Çin ve Orta Doğu

img
Çin ve Orta Doğu YDH

Rusya’nın dış siyaseti ABD’yi denklemin dışına itmek üzerine kurulu olduğu halde, Çin’in dış siyaseti, denklemde ABD ile birlikte tayin edici rol kazanmak üzerine kuruludur. Bu eğilim, Güney Çin Denizi ve Tayvan meselesi hariç, her yerde gözlenir. Uzunca bir çalışmanın alt başlığı olan bu yazı, Çin’in Orta Doğu siyasetini ele alıyor.




2000-2013 arasında Çin’in karbon yakıt ihtiyacı 7 kat, ancak kendi kaynaklarından üretimi sadece 1,7 kat arttı. 2012’de günlük 9,1 milyon varil (yıllık 455 milyon ton) petrol tüketiyor, ama bunun sadece yüzde 45’ini kendi kaynaklarından çıkarıyordu. 2013 başında Çin’in enerji ihtiyacının yarıdan fazlası, Arap ülkelerinden alınan petrolle karşılanıyordu.

Çin, daha bu yıllarda Yakın Doğu ve Orta Afrika ülkelerinin ABD’den sonraki ikinci büyük ticari ortağı haline gelmişti. Aynı yıl Çin’in Arap ülkelerine ihracatı bu ülkelerin dış ticaretinin yüzde 9,1’ini oluşturuyordu (ABD’nin yüzde 13,6); Çin’in bu ülkelerden yaptığı ithalatın ise yüzde 92,1’i ham petrol, sadece yüzde 7,9’u diğer tüketim ürünleriydi.

Bu sırada Rusya Federasyonu’nun Kuveyt Büyükelçiliği Üçüncü Sekreteri olan Truhin’in 2014’te yazdığına göre, bu tarihte bölgedeki petrol, doğalgaz, petrokimya ve inşaat sektörlerinde 22 milyar dolar tutarında iş görüyordu ve bu, bölge ülkelerinin bütün projelerinin yüzde 2,5’ini teşkil ediyordu. Aynı yıl Sinopec, Suudi Aramco ortaklığındaki 10 milyar dolar değer biçilen Yanbu Export Refinery’nin yüzde 37,5 hissesine sahipti.

Öte yandan Suudi Aramco da Çin’de Yunan’da Petrochina (CNPC) ile ortak rafineri inşaatına girişmişti. Keza Kuwait Petroleum International, Sinopec ile 17 Mart 2011’de imzalanan anlaşmayla Zacan’da 9 milyar dolar değer biçilen bir petrol rafinerisi kurmaya başlamıştı. Bu iki rafineri de, Çin’e taşınacak Arap hampetrolünü işlemeyi hedefliyordu. Aynı dönem Petrochina da Irak’ta Rumeyla’da BP ile ortak rafineri kurmuştu.

2013’te, BAE’de Abu Dhabi National Oil Company (Adnoc) ile CNPC arasında Çin’e 20 yıl boyunca petrol ihracatını kayıt altına alan bir kontrat imzalandı; ertesi yıl da bu iki şirket arasında stratejik işbirliği mutabakatına varıldı. Gene 2014’te Suudi Aramco ile Sinopec ortaklığında, Yanbu’daki dünyanın ikinci büyük rafinerisi çalışmaya başladı. Bunlara 2007’de Çin’in güneyindeki Futsziyan bölgesinde Exxon ve Suudi Aramco ortaklığıyla kurulan petrol rafinerisini de eklemek gerek.

Çin’in bölgedeki en büyük petrol tedarikçisi İran’dı. 2014’te Çin’in ithal ettiği petrolün yüzde 22’si İran’dan geliyordu. 2012’de İran’la dış ticaret hacmi 28 milyar dolardı (UN Comtrade verilerine göre 26 milyar dolar) ve 2015’te 50 milyar dolara çıkması bekleniyordu.[1] (Ne var ki 34 milyar dolarda kaldı.)

Bu faaliyetler, Çin açısından stratejik bir girişim anlamına geliyordu. 2014’te Si Tszinpin, bu ortaklıkları, ÇKP’de adeta gelenek olan formüllerden biriyle açıklamıştı: “1 + 2 + 3”. Burada 1, enerji işbirliği; 2, altyapı inşası ve ticari faaliyetlerin yürütülmesi ve yatırım ikliminin iyileştirilmesi için uygun şartların sağlanması, 3 de şu üç temel yüksek teknoloji alanını ifade ediyordu: nükleer enerji, füze ve uzay sektörü, yeni enerji kaynakları.[2]

Bütün bunlar göz önüne alındığında, Truhin’in şu öngörüleri kesinlikle haklıydı: “Pekin’in gelecekteki enerji güvenliği pek çok açıdan Pekin ile Washington arasındaki işbirliği ve karşılıklı anlayışın seviyesine bağlıdır.

Bununla birlikte Çinli yetkililer, ABD’nin petrol kaynakları üzerinde kontrol tesis etmek ve diğer devletlerin, esas itibariyle de Çin ve Rusya’nın bu alt-bölgeye nüfuz etmesine engel olmak amacıyla İran Körfezi’nde üstünlük kurmak hedefi güttüğünün farkındadır. Washington, Yakın Doğu’da kendi pozisyonunu tahkim etmeye çalışırken Çin’in faaliyetlerini, Amerikalılarla karmaşık ilişkileri bulunan ülkelere genişletmesinden de endişelidir. Günümüzde bunlar, öncelikle İran ve Suriye’dir. Amerikalılar, Pekin’in, ABD’nin bölgedeki geleneksel ortakları olan Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE vb. ile işbirliğini güçlendirmesini hoşnutsuzlukla takip etmektedirler. Keza ÇHC’nin Irak enerji pazarını ‘benimseme’ hedefi güttüğü de görülmektedir.”[3] (Vurgular benim. — H.Y.)

Bununla birlikte Truhin, Çin’in ticari ilişkilerini sürdürürken batılıların tersine kendi değer ve sistemlerini dayatmadığını, ABD Filistin meselesinde genellikle İsrail yanlısı bir tutum alırken Çin’in Filistinlilerin haklı taleplerini desteklemesinin de Arap dünyasında giderek daha büyük sempati yarattığını söylüyordu.

Ne var ki bu sempatinin Arap halkları arasında ne kadar yaygın olduğu tartışmalıdır; Arap devletlerinin ise yapısal olarak işbirlikçi olduklarını ve bunlar arasında İsrail’den değil, Filistin meselesinin hâlâ devam ediyor olmasından ötürü bir rahatsızlık olduğunu ise, son iki yıl bize daha açık şekilde gösterdi.

Her halükârda, Çin’in geleneksel olarak ABD hâkimiyeti altındaki alanlara yayılması emperyalist dünyada kuşkusuz endişe yaratır, ancak Çin, enerji güvenliği ve emperyalist dünya ağına bağımlılığı açısından kırılgandır ve, Truhin’in ima ettiği gibi, bu güvenliği tesis etmek için ABD ile “işbirliği ve karşılıklı anlayış” tesis etmesi gerekecektir.

Bu doğru bir görüştür. Görünürde son derece güçlü Çin ekonomisi, kapitalist dünya kapitalist sisteminde son derece kırılgandır. Yukarıda, bu kırılganlığın ABD ile ticaret mutabakatında nasıl sonuçlandığını anlatmıştım. Aşağıda, Rusya ile ilişkiler başlığında, Kore yarımadasında ne sonuç verdiğini anlatacağım. Burada ise Yakın ve Orta Doğu ile ilgili üç örnek vereceğim.

Birinci örnek: ABD işgalinden önce Çin ve Irak arasında askeri-teknolojik ve ticari-iktisadi alanlarda sıkı ilişkiler kurulmuştu. 1991’e gelindiğinde 60 Çinli şirket Irak’ta petrol alanında faaliyet gösteriyordu ve BM’nin “gıda karşılığı petrol” programı uyarınca 500’den çok sözleşme imzalanmıştı.

Ancak bütün bu avantajlar, ABD işgaliyle birlikte sona erdi. “Çin … 7 milyar dolar kaybetmesine rağmen, batılı devletlerle zaten gergin  olan ilişkileri daha da germemek ve Suudi Arabistan gibi ekonomik açıdan kârlı bir aktörle yeni girdiği işbirliğini de kaybetmemek için ‘sessiz rıza’ ve ‘müdahalesizlik’ ilkesini gütmeyi tercih etti.” Irak’la ilişkiler ancak 2006’dan sonra yeniden gelişmeye başladı.

2013’e gelindiğinde Irak petrol sahalarında Çinli girişimlerin yatırımları yıllık 2 milyar dolara ulaşmıştı; bu sahalarda yüzlerce Çinli petrol mühendisi çalışıyordu. Çin, Irak’a işçi taşımak için özel bir havaalanı bile inşa etmişti. Çin artık, Exxon’un elindeki petrol sahalarına bile göz dikmişti; ama buna da IŞİD’in yükselişi darbe vurdu.[4]

İkinci örnek: Çin, geleneksel olarak, uluslararası ilişkilerde “istikrar ve gelişmeyi” temel aldığını açıklar. Bu iddia genel olarak samimi kabul edilir. Ancak Arap baharıyla birlikte buna bir de uluslararası güvenlik eklendi. Bu deyim, bütün büyük güçlerde olduğu gibi Çin’de de siyasi ve iktisadi menfaatlerini ifade etmenin bir başka yoludur.

2011 mayıs ayında Çin Dışişleri Bakanı Yan Tszeçi, Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik tutumunu üç başlık altında açıklamıştı: “Birincisi, Çin, iç işlerine karışmama ilkesine bağlıdır; ikincisi, silahlı güç kullanılmasına karşıdır; üçüncüsü de uluslararası toplumu bölge ülkelerinin siyasi istikrarı sağlama çabalarını desteklemeye çağırmaktadır.” Aynı dönemde Çin’deki düşünce kuruluşlarında (her yerde olduğu gibi Çin’de de düşünce kuruluşları, rejime akıl satan kuruluşlardır), bölgedeki durumun “Çin’in girişim ve enerji güvenliğini ilgilendirdiği” daha sık vurgulanıyordu.

Bu tutum, Libya’da ete kemiğe büründü ve Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin, Libya’ya NATO müdahalesinde birinci basamak olan 1970 sayılı kararını destekledi. Bununla da yetinmedi ve ilkinden bir ay sonra NATO müdahalesine açıkça olanak sağlayan 1973 sayılı kararı da veto etmekten kaçındı.[5] Bu, batılı ülkelerin Çin’den destek göreceklerini umudunu açıkça artırmıştı.[6]

Rusya Bilimler Akademisi Uzak Doğu Enstitüsü’nden K. Antipov, Libya’da iç savaş henüz devam ederken, Fudan Üniversitesi profesörlerinden Tszyan Tszyunbo’nun ve Çin Dışişleri sözcüsünün görüşlerini aktarır. Tszyan, Çin’in Libya krizinde “gerçekten de müdahalesizlik ilkesinden uzaklaştığını”, ancak bunun “tam bir vazgeçiş olduğuna dair aceleci çıkarımlar için sebep teşkil etmediğini” söyler. Dışişleri sözcüsü de, Libya’daki durumu “tamamen istisnai” diye tanımlar ve Libya’ya yönelik yaptırımların desteklenmesi kararının “Çin’in gelecekteki siyaseti için bir örnek teşkil etmeyeceğini” ileri sürer.[7]

Ama Libya’daki trajedide Çin’in siyasi payı bununla sınırlı kalmadı. Çin, daha 2011 haziranında, iç savaş sürerken, batı destekli haydut çetesinin Bingazi merkezli Geçici Ulusal Konsey’ini Libya’da meşru iktidar olarak tanıdı ve resmi ilişki kurdu. Cin’in Mısır ve Tunus’ta da aynı şeyi yapmış olduğuna bakılırsa, Libya’daki tutumu hiç de “tamamen istisnai” değildi.

Üçüncü örnek: 2012’de ABD ve diğerleri İran’dan petrol alan ülkelere karşı ambargo kararı aldıklarında, İran’ın en büyük alıcısı olan Çin fazla beklemedi ve alternatif petrol kaynakları arayışına girdiğini duyurdu.

Gerçekten de İran’dan aldığı petrolü yarıya düşürdü ve Suudi Arabistan’la yeni petrol alımı görüşmelerine girişti.[8] Çin’in İran’la ilişkileri, ancak Rusya’nın inisiyatifiyle İran’ın nükleer programı konusunda görüşmelerin ilerlemesi üzerine eski rotasına girdi. Çin, 2018’de de, İran’ı Yemen’de Husilere silah temin etmekle suçlayan İngiltere, Fransa ve ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki ortak karar tasarısına çekimser kaldı. (Tasarıyı Rusya veto etti.)

Şekil 1

Grafik, Çin ve İran arasındaki dış ticaretin, İran’a yönelik yaptırımların rahatlaması ve artmasıyla paralel olduğunu, Çin’in İran’ın dış ticaretindeki payı artıyor olsa bile, emperyalizmin İran’a yaptırım dalgalarının yükseldiği her defasında iki ülke arasındaki dış ticaret hacminin dramatik şekilde düştüğünü açıkça gösteriyor.

Öyle ki, ABD’nin İran’la nükleer anlaşmasını tek taraflı iptalinden sonra da (belli ki ABD ile çatışmamak için) İran’ın Çin’e ihracatı (kuşkusuz bunun tamamına yakını petrol ve petrol ürünleridir) neredeyse 2005 seviyesine geriledi.[9] Ancak Çin, her iki ülkeyle de “yumuşak güce” (emperyalist dünya sistemine entegre dev bir ekonomi) dayanan karşılıklı denge siyasetini sürdürmeye devam etti.

Yumuşak güç, tercih değil, kırılgan ekonominin yapısal olarak doğurduğu zorunlu bir sonuçtur, zira (2013 itibariyle) Çin, petrol ihtiyacının yüzde 19’unu Suudi Arabistan’dan karşılıyordu. İlyiminskaya’nın haklı olarak dikkat çektiği gibi: “Siyasi açıdan, Suudi Arabistan’la işbirliği, bu ülkenin Arap Ligi, Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konferansı, İslam İşbirliği Örgütü formatlarında çok taraflı uluslararası ilişkiler alanındaki kilit rolü itibariyle önem taşıyor.

Kuşkusuz, Suudi Arabistan’ın siyasi ağırlığı, Çin’in Yakın Doğu’da kendi menfaatlerinin lobisini yapmasında değerli bir avantajdır.”[10] Ama sadece bu kadar değil. ABD’nin İran’ı tecrit planı, zaten, Çin’in yüzünü başka kaynaklara çevirmesi üzerine kuruluydu. 2012’de Çin, kendi enerji ihtiyacını karşılayabilmek için bunu yapmaktan kaçınmayacağını açıkça gösterdi.[11]

Bununla birlikte Çin’in ABD planına bütünüyle angaje olması hem mümkün değildir, hem de ABD’nin böyle bir beklentisi olduğunu ileri sürmek aşırı bir abartı olacaktır.

Çin, başta Yakın ve Orta Doğu olmak üzere, batı müdahalelerinin yıkıcı rolünün altını çizer; bununla birlikte “ABD’nin tutumu, bölgedeki batılı ülkelerin ileriki eylemlerini ve gelecekteki barışın olası varyantlarını tayin eden en önemli unsur olarak değerlendirilir.”[12]

Bu yandan çarklı tutum, Çin’in devrim sonrası tarihinin neredeyse her kesitine damgasını vurmuştur. Libya gibi, batı müdahalesiyle istikrarsızlığın yayıldığı ülkelere, ABD ile ortak menfaatler temelinde “istikrar” getirme anlayışından vazgeçmeleri de mümkün görünmüyor.

Zira bu anlayış, aslında, Çin ile ABD arasında (Antipov’un deyişiyle) “stratejik diyalog” şartlarını yaratmak amacı güdüyor. Bu “realpolitik” kuşkusuz temelsiz değildir; zira “Çin günümüzdeki durumda ABD’nin rolünde önemli bir daralma olmasını ve Arap dünyasında, ‘soğuk savaşın’ sonunda olduğu gibi yeni bir güç vakumu ortaya çıkmasını beklemiyor. Çin, kendisini de, yakın gelecekte böyle bir olası vakumu tek başına doldurabilecek güçte görmüyor.”[13]

Başka deyişle, Rusya’nın dış siyaseti ABD’yi denklemin dışına itmek üzerine kurulu olduğu halde, Çin’in dış siyaseti, denklemde ABD ile birlikte tayin edici rol kazanmak üzerine kuruludur.

ABD Tayvan’ı kaşıdıkça güçlenen bu derin pragmatizm, dediğim gibi, emperyalist dünya sistemi içinde kırılgan bir dev oluşundan kaynaklanıyor, ancak bunun tarihi öncülleri de yok değil. Çin, sadece ilişki kurmakla kalmıyor, ilişki kurduğu ülkelerde iktidarı savunur bir tutum almaktan da çekinmiyor. Cem Küçük’ü CRI’ye yorumcu yapmak, başka türlü izah edilemez.

Nispeten uzak, doğrudan menfaatlerinin nispeten daha zayıf olduğu Türkiye’yle karşılaştırıldığında, Çin’in yakın ülkelerle ilişkisi, çok daha sabıkalı. Görünürde açık siyasi ve ideolojik motif gözetmeyen Çin yatırımları, bu ilkeye sığınarak, ilişki kurulan ülkede iktidarı sağlamlaştırmaya hizmet ediyor.

Bunun çok çarpıcı bir örneğini Sarı Yelekliler eylemlerinin ilk aylarında Global Times’ta (ÇKP yayın organı Halkın Günlüğü’nün İngilizce kolu) takip etmek mümkündü. Bunlardan birinde, Fransız işçilerinin, Fransız ekonomisinin neoliberal küreselleşmesini “ileriye doğru” bir adım olarak kabul etmesi gerektiği vazediliyordu. 2019 sonunda yapılan yorumlarda bile, Fransız hükümetinin neoliberal tedbirler uygulamakta ve güvenlik kuvvetlerinin bu “yasadışı” gösterileri bastırmakta haklı olduğu ileri sürülüyordu.[14]

Çin’in enerji güvenliğini sağlama çabası, kırılgan bir dev oluşunun bir sonucudur. Ancak emperyalist dünya sistemi yerinde durdukça bu yapısal problem çözülemez, dolayısıyla enerji güvenliğini sağlama çabaları da devam edecektir. Bu yüzden, Çin’in jeopolitik hamlelerine bu son derece ciddi sorunun şekil vermesi gayet anlaşılır.

Antipov da buna yakın bir görüşteydi. Antipov 2012’de, Suriye krizinin bu henüz çok erken, üstelik de Rusya’nın henüz sadece diplomatik rol oynadığı bir aşamasında, bu krize yaklaşım farklarına rağmen bölgedeki bütün ülkelerle iktisadi ilişkilerini geliştirmeyi başardığını vurguluyor ve Çin’in bölgede faaliyet gösteren bütün güçlerin başlıca ortaklarından biri haline gelme eğilimine dikkat çekiyor, bunun da “Çin ve Rusya’nın uluslararası arenada yakınlaşmasına ve pratiğe dönük karşılıklı ilişkilerinin güçleneceğine katkıda bulunacağının” altını çiziyordu.[15]

Antipov, Beşar Esad’ın 2004’te Çin ziyareti öncesi demeçlerini hatırlatıyor ve Suriye’nin “reformlar” yolunda Çin’i örnek aldığını belirtiyordu. Beşar Esad döneminde Çin’le ticari ilişkilerin gelişmesi, tesadüf değil, karşılıklı siyasi bir tercihti.

Nitekim iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi, 2002’den 2011’e 10 kat artmış ve 3 milyar dolara yükselmişti. Bunun büyük bölümü, kuşkusuz, Suriye pazarını kaplayan ucuz Çin tüketim mallarıydı.

Gene bu dönemde Fırat vadisinde petrol çıkarmak ve işlemek için 400 milyon dolarlık ortak girişim öngörülüyordu. Sinopec, daha 2007’de, Kanadalı Tanganyika Oil Co., Ltd.nin millileştirilmesi için yaklaşık 1 milyar dolarlık katkıda bulunmuştu. Aynı yıl Deyrezzor’da da 1 milyar dolar değer biçilen ortak bir rafineri kurulması konusunda mutabakata varılmıştı.

Aynı proje, buradan çıkartılacak petrolün Tarsus limanına ulaşması için petrol boru hattı inşasını da öngörüyordu. Ancak belki bunlardan daha dikkat çekici olan, Suriye ve Çin ortak bankaları kurulması projesiydi.

Bütün bunlar, kuşkusuz, Suriye’ye yaptırımların hafiflemesinde büyük rol oynayacaktı. Keza ortak girişimler kültür ve eğitim alanına da uzanıyordu; ortak üniversiteler, eğitim ve araştırma merkezleri açılması planlanıyordu. Bunlar askeri teknolojiyi de kapsıyordu. Gene bu dönemde Çin’in Yakın Doğu Daimi Temsilcisi U Sıke, esas itibariyle Golan tepelerinin Suriye’ye iadesi temelinde bir Suriye-İsrail barışı öngörüyordu.

Bu balayı döneminde Çin’in girişimlerini İsrail de destekliyordu. Dahası, Antipov’un dediğine göre bu girişimler 2012’de Suriye krizinin ilk aşamasında bile sürmüştür. Antipov’a göre Suriye ile işbirliği, “Çin’in Doğu Akdeniz’de kendi stratejik mevzilerini oluşturması için ön şartları yaratıyor, ÇHC’nin Türkiye ve İran bağlamında otoritesini artırıyor, Avrupa pazarıyla çalışmaya yönelik yeni yaklaşımların hayata geçirilmesini planlamaya olanak veriyor” idi.[16]

Suriye’de iç savaşın ilk aşamasında ise, Çin, Suriye hükümetiyle ilişkilerini sürdürmekle birlikte, demokratikleşme ve reform çağrılarına da katılmıştı. Rusya bu çağrılardan olabildiğince uzak dururken Çin’in liberal reform çağrılarına katılması, dikkat çekicidir.

Gene Antipov’un, tam da bu gelişmeler yaşanırken yazdığı makalesine bakalım: “Suriye’deki mevcut istikrarsızlık, Çin’le daha etkili bir işbirliğine katkıda bulunabilecek sosyal kuvvetlerin rolünün artmasına da olanak verebilir.

Çin’in resmi temsilcilerinin, ülkelerinin, bugünkü Suriye rejiminin veya kişisel olarak Beşar Esad’ın tutumunu savunmaya niyetli olmadığı ve Suriye halkının bağımsız siyasi tercihine saygı göstermeye hazır olduğu şeklindeki açıklamaları bu anlamda yorumlanabilir.”[17]

Antipov aynı yerde analizini derinleştirir ve “Çin ve Suriye arasındaki sıkı işbirliğinin Çin’in çok daha etkili Arap devletleriyle ilişkilerini bozma tehdidi yarattığını” söylüyordu. Bu da, Antipov’a göre, Çin hükümetinin gelişmeleri doğru tahmin edememiş olmasından kaynaklanıyordu.

2011’e kadar Çin basınında, Suriye’nin Arap baharına uyum sağlayacağı, komşularıyla “iyi ilişkilerini” koruyacağı, uluslararası Arap muhalefetini karşısına almayacağı bekleniyor, üstelik bölge devletlerinin de (İsrail ve Suudi Arabistan dahil), Suriye’nin “ikinci bir Libya olmasını” istemedikleri sanılıyordu. Oysa gerçek, “uluslararası Arap muhalefetinin” diğer ortaklarıyla birlikte Suriye’de terörist faaliyetleri daha en baştan diplomatik, siyasi, askeri, her tür kanalla desteklemeye başlamış olduğuydu.

Çin yönetiminin bu aşamada, Suriye’yi Libya gibi gördüğü ve Esad yönetimini yalnız bırakmak için fırsat kolladığı ileri sürülebilir. Suriye’nin direnişi, Çin’i de Orta Doğu’da darayı Suriye kefesine koymak zorunda bırakmıştır.

Neticede, başka Carnegie olmak üzere, batılı think-tank’lerin, Çin’in Suriye konusunda batı yanlısı bir tutum takınacağı umutları gerçekleşmedi, bununla birlikte bu umutlar büsbütün yersiz de sayılmazdı. Çin, (Uygur çeteleri dışında) çatışan taraflara genel olarak aldırış etmedi, son derece pragmatist siyasetini sürdürdü ve fiilen, BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın vetolarına katılmaktan başka bir şey yapmadı.

Görünürde tarafsız olan bu tutum, Çin’in olası diplomatik ve siyasi etkinliğini de zayıflattı. Bu doğmadan boğulan siyasi güçsüzlüğünü dünya ekonomisinde dev oluşuyla telafi edebildi; bu sayede Suriye krizinin bütün şiddetiyle ortaya çıktığı 2011’de bölge ülkeleriyle ticaret hacmini yüzde 34 artırarak 200 milyar dolara çıkardı. Ancak ilkeli bir siyasetle değil emperyalist dünya sistemine entegre bir ekonominin gücüyle kotarılan her ilişki, neticede, siyasete de emperyalist tonlar verecektir. Çin belli ki bunu bilinçli bir siyasi tercih olarak sürdürüyor.



[1]     Трухин, А. С. Сотрудничество Китая с арабскими странами. Свободная мысль. 2014, вып. 1 (1643), сс. 16–17.

[2]     Ильиминская, М. Ф. Регион Персидского залива как зона геополитических интересов Китая. Вестник РУДН. 2015, вып. 1, с. 156.

[3]     Трухин. Сотрудничество Китая с арабскими странами, с. 18.

[4]     Ильиминская. Регион Персидского залива как зона геополитических интересов Китая, с. 157.

[5]     Bu iki kararı Putin’in başbakanlık molası sırasında Rusya Başkanlığı görevini yürüten Medvedev de veto etmeyerek desteklemiştir. Bununla ilgili daha önceki bir yazımda şöyle demiştim:

“Libya krizi, Yugoslavya’nın bombalanmasıyla birlikte, Rusya’nın siyasi çarklarının başında bulunan kimseler arasında birçok açıdan Sovyetler Birliği dönemini hatırlatan bir dış siyaset izlenmesini teşvik eden başlıca olaylardır.” (Yalın, H. Libya’ya Bir Bakış [онлайн]. YDH. 16. 10. 2018 [просмотрено 25. 8. 2021]. https://www.ydh.com.tr/HD15717_libyaya-bir-bakis.html)

Medvedev, 17 Kasım 2018’de de bir tür özeleştiri vererek şöyle demişti: “Rusya, böyle bir senaryo için oy kullanmamıştı. Ama mesele, ülkemizin saygınlığından neler kaybettiği değil; mesele, Libya’da, etkilerini onlarca yıl boyunca hissedeceğimiz korkunç bir trajedinin meydana gelmiş olması.” (Yalın, H. Medvedev’den Libya konusunda özeleştiri [онлайн].

YDH. 18. 11. 2018 [просмотрено 25. 8. 2021]. https://www.ydh.com.tr/HD15732_medvedevden-libya-konusunda-ozelestiri.html) İki devletin tutumu arasındaki temel fark, müdahaleye yol açan 1970 ve 1973 sayılı kararların desteklenmesi Rusya’da apaçık yanlış olarak değerlendirilmiş, iktidar krizinde ve bu ülkenin daha sonraki tutumunda etkili olmuşken, Çin’de hiçbir siyasi etki yaratmaksızın “istisna” diye geçiştirilmesidir.

[6]     Антипов, К. В. События на Арабском Востоке и позиция Китая. Проблемы Дальнего Востока. 2011, вып. 6, сс. 4–5.

[7]     Там же, с. 5. Aynı yıl, 2008’de Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmek için resmi başvuruda bulunmuş olan İran’ın önünü kesmek için, Rusya’nın da desteğiyle örgüt tüzüğüne “BM ambargosu altında bulunan ülkelerin üye kabul edilmeyeceği” şartını koydu. (Абылгазиев, И. И., Васецова, Е. С. Отношения Китая и Ирана в условиях меняющегося миропорядка. Век глобализации. 2020, вып. 1(33), с. 99.)

[8]     Ильиминская. Регион Персидского залива как зона геополитических интересов Китая, с. 154.

[9]     Grafiği UN Comtrade Database (https://comtrade.un.org/data) verilerine göre hazırladım. Hesaplamaları, Çin’in İran’la ithalat ve ihracat ilişkisinde Çin tarafından bildirilen verileri, İran’ın toplam dış ticaretinde ise İran tarafından bildirilen verileri esas alarak yaptım. Veri bulunmayan yıllarda İran dış ticaretiyle ilgili bilgilendirme yapmamış.

[10]   Ильиминская. Регион Персидского залива как зона геополитических интересов Китая, с. 155.

[11]   Yazıyı daha fazla uzatmamak için, Çin ve İran ilişkileri üzerine ayrı bir başlık açmayacağım. Ancak bir dipnota sığabildiği kadarıyla, şunun altını çizmek gerek: Rusya’nın İran’a yönelik tutumu, Çin’le karşılaştırıldığında, yaptırımlardan daha az etkilenir ve çok daha istikrarlıdır. Buna rağmen İran’ın ekonomisini koruyabilmek için Rusya’yla karşılaştırılamayacak bir dev olan Çin’e ihtiyacı daha fazladır.

(İran’ın Çin’e ihracatı, Rusya’ya ihracatının 60-70 katı kadardır; Çin’den yaptığı ithalat da Rusya’dan yaptığı ithalatın 15-20 katıdır.) Bu elbette anlaşılır bir şey; en basitinden, ucu İran limanında biten bir kuzey-güney yoluyla ucu Rotterdam’da biten bir doğu-batı yolu karşılaştırılamaz.

Ancak bu yancılığın beklenmedik siyasi sonuçları olabilir. Bir örnek: İran, 2018’de Astana formatına Çin’in de katılmasını önermiş, ancak Çin bunu kabul etmemişti.

“Belli ki Çin yönetimi, kendisini, silahlı bir çatışmaya ve arkasından ülkenin savaş sonrası yeniden inşasına katılmak yönünde uzun vadeli yükümlülüğe girmek istemiyor.” Yazarlar aynı yerde, Çin’in Yemen’den de uzak durduğuna dikkat çekerler.

(Абылгазиев, Васецова. Отношения Китая и Ирана в условиях меняющегося миропорядка, с. 99.) Çin’in isteksizliği, kırılganlığının sonucudur; bununla birlikte İran’ın ısrarcılığı dikkat çekicidir.

[12]   Антипов. События на Арабском Востоке и позиция Китая, с. 7.

[13]   Там же, с. 8.

[14]   Йалин, Л.Г. Испытание советского интернационализма: иностранные студенты в СССР в начале 1960-х годов. Вестник Северного (Арктического) федерального университета. 2021, вып. 1, с. 22.

[15]   Антипов, К. В. Ближневосточная политика Китая в контексте сирийского кризиса. Китай в мировой и региональной политике. История и современность. 2012, вып. 17, с. 206.

[16]   Там же, с. 211.

[17]   Там же, с. 213.



Makaleler

Güncel