şahsiyetlerin evlerine yönelik saldırılarda görmek mümkündür.
Tüm bu suçlar “önleyici meşru müdafaa” kisvesi altında işlendi; oysa bu kavramın hukuki hiçbir temeli yoktur ve tamamen Amerika ile Siyonist rejimin zihninde uydurulmuş, saldırılarını meşrulaştırmak ve Birleşmiş Milletler Şartı’nı kendi yeni-sömürgeci hedefleri doğrultusunda yorumlamak için icat edilmiş bir söylemdir.
Daha da tehlikelisi, bu saldırılar yalnızca altyapı ve askeri kurumlarla sınırlı kalmamış, doğrudan ülkenin beyinleri olan bilim insanlarını hedef almıştır.
Siyonist rejim, İranlı nükleer bilim insanlarını terör yoluyla öldürmüştür; onların tek “suçu”, barışçıl amaçlarla nükleer bilimi geliştirmekti. İran’ın nükleer programını silahlandırma yönünde bu bilim insanlarının herhangi bir çabası olduğuna dair hiçbir delil yoktur.
Onlar, tıptan tarıma ve sanayiye kadar pek çok alanda barışçıl uygulamaları geliştirmekteydiler. Daha da acı olan ise, bir milyondan fazla İranlı hastanın –kanser, hormon hastalıkları ve kronik rahatsızlıkları olanlar dâhil– tedavisinde kullanılan ilaçların Tahran reaktöründe üretildiği, ancak yıllar boyunca Amerika’nın zalimce uyguladığı yaptırımlar nedeniyle bu ilaçlardan mahrum kalmış olmalarıdır.
Bu gerçekler, Siyonist rejim ve Batılı devletlerin kendi saldırılarını meşrulaştırmak amacıyla öne sürdükleri tüm bahaneleri geçersiz kılıyor.
Amerika, sözde nükleer silahların yayılmasından endişe duyduğunu iddia ederken, pratikte Siyonist rejimin devasa nükleer cephaneliğini destekliyor ve onun işgal, saldırı ve tehditlerini sürdürmesi için tüm gerekli korumaları sağlıyor.
İsrail, sorgulanmak bir yana, hukukun üstüne yerleştiriliyor ve bu sayede sanki tüm dünya onun iradesine tabiymiş gibi davranıyor.
Daha da vahimi, bu rejimin artık sınır tanımadan kırmızı çizgileri çiğnemesi ve İslam Devrimi Liderini açıkça terörle tehdit etmesidir. Bu, uluslararası hukuka eşi görülmemiş bir saldırı olduğu gibi, dünya çapında bir buçuk milyardan fazla Müslüman’ın duygularına da açık bir saygısızlıktır.
Bu tehdit yalnızca İran’a yönelik bir saldırı değil, aynı zamanda büyük bir İslami sembole yönelik bir saldırıydı ve tüm Müslüman halklara verilen bir mesajdı: Bugün direniş projesini temsil eden Tahran, Siyonist-Batılı projenin asıl düşmanıdır.
İran’ın cevabı sarsıcı oldu
Buna rağmen İran’ın yanıtı sarsıcı oldu. Bu savaş, İslam dünyasının saflarını birleştirdi ve bir kez daha tüm dünyaya gösterdi ki, İran İslam Cumhuriyeti yalnızca zayıf bir konumda değildir. Aksine, gerçek bir güçtür ve dünya çapında bilinçlenme ve özgürleşme ekseninin liderliğini yapmaktadır.
Bu eksen, boyun eğmeye karşı durmakta ve özgür milletlerin izzeti ile egemenliğini savunmaktadır. Amerikan-Siyonist saldırısı, küresel bilinçte bir dönüm noktası yaratmış ve uluslararası ufku benzeri görülmemiş bir şiddetle yeniden tanımlamıştır.
Küresel güvenliği tehdit eden unsur, uluslararası denetim altında bulunan İran’ın barışçıl nükleer programı değil; uluslararası hukuku çıkarlarına göre seçici bir araç olarak kullanan imparatorluklardır. Bu güçler, menfaatlerine hizmet ettiğinde hukuku uygular, aksi hâlde ise görmezden gelirler.
Son saldırı, küresel güneyde birçok insanın gözündeki perdeyi kaldırdı ve bazı ülkelerin tereddüt içindeki siyasi elitlerini, yaşananların yalnızca uranyum zenginleştirmeye dair teknik bir ihtilaf olmadığını, bilakis doğrudan egemenliğe yönelik bir saldırı olduğunu kabul etmeye zorladı.
İran, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na (NPT) ve Ek Protokol kapsamındaki yükümlülüklerine bağlı kaldığı hâlde, herhangi bir uluslararası taahhüdünü ihlal etmediği halde dış saldırıya uğradı. Bu gerçek, Batı’nın standartlarının ne denli seçici ve tek taraflı olduğunu gözler önüne seriyor.
Uluslararası hukuk ayaklar altına alındı
“Önleyici meşru müdafaa” adı altında ortaya atılan iddia ise, mevcut suçlar listesine bir de hukuki hakareti eklemiş oldu.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51. maddesi, düşmanca hiçbir eylemde bulunmamış bir ülkeye karşı önleyici saldırıyı meşru saymaz; meşru müdafaa hakkını yalnızca mevcut bir silahlı saldırıya yanıt olarak tanımlar.
Bu hükmün dışında yapılan her yorum, uluslararası hukuk ilkelerinin açık bir çarpıtılması ve saldırganlığı meşrulaştırmaya yönelik bariz bir girişimdir.
Medyanın kayda aldığı en vahşi suçlardan birinde, Siyonist rejim “Astane-i Eşrefiye” bölgesinde toplu bir katliam gerçekleştirdi ve bir İranlı bilim insanının akrabalarından bir ailenin evini hedef aldı.
Bu barbar saldırıda aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu en az 15 kişi şehit oldu. Oysa olay yerinde hiçbir askerî unsur bulunmamaktaydı. Bu katliam, İran’da sadece bilgi sahibi olmanın bile “suç” sayılarak ölümle cezalandırılabileceğinin açık bir ilanıydı.
Bu saldırının ardından artık çok net biçimde görülmektedir ki, İran ile Siyonist-Amerikan ekseni arasındaki çatışma, sıradan bir siyasal anlaşmazlık değil; iki zıt projenin karşı karşıya gelişidir: Bir tarafta tahakküm ve yayılmacılık projesi, diğer tarafta ise ulusal egemenlik ve özgürlük projesi durmaktadır.
İran’ın bu saldırıya verdiği yanıt gecikmeden ve çok katmanlı şekilde gerçekleşti. Askerî boyutta İran, bölgedeki güç dengelerini yeniden tanımlayacak caydırıcılık araçlarına sahip olduğunu gösterdi ve hatta bölgenin daha önce hiç tanık olmadığı yeni bir caydırıcılık denklemini dayatmayı başardı.
Uluslararası çevrelerin son derece nokta atışı ve hesaplı olarak nitelendirdiği operasyonlarla Siyonist rejimin hassas hedeflerine yönelik isabetli ve yoğun darbeler, İran’ın verdiği karşılığın sadece bir parçasıydı.
Ancak en önemli yanıt, siyasî, kültürel ve medya alanında verildi. İran, Siyonist rejimin ve Amerika’nın gerçek yüzünü dünya halklarına, özellikle de Batı emperyalizminin baskılarından daima acı çekmiş olan gelişmekte olan ülkelere gösterebildi.
Dünya halkları neden İran’a destek verdi
Haziran ayında gerçekleşen saldırı, kolektif bir uyanış anı niteliği taşıyor ve pek çok kişiyi küresel çatışmayı algılama biçimlerini yeniden gözden geçirmeye zorladı.
Bu nedenle, dünya çapında sokaklara yansıyan geniş çaplı halk desteğine tanık olduk; Cakarta’dan Beyrut’a, Sanaa’dan İslamabad’a, New York’tan Londra’ya kadar.
Milyonlarca insan, yalnızca İran’a bir ülke olarak duydukları sevgiden dolayı değil, aynı zamanda İran’ın bugün adaletsiz küresel düzene karşı direnişin öncüsü olduğu gerçeğini derinlemesine kavradıkları için Tahran’ın yanında olduklarını göstermek üzere sokaklara döküldü.
Ve nihayetinde, Tahran bir kez daha ulusal egemenlik kavramını yeniden tanımladı ve bunun yalnızca sözlerle değil, direniş ve fedakârlıkla anlam kazandığını ispatladı.
Bu savaş, birçok suçu açığa çıkardı; ancak aynı zamanda halkların gerçek yüzünü de gösterdi: Kimin mazlumların yanında durduğunu ve kimin zalimlerle iş birliği yaptığını.
Tarih şunu hatırlayacaktır ki, bu yüzyılın kader belirleyen bir anında İran halkı dimdik durdu ve küresel zorbalığa “hayır” dedi. Ve bu “hayır”, tarihin seyrinde büyük bir dönüşümün başlangıcı olacaktır.