Arap Dünyasının önde gelen Türkiye Uzmanlarından Dr. Muhammed Nureddin ile Arap dünyasındaki Türkiye algısını ve bölgeyi konuştuk.
YDH- Lübnan’ın tanınmış akademisyenlerinden Doktor Muhammed Nureddin, YDH’yı ziyaret etti. Türkiye ile ilgili bir gündem olduğunda tüm Arap medyasının bir uzman olarak görüşlerine başvurduğu Dr. Muhammed Nureddin, akademisyen kimliğinin yanında başta Lübnan’da yayımlanan es-Sefir gazetesi olmak üzere Körfez ülkelerine ait gazetelerde de yazılar yazıyor.
Türkiye’de yaşanan siyasi gerilim, yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri konularında araştırma yamak üzere ülkemize gelen Lübnan Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Dr. Muhammed Nureddin’i bulmuşken biz de kendisine Arap dünyasında Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimindeki Türkiye algısını ve bölgeyi konuştuk.
- Arap dünyasında Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimindeki Türkiye algısı, 2011 öncesinde nasıldı, şimdi nasıl? Bir değişiklik olduysa bu değişimin sebebi ne?
- Herkesin de bildiği gibi Soğuk savaş döneminde Türkiye, Batı ve İsrail ekseninin bir parçasıydı. Hem komünizme karşı, hem de Arap kurtuluş hareketlerine karşı Türkiye’nin karşıt bir tutumu vardı. Bu yüzden o dönemlerde Arap kamuoyunda Türkiye’nin çok negatif bir imajı vardı. Türkiye NATO’ya girmişti, Cemal Abdunnasır’a karşıydı, Cezayir bağımsızlığına karşıydı. Soğuk Savaş bittikten sonra da Türkiye-İsrail ilişkilerinin seviyesi yükseldi, iki taraf arasında büyük askeri anlaşmalar yapıldı. Örneğin 23 Şubat 1996’da askeri eğitim ve işbirliği anlaşması imzalandı.
TÜRKİYE ARAP DÜNYASININ İLGİSİNİ NEDEN ÇEKTİ?
AK Parti 2002 yılında geldiği zaman, yeni dış politikasıyla Türkiye’ye yeni bir imaj kazandırdı. Tabi bu yeni dış politika ve yeni imaj Ak Parti’nin ilk yıllarında yani 2002 ile 2010 arasında hem Türkiye’nin çıkarları hem de Arap dünyasının çıkarlarının lehineydi. Doğal olarak Arap dünyasında bu politika çok olumlu karşılandı.
Arap dünyası Türkiye’nin bu yeni dış politikasını destekledi; çünkü Türkiye İsrail müttefiki bir ülkeydi ve bu statüko belki değişmeyebilirdi; ancak Türkiye düşman safından dost safına geçmiş olmasa da hiç olmazsa nötr bir pozisyona geçmiş oluyordu. Bu da Arap dünyasının güvenliği açısından olumlu bir şeydi. Bu sebeple de Türk-Arap ilişkileri yüksek bir seviyeye ulaştı. Suriye, Lübnan, Irak, Mısır, Körfez ülkeleri ve bir Arap ülkesi olmasa da bölge ülkesi olması bakımından İran, Türkiye ile çok iyi ilişkiler kurdu.
Vizeler kaldırıldı, serbest ticaret anlaşmaları imzalandı, Irak ve Suriye ile siyasi düzeyde yüksek stratejik konseyler kuruldu.
‘Arap Baharı’ ortaya çıkınca, özellikle de Suriye krizi başladığında bu ilişkiler altüst olmaya başladı. Türkiye’nin değişimi Suriye krizinde başladı. Türkiye’nin dış politikasını değiştirmesinin gerçek nedenleri belki ilk etapta belli değildi; ancak yaşanan olaylarla açıklığa kavuşmaya başladı. Bu değişimin sebeplerini birkaç şekilde sıralayabiliriz.
Birincisi Ak Parti hükümetinin ‘Yeni Osmanlı’ söylemi... Erdoğan’a “Suriye ile neden bu kadar uğraşıyorsunuz?” diye sorduklarında o şöyle dedi: “Cevap basit, çünkü biz sadece Osmanlı da değil Selçuklunun ve Osmanlının torunlarıyız. Biz Selçuklu ve Osmanlı kültürünün sahibiyiz.” Yani Erdoğan tarihe dayandırıyordu. Ama bu Yeni Osmanlı söylemi, Suriye kriziyle başlamış bir şey değildi. Bu düşünce daha önce de vardı; ama bu o kadar açık ve belirgin değildi.
-Suriye ile ilişkiler iyiyken de arka plandaki düşünce bu muydu? Çünkü Ankara Batılı müttefiklerine ‘Suriye’yi İran’dan koparmak ve onu sisteme kazandırmak’ için Şam’la iyi ilişkiler kurduğunu söylüyordu.
- Suriye’yi İran’dan koparma hedefi vardı elbette; ancak bence Türkiye’nin projesi daha uzun vadeli ve daha kapsamlıydı. Tabi Türkiye Batı müttefikidir; ama aynı zamanda Türkiye’nin kendi kişiliği ve projesi de var, Türkiye sıradan bir ülke değil. Türkiye Ortadoğu’da önemli bir ülke, tarihte imparatorluk kurmuş bir ülkeydi. Bu yüzden Türkiye kendi imparatorluk projesini oluşturmaya teşebbüs etti.
Davutoğlu, 2007 veya 2008’de Washington Post’a verdiği bir demecinde: İngiltere şu anda Commonwealth’in liderliğini yapıyor. Yani eskiden sömürgesi olan ve İngilizce konuşan ülkelerin lideri, o zaman Türkiye neden şimdi bir Osmanlı coğrafyasının lideri olmasın dedi. Yani demek ki Yeni Osmanlı zihniyeti daha önceden de vardı. Suriye krizi AK Parti’nin projesi için bir fırsat oluşturdu.
SURİYE KRİZİ YENİ OSMANLICILIK PROJESİ İÇİN BİR FIRSAT OLARAK GÖRÜLDÜ
Sanırım 25 Nisan 2010 yılıydı, Ahmet Davutoğlu mecliste bir konuşma yaptı. Birçok Türk analist bu konuşmayı bir Osmanlı konuşması olarak niteledi. Davutoğlu, o konuşmasında, “biz Ortadoğu’daki değişimin öncüsüyüz. Ortadoğu’daki değişimin nasıl olacağını biz belirliyoruz” dedi. O konuşmasında ayrıca “Türkiye Ortadoğu’da da dünyada da oyun kurucu bir ülkedir” şeklindeki meşhur sözünü söyledi.
Arap Baharı’ndan önce Ortadoğu’da iki ana oyun kurucu vardı: İran ve Türkiye... Mısır oyunun dışındaydı, Suudi Arabistan bu oyunu oynayabilecek durumda değildi. Suriye krizi başladığı zaman AK Parti projesiyle bu ikili dengeyi kırmak istedi. Yani biz Ortadoğu’yu İran’la birlikte yönetmekten vazgeçeceğiz, Ortadoğu’yu yalnızca bizim yönetmemiz lazım diye düşündüler ve bu amaca ulaşmak için diğer oyuncuyu etkisiz kılmayı hedeflediler.
Bu, Arap Baharı’ndan önce olamazdı. Aksine o dönemde Türkiye’nin İran’la, Irak’la, Suriye’yle, Lübnan’la çok iyi ilişkileri vardı. Şiilere karşı çok olumlu bir tutum vardı. Örneğin Erdoğan İstanbul’da Aşura törenlerine gitti ve orada konuşma yaptı. Irak’ta Ayetullah Sistani ile görüştü.
Türkiye, Suriye krizi ile beklediği fırsatı buldu. Biz bu eksenin en önemli halkası olan Suriye yönetimini devirirsek tüm ekseni kırabiliriz diye düşündüler.
TÜRKİYE PROJESİNİN İKİ AYAĞI DA KIRILDI
Ancak bu çaba iflas etti; çünkü Suriye’de yönetim kaldı, tam tersine muhalefet cephesi paramparça oldu. Türkiye’nin dış politikasını neden değiştirdiğine dair ilk sebep bu. Öte yandan Arap dünyasının ‘ılımlı ekseni’ diye nitelenen diğer kısmı, yani Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve Mübarek’in Mısır’ı da ayrı bir sorundu. Yani Erdoğan’ın savaşı hem İran’ın direniş eksenine hem de ‘Ilımlılar Eksenine’ karşıydı.
Türkiye’nin projesinin birinci ayağı Suriye’de, Sünni Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler’i egemen yapıp buraları kontrol etmek şeklindeki ikinci ayağı da Mısır ve Tunus’ta kırıldı. Bu proje bir ara sanki başarılı olmuş gibi gözükmüştü; ancak Mısır ve Tunus’taki değişimlerden sonra Türkiye’nin projesinin ikinci ayağı da kırılmış oldu. Dolayısıyla bence Türkiye’nin projesi, bir daha geri dönemeyecek şekilde bitti. Türkiye şu an izole bir ülke durumunda, Ortadoğu’da Katar dışında hiçbir ülkeyle iyi ilişkileri yok. Türkiye dışişleri bakanı, şu an Katar dışında hiçbir başkentte kabul görecek durumda değil.
AK PARTİ’NİN TÜRKİYE’YE KAZANDIRDIĞI YENİ İMAJLAR: MEZHEPÇİLİK VE TERÖRİZM
Türkiye’nin şu anda çok kötü bir imajı var, birincisi el-Kaide’ye, Nusra’ya, IŞİD’e destek veren ‘terörist’ bir imajı var. İkincisi de ‘mezhepçi’ imajı var. Erdoğan ve diğerleri, sürekli olarak Şiilere karşı konuşuyor. Elbette bunlar oldukça üzüntü verici... Üçüncüsü ‘Yeni Osmanlı’ imajı var. Dördüncüsü Türkiye, Ortadoğu’da işbirliği istemiyor, tek başına egemen olacağı ya da kontrol edeceği bir sistem kurmak istiyor. Türkiye, NATO üyesi bir ülke, Davutoğlu veya diğerleri sürekli olarak “Türkiye’nin sınırları NATO sınırlarıdır” diyorlar. Bu, Türkiye gibi büyük Müslüman bir ülke için çok kötü bir imaj oluşturuyor. Türkiye’nin sınırları NATO sınırlarıdır sözü çok talihsiz bir sözdür.
- Peki Arap dünyasının genelinde rahatsızlık uyandıran Türkiye’nin liderlik rolünü Müslüman Kardeşler kabulleniyor mu?
- Bence evet, Müslüman Kardeşler, 60 70 yıldır siyasi, sosyal ve ekonomik faaliyetlerde bulunmasına rağmen iktidara gelememişti. Arap Baharı Müslüman Kardeşler açısından bir altın fırsat yarattı. Bu çerçevede de iktidara ulaşmak ve iktidarda kalmak için şeytanla bile işbirliği yapmaya hazırdılar. Ancak Müslüman Kardeşler özelikle Sünni toplumlar arasında korku ve tedirginlik yaratıyordu. Sisi’nin darbesinden sonra bu açıkça ortaya çıktı.
Körfez ülkeleri Müslüman Kardeşler’den çok korkuyor. Katar dışında Müslüman Kardeşler’in yanında yer alan tek bir Arap ülkesi yok. Ancak Katar’ın rolü de geçici, doğal olmayan ve temelleri olmayan bir rol. Bu yüzden de Müslüman Kardeşler açısından Türkiye’den destek almak çok önemliydi. Çünkü Türkiye büyük bir devlet, Batı ile iyi ilişkileri var. Müslüman Kardeşler’in Türkiye’ye yakınlığının önemli sebeplerinden birisi bu. Mursi, Perez’e “vefalı dostum” dedi, Müslüman Kardeşler için kendilerini Batı ile yakınlaştırabilecek başka bir ülke yok.
Türkiye de Müslüman Kardeşler’i çok samimi bir şekilde destekliyor; çünkü onların kendi elinde olduğunu biliyor. Yani ortak çıkarlar söz konusu.
- Ben şu açıdan sormuştum, Müslüman Kardeşler Mısır’da başarılı olsaydı ve Mısır’ı bir İhvan devleti haline getirebilseydi; o zaman da Mısır Türkiye’nin liderlik rolünü kabul eder miydi?
- Tarih boyunca Mısır’ın rolü çok karmaşık olmuştur. Mısır tek yönlü bir tarihe sahip değil. Mısır tarihsel olarak bir firavun devleti. Mısır, en büyük Arap ülkesi. Mısır bir Akdeniz ülkesi. Mısır bir Afrika ülkesi. Mısır, Ara dünyasının kalbidir. Mısır’ın sınırında Filistin var. Abdunnasır geldiği zaman üç çerçeve koydu. Mısır hem Müslüman bir ülke, hem Afrika ülkesi hem de Arap ülkesi. Bu sebeple hiçbir yönetim Mısır’ın kendi tarihine karşı yürütebilmesi mümkün değil. Mısır, İran’a, Suudi Arabistan’a, Türkiye’ye ya da başka bir ülkeye bağlı olamaz.
Müslüman Kardeşler iktidara geldiğinde büyük bir hata yaptı. Belki de Ak Parti’nin etkisiyle Mısır’ın stratejik pozisyonunu değiştirebileceklerini zannettiler. Ancak başarısız oldular. Mısır Müslüman bir ülke; ama toplum kökten dinci değil. Mısır, İsrail’le Camp David anlaşması yaptı ve Türkiye gibi İsrail’le ilişkileri var; ama toplum içerisinde İsrail’e karşı nefret var. Bunun için Mısır ya kendi Arap, Afrikalı ve Müslüman ülke rolü oynayabilir; Mısır’ı başka türlü yönetebilmek mümkün değil.
Müslüman Kardeşler Mısır’ı kendileri gibi yapmak istediler; yani Mısır’ı İhvancılaştırmak istediler, anayasayı kanunları buna göre yapmaya çalıştılar; ama Mısır Müslüman Kardeşler’den daha büyük olduğu görüldü. Ordu hareket etti, halk hareket etti ve Mısır’ın sadece Müslüman Kardeşler’in değil tüm Mısır’ın olduğunu söyledi.
- Türkiye, Müslüman Kardeşler yönetiminin devrilmesi sırasında Batı’yı darbeyi desteklemekle suçlamasına rağmen sizce neden darbeyi en fazla ve açıkça destekleyen Suudi Arabistan’a ve diğer Körfez ülkelerine hiçbir şey söylemedi?
- Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Suudi Arabistan’ın Müslüman Kardeşler ile olan ihtilafı, Türkiye ile çok fazla ilgili değil. Bu, Sünni alemindeki bir iç ihtilaf ve yeni de değil. Sorunuzla ilgili olarak birkaç sebep söylenebilir. Birincisi Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’yi ortak bir noktada buluşturan bağ, Suriye karşıtlığı. Kim Suriye yönetimine karşı çıkarsa Türkiye onun yanında yer alıyor.
Mısır, Suriye’de etkili bir rol oynamadı, Mursi birkaç çıkış yaptı; ancak pratikte Suriye konusunda Mısır’ın etkisi yok ya da çok az. Ama Suudi Arabistan’ın rolü çok önemli. Dolayısıyla Suriye konusunda tutum değiştirmeyen ülkelerle işbirliği korundu. Türkiye’nin Suudi Arabistan’ı suçlamamasında Suriye konusu sebeplerden birisi.
İkinci sebep AK Parti’nin ekonomik gücünün bir ayağını Körfez sermayesi oluşturuyor. Körfez ülkeleri Türkiye’ye milyarlarca dolar yatırım yaptı. Tabi Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bazı ülkeler yatırımlarını durdurdu.
- Öyle mi?
- Tabi, BAE Türkiye’de 13 milyar dolar yatırım planlamıştı; ama bunu durdurdu.
- Türkiye’nin Mısır tutumundan dolayı mı, yani siyasi sebeplerle mi?
- Evet, Mısır’dan dolayı ve siyasi sebeplerle... Ancak bunlara rağmen, Suudi Arabistan AK Parti’nin hem dini hem de ekonomik yönünü destekliyor. Bence bu da önemli bir sebep. Yani Erdoğan’ın Körfez ülkelerine onların da Erdoğan’a olan ihtiyacı devam ediyor. Suriye yönetimi gibi ortak bir düşmana ve ortak bir tehlike olarak gördükleri İran’a karşı birlikte hareket ediyorlar, bence Erdoğan bundan dolayı Mısır konusunda Körfez ülkelerine karşı sessiz kaldı.
- İran, Irak, Suriye, Mısır’da Türkiye’ye karşı güven kalmadığı anlaşılıyor; peki Katar dışındaki Körfez ülkeleri ile örneğin Tunus’ta Türkiye’ye karşı güven var mı?
- Yeni Osmanlıcılık herkeste tedirginlik yaratıyor. Suudi Arabistan’da birkaç yazı çıktı. Bu yazılarda Yeni Osmanlıcılık tehlikesine karşı uyarılar yapıldı. Biz Türkiye ile iyi ilişkiler istiyoruz; ancak Osmanlı ideolojisinden uzak bir şekilde olmalıdır dendi.
Türkiye, dış politikasındaki bu ideolojik boyutundan vazgeçerse bence güven kurabilir. Ancak mevcut durumda zor. Suudi Arabistan’da da BAE de Türkiye’ye karşı propaganda çok yüksek. Bu kuşkuların da çok yakın vadede kalkması pek mümkün değil.
- Londra’da yayımlanan el-Arab gazetesi, Tunus’taki Nahda Partisi Lideri Raşid el-Gannuşi’nin Türkiye’yi ve Msır’daki Müslüman Kardeşler liderlerini eleştiren açıklamalar yaptığını; ancak daha sonra Katar ve Türkiye’nin baskısıyla bu açıklamaları yalanladığını yazdı. Siz dün Tunus’taydınız, Nahda’da Türkiye’ye yönelik bakış nasıl? Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi Türkiye’yi bir model olarak görüyor mu?
- Tunus’ta başlangıçta ilk hedef eski rejimin devrilmesiydi. Rejim devrildikten sonra Nahda, başlangıçta Tunus’ta “Türk modeli” diye bir propaganda yaptı. Fakat daha sonra bu modele karşı tepkiler gelişti. Son dönemde Nahda’ya karşı genel bir tepki var.
- Peki yeni bir seçim olsa Nahda kazanamaz mı?
- Birçok kişi kazanamayacağını söylüyor; ancak kazansa bile çoğunluğu kazanamaz. Kaldı ki Nahda’nın kazanması da önemli değil, Tunuslular diyor ki şimdi yeni anayasa önemli. Yeni anayasa dinci bir anayasa değil. Artık Türk modelinden değil Tunus modelinden söz ediyorlar. Şu an Tunus’ta dine saygılı bir laik anayasa var.
Dolayısıyla da Nahda kazansa da bu anayasaya göre hareket edecek. Yani yeniden dinci bir devlet kurmak mümkün değil. Diğer bir görüşe göre ise Nahda birinci veya ikinci parti olsa bile tek başına iktidar olamayacak. Eski rejimin yetkililerine uygulanan yasak kaldırıldı. Yani eski rejim yetkilileri seçimlere girebilir. Dolayısıyla seçimlerden iki parti çıkacak yani hem Nahda hem de eski rejim partisi. Genel bir kanaat var, Tunus Nahda’dan kurtuldu diye. Nahda’nın yasaklanmasının yanlış olduğunu herkesin serbest olması gerektiğini söylüyorlar ve Tunus’un laik ama dine karşı saygılı bir anayasa ile devam edeceğini söylüyorlar.
- Fakat Nahda yönetiminden, örneğin Mısır’daki gibi öyle katı bir İslamcı politika duymadık ki. Nahda halkın özel hayatına müdahale eden bir yönetim kurmadı. Hatta Raşid el-Gannuşi, bir gazetecinin turizmin Tunus ekonomisi için önemini vurgulayarak siz iktidara geldiğinizde plajları kapatacak mısınız şeklindeki bir sorusuna Türkiye’yi örnek göstererek “Türkiye’de de İslamcı bir yönetim var ama plajlar serbest” diye cevap vermişti. Nahda’ya bu tepki neden?
- Arap dünyasında dinci partilere karşı müzmin bir kuşku var. Mısır’daki Müslüman kardeşler tecrübesi bunu gösteriyor. Müslüman Kardeşler bir yılda Mısır’ı İhvanlaştırmaya teşebbüs etti. Sonunda darbe oldu ve Mısır’daki bu tecrübe olumlu olmadı. Tunus’ta Raşid Gannuşi bir düşünür olarak biraz farklı. Ancak Tunus’un devrimden sonraki anayasası dine daha yakın sayılabilecek bir anayasaydı.
AK PARTİ VE İHVAN TECRÜBESİ TEDİRGİNLİK YARATIYOR
Tunus’ta derin kuşkular var, örneğin Türkiye’yi düşünelim, Ak Parti Türkiye’nin dış politikasını değiştirdi. Ak Parti de başlangıçta toplumun bütün kesimlerinden destek aldı. Liberaller, solcular, Kürtler vs. özgürlükleri genişlettiği ve askeri vesayeti kaldırmaya çalıştığı için destek verdi. Ancak daha sonra ne oldu? Ak Parti bütün bu kazanımları kaldırdı ve baskıcı bir hükümet oldu.
Dolayısıyla hem Ak Parti tecrübesi, hem Mısır’daki Müslüman Kardeşler tecrübesi Tunuslular açısından olumlu gözükmüyor. Bunlar bir şey idiler, başka bir şey oldular diyen Tunuslular aynı şeyin Nahda için de olacağını söylüyor. Nahda’nın eski liderlerinden Hamadi Cibali, bir konuşmasında Tunus’ta 6. Halifeden bahsetti.
- 6. Halife ile ne kastediyor?
- Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdulaziz’den sonra İslami hilafetin Nahda ile kurulacağını kastediyor. Nahda, belki Mısır’da olduğu gibi çok gerici bir adım atmadı; ancak bazı işaretler verdi.
- Peki son olarak Lübnan’ı sorayım. Lübnan’da yeni cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda bir belirsizlik var. Mişel Aun konusunda bir uzlaşma olabileceğinden söz ediliyor. 14 Martçılar Mişel Aun’da uzlaşmaya varır mı?
- Öncelikle şunu belirteyim ki, Lübnan’da cumhurbaşkanlığı çok önemli değil. Kim olursa olsun cumhurbaşkanının yetkileri çok sınırlı. Bu sadece bir makam olarak önemli gözükebilir ve bazı propagandalar yapabilir; örneğin Hizbullah’a karşı bir şeyler söyleyebilir ve gürültü çıkabilir; ancak pratikte hiçbir etkisi olmaz. Lübnan’da yönetimin en zayıf halkası cumhurbaşkanıdır.
Lübnan’da bilindiği gibi iki siyasi ittifak var. 8 Martçılar ve 14 Martçılar. Bu ikisinin ağırlığı da yaklaşık olarak denk. Bunlardan herhangi birine karşı olan bir cumhurbaşkanı ülkeyi yönetemez. Bu iki cepheden birinin istemediği bir isim cumhurbaşkanı olamaz. Bu yüzden de ne Mişel Aun ne de Semir Ca’ca, ya da bir başka deyişle bu iki cepheden herhangi birinin üyesi olan bir kişi cumhurbaşkanı olamayacak. Bu yüzden her iki cepheden de olmayan tarafsız ve nötr bir isim bir başka deyişle güçsüz bir isim arıyorlar.
- Peki Emil Lahud’da olduğu gibi Mişel Süleyman için de süre uzatımı söz konusu olabilir mi?
- Hayır Mişel Süleyman bitti. Demin söylediğimiz şey Süleyman için de geçerli. Bir cephe bir isme karşı çıkarsa cumhurbaşkanı olamaz. 8 Martçılar Mişel Süleyman’ı istemiyor. Mişel Süleyman’ın 25 Mayıs saat 12’de evine gitmekten başka seçeneği yok.
- Peki 25 Mayıs’a kadar yenisi seçilemezse ne olacak?
- Bu durumda anayasaya göre cumhurbaşkanı yetkileri hükümete geçiyor. Dolayısıyla anayasa açısından bir boşluk oluşmuyor.
- Peki sizin en şanslı gördüğünüz kim? 8 Martçılar bir aday açıkladı mı?
- Hayır, 8 Martçılar Mişel Aun’u bile aday olarak açıklamadı. Sadece 14 Martçılar Semir Ca’ca’yı açıkladı; ama bu da belli ki bir oyun ve ciddi değil. Bazı isimler var, örneğin Ordu Komutanı Jan Kahveci olabilir. Eğer Lübnan’da terörizme karşı bir mücadele gündemi olacaksa Kahveci’nin şansı büyük. Tüm gruplar tarafından da kabul edilen birisi.
Ayrıca iki isim daha var, bunlardan birisi eski Dışişleri Bakanı Jan Ubeyd. Bu sıralar onun ismi biraz daha öne çıkıyor. Merkez Bankasının Başkanı Riyad Selame de şanslı görülen isimlerden. Selame, Lübnan ekonomisini iyi bir şekilde yönetti. Lübnan ekonomisini ne hükümet, ne cumhurbaşkanı ne de meclis değil o yönetiyordu. 14 Martçılara biraz yakın olsa da güven duyulan bir kişi.
Hizbullah, cumhurbaşkanı konusunda Direniş’e karşı olmaması şartını koşuyor. Yani Direniş’in yanında olmayabilir; ancak karşı olmayacak diyor. Belki son anda meçhul bir isim de çıkabilir; ancak her halükarda mutlaka tarafsız birisi seçilir.
Mişel Süleyman ilk seçildiği zaman tarafsızdı; ancak daha sonra tıpkı Erdoğan gibi Suriye krizinde Suriye yönetiminin devrileceğini sandı ve Suriye aleyhine konuştu. Kendince bu tavrından dolayı içerideki dengeler bozulsa da Suudi Arabistan’ın tutumunun belirleyici olacağını düşündü. O da Erdoğan gibi yanlış yaptı.
- Hizbullah, Suriye’ye müdahalesinden dolayı Lübnan içinde eleştirilmiş ve Suriye krizini Lübnan’a taşımakla suçlanmıştı. Ancak birkaç hafta önce 14 Martçı İçişleri Bakanı Nohad Maşnuk, Hizbullah yetkilisi Vefik Safa’yı da davet ettiği güvenlik toplantısında terörle mücadele konusunda Hizbullah’tan yardım istedi. Lübnan’da Suriye konusuyla ilgili olarak Hizbullah’a yönelik tutumda bir değişiklik oldu mu?
- Suriye krizi sadece yerel bir kriz değil. Bu, bölgesel, uluslar arası bir kriz. Çeçenistan’dan Afganistan’a kadar herkes Suriye’ye girdi, bu savaşa katıldı. Bunların çoğu da Türkiye üzerinden geçerek katıldı. Bu bakımdan Hizbullah’ın Suriye’ye girmesi son derece normal. Üstelik Hizbullah, Suriye’ye herkesten sonra, en son giren aktör oldu.
Hizbullah’ın Suriye’ye gitmesi, Lübnan için de bölge için de çok önemliydi. Çünkü bu proje başarılı olursa tekfircilerin tehdidi altına girecek ilk ülke Lübnan olur. Hizbullah’ın Suriye’ye girişi Lübnan’ı korudu. Hizbullah’a yönelik eleştiriler hala var; ama şimdi daha az.
Şu bir gerçek ki Hizbullah Suriye politikasını değiştirmeyecek. Daha önce 14 Mart Cephesi, Hizbullah Suriye’den çekilmedikçe Hizbullah’la aynı hükümette yer almayacaklarını açıklamıştı. Ancak şu an Hizbullah’ın da yer aldığı ve Direniş’i tanıdığını programıyla açıklayan bir hükümet var ve onlar da bu hükümete girdiler.