Evrensel gazetesinden Gazeteci Serpil İlgün, YDH Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu ile Suriye'de yaşanan son gelişmeleri konuştu.
· Suriye’de 2.5 yıldır devam eden iç savaşta neredeyse her gün yeni bir örgüt kuruluyor. İstihbarat raporlarına göre, eylül ayı itibariyle Esad’a karşı savaşan örgütlerin sayısı 1200’e ulaşmış durumda. İttifaklar ya da ayrışmalar akşamdan sabaha değişiyor. Önce birlikte hareket eden cihatçı silahlı gruplar, çok geçmeden birbirlerine karşı savaşmaya başlıyor. Konuyla ilgili son haber, Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı grupların, cihatçı grup-lara katılmaya başladığı şeklindeydi. Peki kim bunlar? Farkları ne? Nasıl bir Suriye hedefliyorlar? Savaş odaklı Suriye politikasında iyice yalnızlaşan AKP nasıl bir yol izleyecek? Cumhurbaşkanı Gül’ün Amerika’dan yaptığı açıklamalar ne anlama geliyor? Yakın Doğu Haber Sitesi Genel Yayın Yönetmeni, Yazar Alptekin Dursunoğlu ile konuştuk.
·· Geçtiğimiz hafta gelen “ÖSO ve el Nusra şeriatta birleşti” haberi, Suriye ile ilgili tartışmaların içeriğini değiştirdi. Önce bu son gelişmeyi değerlendirir misiniz? ÖSO ile el Nusra arasında çatışma haberleri gelirken, bu birleşme nasıl oldu?
· Son gelişmeyi anlayabilmek için bunun arka planına dönmek ve 2012 yılının ekim ve kasım ayına gitmek gerekiyor. 31 Ekim’de dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, büyük ölçüde Türkiye ve Katar’ın inisiyatifiyle oluşturulan Suriye Ulusal Konseyinin (SUK) artık Suriye’deki muhalefeti temsil etmediğini söyledi. Amerika, daha önce Suriye Ulusal Konseyi olarak anılan muhalif örgüte, Riyad Seyf öncülüğündeki girişimle diğer bazı muhalif grupları da katarak yeni bir şekil verdi. Dolayısıyla 11 Kasım 2012’de Suriye Ulusal Koalisyonu dediğimiz örgüt kurulmuş oldu.
· Yani şimdilerde Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDGK) denilen yapı?
· Evet. Daha önce ABD ve müttefikleriyle iş birliği yapan muhalifler, siyasi düzeyde SUK, askeri düzeyde de ÖSO adıyla örgütlenmişti ve bunlar arasında doğrudan bir koordinasyon bulunmuyordu. Amerika’nın kafasındaki plan; siyasi cenahı Ulusal Koalisyon çatısı altında birleştirmek ve ÖSO denilen yapıyı da, koalisyonun askeri kanadı yapmaktı. Kasımda Ulusal Koalisyon kurulduktan sonra, aralık ayı başında Antalya’da bir otelde, Batılı ülkeler ile Katar, Suudi Arabistan, Türkiye gibi bölge ülkelerinin istihbarat yetkilerinin de katıldığı bir toplantıda koalisyonun askeri ayağı oluşturuldu. Askeri kanadın başına da, Suriye ordusundan kaçarak muhaliflere katılan Selim İdris genelkurmay başkanı olarak getirildi. Sürgünde geçici hükümet tayin edilecek, böylece Suriye dışında bir devlet yapısı kurulmuş olacaktı. Antalya’da kurulan askeri örgütte, şimdi Ulusal Koalisyonu da ÖSO’yu da tanımadığını ilan eden ve Nusra ile ittifak kurduğunu açıklayan Tevhid Tugayları, Sukuru’ş Şam, (Şam Kartalları) ve İslam Tugayları da bulunuyordu.
· Burada bir virgül koyarak, şu soruyu soralım; içinde Şam’ın geçtiği pek çok örgüt var. “Irak Şam İslam Devleti” var mesela adını sık duymaya başladığımız. Niye Şam? Bu örgütlerin hedefi ne?
· Biz Türkler Arapların Dımeşk, İngilizlerin de Damascus dediği Suriye’nin başkentine Şam diyoruz; ama esasen Şam, Lübnan’ı da içine alacak şekilde tarihsel olarak tüm Suriye’yi kapsayan bölgeyi ifade eder. El Kaide’nin “Irak Şam İslam Devleti” derken kastettiği de budur. Yani Irak’tan bütün Suriye’yi içine alan büyük bir İslam devleti kurmak.
· Bu örgütler ÖSO içinde yer almıyor muydu?
· Sukuru’ş Şam, Tevhid Tugayları ve İslam Tugayları gibi İslamcı yanları ağır basan örgütler de Selim İdris’in komutasındaki ÖSO içindeydi. Selim İdris komutasındaki örgütün Antalya’da kurulmasından önce Nusra Cephesinin de dahil olduğu 10’dan fazla İslamcı örgüt, Halep kırsalında toplanıp birleşme kararı aldıklarını ve bir İslam devleti kurduklarını açıklamıştı. O toplantıda var olan Sukuru’ş- Şam ve Tevhit Tugayları gibi bazı İslamcı gruplar, daha sonra bunun içerisinde olmadıklarını söyleyip Antalya’da kurulan ÖSO’ya katıldı. El Kaide uzantılı örgütler ise nisan ayına kadar birleşik bir yapı görüntüsündeydiler. Nisan ayında Irak el-Kaide’sinin Lideri Ebu Bekir Bağdadi, Nusra Cephesi ile bir araya gelerek, Irak Şam İslam Devleti adlı örgütte birleştiklerini açıkladı. Ama hemen sonra Nusra Cephesinin Lideri Ebu Muhammed Colani, “Biz Bağdadi’ye bağlıyız ama biz bunun içinde yer almıyoruz, biz Nusra Cephesi olarak kendi eylemliliğimizi sürdüreceğiz” şeklinde açıklama yaptı. Aynı açıklamada el-Kaide Lideri Zevahiri’ye biat ettiğini de söyledi. Bunun üzerine gözler Zevahiri’ye çevrildi. Zevahiri, Nusra’nın Suriye el Kaide’si olduğunu teyit etti; ama Bağdadi’nin Irak’tan sorumlu olması gerektiğini söyledi. Ancak bu durum Zevahiri’ye rağmen böyle gerçekleşmedi. Irak-Şam İslam Devleti, mayıs ayında Rakka’da Suriye yönetimine tabii olan kişileri meydana dizip, bir infaz yaptı. Burada okudukları bildiride Irak-Şam İslam Devleti imzasını kullandı. Yani mayıs ayından itibaren Suriye’de artık iki el Kaide olduğu ortaya çıkmış oldu. Bir tanesi Irak-Şam İslam Devleti, diğeri de Nusra Cephesi.
· El Kaide bağlantılı gruplarla, ÖSO’daki İslamcı gruplar arasındaki fark ne? Nerede ayrışıyorlar?
· Bir renk yelpazesi düşünelim, el-Kaide bağlantılı grupları bu yelpazenin en koyu tonlu tarafına, ÖSO’yu da en açık tonlu tarafına koyalım. ÖSO içindeki İslamcı grupları ideolojik benzerliklerine ve eylemselliklerine göre el-Kaide ile ÖSO arasına açıktan koyuya doğru yerleştirdiğimizde şöyle bir tablo çıkıyor; Tevhit Tugaylarıyla Sukuru’ş- Şam’ın yer aldığı İslami Kurtuluş Cephesi, yelpazenin ÖSO’dan sonraki açık renkli tarafında; Ahraru’ş- Şam öncülüğündeki İslami Kurtuluş Cephesi de el-Kaide bağlantılı grupların yer aldığı yelpazenin koyu tarafında yer alıyor. Son yaşanan gelişme ile yani ÖSO içindeki 3 örgütün de dahil olduğu 13 örgütün Nusra’nın da yer aldığı yeni bir koalisyon oluşturması, yelpazenin en açık tonunda yer alan ÖSO’nun zayıflaması, koyu tonda yer alan kesimin ise güçlenmesi anlamına geliyor.
· Koyu olanlarla anlaşılır; ama açık olanlarla şeriat şemsiyesinde nasıl bir araya geliniyor?
· Bir kere aralarında sadece ton farkı var. İdeolojik olarak, dini anlayış olarak birbirinden çok farklı değiller zaten. Buradaki ayırımları keskinleştiren noktalardan birisi şu: El Kaide bağlantılı örgütlerde savaşçıların çoğunu Libyalılar, Tunuslular, Iraklılar gibi yabancılar oluşturuyor. Ama örneğin Ahraru’ş Şam gibi, Tehvid Tugayları gibi örgütler içindeki savaşçılar, yerel Suriyeli insanlar. Benzer bir durumu biz Irak’ta da tecrübe ettik. El Kaide orada Irak İslam Devleti diye bir örgüt kurup da, diğer Sünni grupları da kendine biat etmeye zorlayınca, Amerika, Iraklı aşiretleri 300 dolar karşılığında maaşa bağladı. Sünni aşiretler el Kaide’ye verdikleri desteği çektiler ve Uyanış Konseyleri adı altında el Kaide ile savaşan paralı askerlere dönüştüler. Şu an Suriye’de de benzer bir sürece gidiliyor.
· Suriye’ye müdahaleden vazgeçilmesi, grupların kendi aralarındaki çatışmaları hızlandırmış mı oldu?
· Kuşkusuz. Zaten müdahale ihtimaline kadar dikkat edersek muhalifler arasındaki çatışmalar çok sınırlı düzeydeydi. Belki bu çatışmalar müdahaleden sonraya erteleniyordu. Ancak rejim devrildikten sonra kozların paylaşılacağı zaten en başından beri belliydi. Bununla birlikte kozlar o kadar farklı şeyler üzerinden paylaşılmaya başlandı ki, Suriye herkesin birbirine vurduğu Teksas barına döndü. Dediğim gibi, bunlar arasında dini, mezhepsel, ideolojik vs. farklar aramak yanlış.
· Fark yoksa çatışma neden?
· Farklar küçük detaylarda ortaya çıkıyor. Bir örgütün diğerini kendisine tabii kılmasında ortaya çıkıyor.
· Güç savaşı yani?
· Güç ve hakimiyet savaşı tabii ki. Irak İslam Şam Devleti hem Nusra’yla, hem de ÖSO’nun bütün bileşenleriyle savaşıyor. El Nusra, bazen ÖSO, bazen de Kürtlerin kurduğu YPG ile savaşıyor. Kürtler ÖSO ile, ÖSO el Kaide ile, el Kaide kendi içerisinde, özetle herkes birbiriyle savaşır hale geldi.
· Amerika ya da Rusya-İran cephesi bu güç savaşına nasıl bakıyor?
· Amerika gerçekten çok kötü durumda. Bazıları gerçekçi bulmayabilir; ama benim genel bir tezim şu; Türkiye’nin bu savaş yanlısı, Suriye’yi karıştırıcı rolü olmasaydı bu iş bu kadar büyümeyebilirdi.
· Bu durumda Amerika’nın ya da Rusya’nın etkisini küçümsemiş olmuyor musunuz?
· Hayır. 2012 yılından itibaren Türkiye savaş yanlısı rolü oynamasaydı bu iş bu kadar büyümezdi. ABD evet, Suriye yönetiminden hoşlanmıyor. İsrail’in güvenliği, İran’la ilişkileri, Filistin direnişi Hizbullah’la ilişkileri açısından Suriye yönetimi kötü adam Amerika açısından. Ama Amerika, Suriye yönetiminin düzenli geçişi sağlayabilecek bir alternatifinin olmadığının da farkında. Amerika, Katar ve Suudi Arabistan, Suriye yönetimini kesinlikle devirmeyi istiyorlar ancak 800 kilometrelik sınırıyla Türkiye’nin kolaylaştırıcı rolü olmadan Suriye’de böylesi bir yıkım bu gerçekleşemezdi. Lübnan-Suriye bağlantısı hükümet düzeyinde de, Hizbullah düzeyinde de muhalifler aleyhine kesilmiş durumda. Irak aynı şekilde kendi sınırlarını kontrol ediyor. Ürdün korkuyor, bu işin içine girmek istemiyor. Geriye sadece Türkiye kalıyor; 800 kilometre sınır militan, silah ve lojistik akışı için yetiyor da artıyor. İstediğiniz kadar silahı, savaşçıyı oraya aktarabiliyorsunuz. Amerika’yı tedirgin eden en önemli şey bunların kontrolden çıkması. Eğer bu vekalet savaşı kontrollü bir şekilde devam edecekse, sonsuza kadar da sürse Amerika açısından önemli değil.
·· YARATILAN CANAVARIN HİÇBİR KIRMIZI ÇİZGİSİ YOK
· Kimyasal silahlar konusunda Esad rejimi ile yapılan ve BM tarafından onaylanan anlaşma, İran-Amerika yakınlaşması vs. Suriye’de “siyasi çözüm” seçeneğine yönelindiği anlamına mı geliyor?
· Eğer Amerika sahadaki durumun kontrol dışına çıktığını düşünüyorsa ve İran’la bu ılıman iklim bir şekilde devam ettirilecekse, (Rusya ile zaten birinci Cenevre’de anlaşmaya varılmıştı) Amerika yine her zamanki gibi dünya barışını koruyan -gözeten ülke olarak ikinci Cenevre’yi “Beşşar Esad çekilmelidir” ön şartını kaldırarak bir siyasi çözüm atmosferi yaratma yönüne gidebilir. Ancak ikinci Cenevre yarın olsa bile bu Suriye’deki kanın bir anda duracağı anlamına gelmiyor. Çünkü Suriye’de besledikleri büyüttükleri canavar kendi çerçevesini çok çok aşmış, dünyanın en disiplinsiz en kalabalık ve hiçbir kırmızı çizgi tanımayan terör örgütü şebekeleri haline gelmiş bulunuyor. Bunların ikinci Cenevre’yi tanıyıp tanımayacağı tartışılır. Bu örgütler bugün kendi içinde bulunduğu örgütü tanımadığını ilan ediyor, yarın Cenevre’yi tanımasının garantisi ne?
·· DAVUTOĞLU GÜNAH KEÇİSİ OLARAK KURBAN EDİLECEK
· Abdullah Gül, New York’ta “Suriye’de savaş sonlanmalı, barışçıl bir geçiş dönemi ortamı yaratılmalı” dedi. Bu açıklamalar Gül ile Erdoğan’ın ters düştüğü şeklinde de yorumlandı ama Gül’ün bu sözleri, uluslararası düzeyde iyice etkisizleşen Türkiye’nin Suriye’de strateji değiştireceği anlamına da gelir mi?
· Abdullah Gül bu politikadan zaten rahatsızdı; ama Erdoğan’la karşı karşıya gelmek istemiyordu. Gül’ün açıklamasından birkaç gün önce Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in İran’a ziyareti oldu. Çiçek İran’da “Biz siyasi çözümden yanayız” dedi. Allah hiçbir devlet adamını o duruma düşürmesin. “Biz siyasi çözüm istiyoruz” diyerek yalancı durumuna düştü. Bütün dünya buna gülüyor. Bunun artık sürdürülebilir bir tarafı yok. Çünkü iş artık doğrudan bizim güvenliğimizi tehdit edecek nok-taya gelmiş bulunuyor. Zaten şu anda Türkiye’nin uluslararası diplomasi düzeyinde Suriye ile ilgili olarak bir etkisi yok. Kimse ciddiye bile almıyor. Türkiye’nin Suriye politikasını 2011’den itibaren büyük ölçüde yöneten, işi bu noktaya götüren Ahmet Davutoğlu’dur. Başbakan Davutoğlu’yu hâlâ tuttuğu için şu an eleştiriler bile çok sınırlı düzeyde; ama bakanlığı bittiği gün Davutoğlu’nun bir günah keçisi olarak kurban edileceğini söylemek mümkün.
· Sürdürülebilir değil dediniz; ama Türkiye bu işten nasıl sıyrılacak?
· Öncelikle şu “Hayır biz haklıydık, bizim dediğimiz olacak” inadının bir şekilde bırakılması lazım. Gül’ün böyle bir pozisyon alması, umarız ki kendi aralarında koordineli bir şeydir. Erdoğan da onurlu bir çıkış yapma yollarını arıyordur. Obama’nın Suriye’ye müdahale konusunda yaptığı gibi bir “onurlu çıkış”, AKP açısından da çıkış yolu olabilir. Suriye’de gerçekten siyasi bir çözüm yönünde politika geliştirilir ve bu sahaya indirgenirse, Türkiye bu işten “Zararın neresinden dönersek kârdır ölçeğinde” kârlı çıkabilir. Ama bu inadın sürdürülmesi ve savaşın uzaması durumunda Türkiye’nin güvenliğini bir tarafa bırakın, sadece mülteci sorunu açısından bile çok yakıcı sorunları olacak.
·
· 500 SAVAŞÇI NORMAL HAYATLARINA DEVAM MI EDECEK?
Birkaç gün önce, Türkiye’nin El Nusra’ya desteğini kanıtlayan bir belge yayınlandı. Hatay Valiliği’ne gönderilen, Muammer Güler imzalı belgeye göre, “PYD’ye karşı desteklediğimiz El Nusra mücahitlerine gerekli desteğin sunulması” isteniyor. Diğer yandan Suriye’de savaşan Türkiyeli 500 savaşçıdan bahsediliyor. Tablo böyleyken, Türkiye yarın “biz artık Suriye’ye karışmıyoruz” dediğinde, desteklediği muhalifler “tamam o zaman” mı diyecek?
· Öncelikle bu belgenin gerçekliğinin tartışılır olduğunu, kişisel olarak bunu inandırıcı bulmadığımı söylemek isterim. Sorunuza gelince… Hayır demeyecekler. Türkiye yarın siyasi çözümü destekleme yönünde bir karar alsa bile bundan sonra edilecek kar artık zarardan kardır. 2.5 sene boyunca her türlü desteğin verildiği silahlı gruplar söz konusu. Dediğiniz gibi sadece Türkiye’den giden 500 savaşçıdan söz ediliyor. Türkiye’ye döndükleri zaman bu adamlar normal bir hayata mı geçecekler? Savaşı ve kanı yaşam tarzı haline getiren bu insanların döndükten sonra oradaki tecrübelerini burada kullanmayacağının garantisi ne? Oradaki örgütsel bağlantılarıyla burada eylemler yapmayacaklarını kim garanti edebilir? Bunların hepsi çok büyük riskler ve potansiyel tehditler; ama dediğim gibi mevcut politikayı sürdürmek, zararı derinleştirmekten başka işe yaramıyor.
·
· SURİYE POLİTİKASI ÇÖZÜM SÜRECİNE DE YANSIYACAK
Türkiye politika değişikliğine giderse, Kürt kırmızıçizgisi nasıl şekillenir peki? Sınırlarında ikinci bir Kürt varlığını sindirir mi?
· Türkiye’nin bugün şikayetçi olduğu Suriye’deki silahlı Kürt varlığı, Ankara’nın Suriye’yi cehenneme çeviren politikasının bir sonucu. Şam’a karşı savaşan herkesi silahlandıran Türkiye’nin, Suriyeli Kürtlerin elinde zeytin dalıyla dolaşacağını öngördüğü anlaşılıyor. Suriye’deki silahlı Kürt varlığı, Ankara’nın Suriye’yi cehenneme çeviren politikasının bir sonucu derken bu öngörüsüzlüğe dikkat çekmeye çalışıyorum. Ankara’nın Suriye’deki Kürtlerle ilgili politikası, Suriye ölçeğinde yönetilebilir bir politika değil. Türkiye’nin doğrudan kendi içiyle de ilgili. Yani PKK ile başlatılan barış süreci ile de ilgili. Türkiye PKK ile başlattığı barış sürecini sürdürmek istiyorsa, Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerle ilgili tutumunu değiştirmesi gerekiyor. Bir yandan PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in ifadesiyle “çakallarını salarak Kürtleri yok etmeye” çalışırken, PKK ile açılımı sürdürebilmek doğal olarak mümkün değil. Türkiye’nin kendi içindeki siyasal çözüm sürecinin yönetimi de, Suriye sorununa ilişkin politikanın yönetimi de birbirine doğrudan bağlı; ama birbiriyle zıt şekilde yürütülüyor. Birini yapayım derken, ötekini bozmuş oluyor. Salih Müslim “yapıcı davranalım” diyor, geliyor siyasi bir dille müzakere öneriyor, Ankara ise bunu taktiksel bir araç olarak kullanıyor. Sonra da Salih Müslim’in ifadesiyle Suriyeli müttefiklerini, cihatçıları vs. Kürtlerin üstüne salıyor. Bunun etkisi, PKK’ya yansımayacak mı? Dolayısıyla, hem içerdeki sürecin, hem de Suriye politikasının yeni baştan kurgulanmasına ihtiyaç var.
·
· KOALİSYONUN KARAR ALABİLMESİ MÜMKÜN DEĞİL
Kürtlerin mücadelesi, Suriye’deki muhalefet için de sorun teşkil etmeye devam ediyor. Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’da toplanan Suriye muhalefeti (SMDGK) Kürt Ulusal Konseyi’nin katılımını onayladı; ama hemen ardından alınan ikinci kararla Kürt kimliğinin tanınması vs. ile ilgili anlaştıkları tüm maddelerin geçersiz hale getirdi. Siz bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Suriye Ulusal Koalisyonu, uluslararası müdahalelerle kurulmuş son derece heterojen bir örgüt. Koalisyonu oluşturan her örgüt ilişkide olduğu ve maddi veya siyasi destek aldığı devletlere göre hareket etmek durumunda. Dolayısıyla bu örgütlerin ve toplamda da Koalisyon’un kendisinin geleceğe yönelik olarak ne Suriye iç politikasıyla, ne de dış politikasıyla ilgili karar alabilmesi de, vaatte bulunabilmesi de mümkün değil. Kürt olmayan bileşenleri üzerinde bile bağlayıcılığı veya yaptırımı son derece sınırlı bu örgütün Kürtlere verdiği vaadin hiçbir geçerliliğinin olmaması son derece normal.
· TERÖR ÖRGÜTÜ KAPSAMINA ALINMANIN REAKSİYONU MUTLAKA OLACAK
Suriye’de desteklenen radikal dinci unsurlar, Amerika’da bulunan Gül (daha sonra Davutoğlu) tarafından eleştirildi, hatta kınandı. Dahası, iki gün önce Türkiye ve ABD ortak girişimiyle Somali, Yemen, Pakistan’da cihatçı ideolojiye karşı ortak mücadele yürütmek için 200 milyon dolarlık bir fon kuruldu. Haber şaka gibi dursa da, gerçek! Ne planlanıyor olabilir?
ABD ve müttefikleri şimdiye kadar Suriye’yi adeta terör örgütü aklama bölgesi olarak gördü. Dünyanın herhangi bir bölgesinde terörist olarak nitelenen grup ya da militanlar, Suriye’de “muhalif” ya da “özgürlük savaşçısı” diye aklandı. Ancak yaşanan son gelişmeler durumun artık kontrolden çıkmaya başladığına işaret ediyor. Bahsini ettiğiniz 200 milyon dolarlık fon meselesi, bir tedirginlik göstergesi olarak okunabilir. Yaklaşık 3 yıldır aklanan ve desteklenen örgütlerin bundan sonra “terör örgütü” olarak nitelenmesinin ve bunlarla mücadeleye başlanmasının mutlaka bir reaksiyonu da olacaktır. Şimdi terörle mücadele kapsamına alınacak bu örgütlerin yakın zamana kadar kendilerini destekleyen ülkelere özellikle de Türkiye’ye “bu kararınıza saygı duyuyoruz” demesini beklemiyoruz sanırım.