Temmuz Savaşı askeri stratejileri değiştirdi

img
Temmuz Savaşı askeri stratejileri değiştirdi YDH

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah 2006 yılında İsrail’le yaşanan Temmuz Savaşı sonunda kazanılan zaferin yıldönümü münasebetiyle bir konuşma yaptı.




YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrulah’ın Lübnan’ın güneyindeki Vadi el-Huceyr’de yaptığı ve el-Menar televizyonu tarafından canlı olarak yayımlanan konuşmasının geniş özetini sunuyoruz.

Bismillahirrahmanirrahim

Öncelikle Vadi el-Huceyr’e gelen sizlere hoş geldiniz diyorum. Konuşmama başlamadan önce sizin adınıza ve halkımızın adına Irak’ta meydana gelen olaylarla ilgili özellikle de dün IŞİD’in Sadr kentinde           düzenlediği 70 kişinin şehit olmasına 200’den fazla kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan korkunç saldırı ile ilgili taziye iletmeyi görev sayıyorum. Şehitlere Allah’tan rahmet ve ailelerine sabırlar diliyorum.

Her halükarda tüm bölgeyi tehdit eden bu büyük tehlikeye yönelik savaş uzun olacak.

Bu ilahi zafer gününde bir kez daha Allah’a şükürler ediyoruz. Büyük ihsanlarından, nimetlerinden ve lütuflarından dolayı Allah’a hamd ediyoruz. Halkımızın sadakatini görerek bize bu zaferi düşmana da yenilgiyi nazil eden odur.

Bir kez daha Lübnan’da ve Lübnan dışında direnen, savaşan, sabırla duruşunu koruyan, destek veren; şehit olan, yaralanan, mülteci durumuna düşen, evleri ve mülkleri zarar gören herkese teşekkür ediyorum.

Sevdiklerini bu yolda takdim eden onurlu şehit ailelerine ve bugün de hiçbir şüphe taşımadan gurur ve fedakarlıkla siyonistlere ve tekfirci teröristlere karşı mücadeleyi sürdüren, hala cepheleri doldurarak mucizeler yaratan ve girdikleri her savaşta zafer bayrakları dalgalandıranlara selam ediyorum.

Dün konuşmamın başında şehit aileleri, yaralılar ve kahraman mücahitler için bir şeyler yazmayı çok düşündüm. Gerçi genel olarak Allah’ın lütfuyla önceden bir şeyler yazmak zorunda kalmasam da bu büyük fedakarlıklar karşısında sürekli olarak kentlere, köylere, mahallelere ve kasabalara gelen şehitler kervanı karşısında, şehit babaları, anneleri ve aileleri karşısında onların büyüklükleri, cesaretleri, fedakarlıkları, ihlasları ve sadakatleri karşısında; zaafa ve gevşemeye kapılmayan, geri adım atmayan kahraman mücahitler karşısında ve yaralıların acıları karşısında sadece şunu söyleyebilirim ki söz ve konuşma teşekkürü ifade etmekten acizdir.  

Konuşma yerine şehit ailelerinin, yaralıların, mücahitlerin, fedakarlık gösteren herkesin ve bu fedakarlıklarıyla zafer kazananların ellerini öpüyorum. İnşallah sizin bu zaferiniz daimi ve sürekli olacak.

14 Ağustos ‘İlahi Zafer Günü’

Her zamanki gibi bu konuşmada da çeşitli noktalar olacak. Birinci nokta, 14 Ağustos’un temmuz savaşındaki ilahi zafer günü olarak belirlenmesidir. Tıpkı 25 Mayıs’ın  1982’deki ve 1982 öncesinden 2000 yılına kadar Direniş’in zaferi olması gibi, 14 Ağustos da Lübnan’ın Temmuz Savaşı’ndaki zaferinin günü olması gerekiyor.

Öncelikle şundan dolayı ki saldırılar durduruldu ve düşman, ilan ettiği ve etmediği hiçbir hedefine ulaşamadı. Ve yine şundan dolayı ki 14 Ağustos’ta sabah saat 8’de, bizim vefalı ailelerimiz göç etmek zorunda kaldıkları yerlerden geri döndüler.

Onlar, askeri saldırıların durdurulmasının ilk saatlerinde güneyde, Beka’da ve Dahiye’deki evlerine ve yerlerine geri döndüler.

Çünkü düşmanın yenildiğinden ve kendi zaferlerinden emindiler. Temmuz Savaşı’nın daha ilk saatlerinde oluşan caydırıcılık dengesine inanıyorlardı. Salkım bombalarıyla ve geniş çaplı yıkımla karşılaşmaktan korkmadan geri döndüler.

Ailelerimizin geri dönüşü, saldırıya ve saldırının hedeflerine verilmiş en güçlü ve sağlam psikolojik, siyasi, kültürel, manevi ve cihadî cevaptı.

Onların böylesi bir günde ve böylesi bir zamanda geri dönmeleri, tehlikenin büyüklüğüne rağmen atalarının yurtlarına bağlılıklarının ve fedakarlıklarının bir göstergesiydi.

Böylesi bir gün sadece zafer günü değil, ilahi zafer günüdür.

Dengeleri, hesapları, düşmana verilen uluslararası ve bölgesel dengeleri ve düşmanın gücünü ve buna karşı Direniş’in onu destekleyenlerin imkanlarını göz önünde bulunduran biri, Temmuz Savaşı’nda yaşananların ve 14 Ağustos’taki sonucunun maddi ve doğal sebeplerle açıklanamayacak gerçek bir mucize olduğunu kolayca anlar.   

Bu büyük zafer, Allah’ın bize ve halkımıza verdiği büyük nimetlerden biridir ve biz buna ne kadar hamd ve şükretsek azdır.

Dolayısıyla birinci nokta şu ki, tıpkı geçen yıllarda 12 Temmuz ile 14 Ağustos aralığında düzenlenen çeşitli merasimlerde bu merasimin sloganı ne olsun dendiği gibi, her yıl 14 Ağustos’un İlahi Zafer Günü olarak belirlenmesine çalışıyoruz. Tıpkı her yıl 25 Mayıs’ı Direniş ve Özgürlük Günü olarak kutladığımız gibi.

Vadi el-Huceyr, Temmuz savaşının kaderini tayin etti

İkinci nokta mekanla ilgilidir. Burası, yani Vadi el-Huceyr, güneyin tam kalbinde ve Filistin’e açılan yolun son noktası olarak güzel bir coğrafi konuma sahip. Buranın sahip olduğu özelliği görüyorsunuz. Burayı Direniş’in kurulduğu yer olması ve Temmuz Savaşı’nda sahip olduğu özel konumu çerçevesinde taşıdığı tarihi önem ve değerler bakımından bu yılki tören alanı olarak seçtik.  Böylece mevcut meseleleri, problemleri ve büyük sorumlulukları değerlendirmek istedik.

Bu vadide 1920’de Vadi el-Huceyr Konferansı diye bilinen tarihi bir konferans düzenlendi. Buna çok sayıda din alimi, siyasi lider ve halk direnişi lideri katıldı.

İmam Seyyid Abdul Hüseyin Şerefuddin, bu konferansın ilk konuşmacısı ve ilk lideri oldu. Akıl, hikmet ve usul imamı, kahramanlık ve cihat imamı, bu konferansı Lübnan’ın her yerinden ve güneyden gelen seçkin alimler ve liderler vesilesiyle kural ve ilkeler temelinde bir hareket çizgisi kurdu ve bu hareket çizgisi bir emanet olarak İmam Seyid Musa Sadr’a intikal etti. O da bunu sağlamlaştırıp geliştirdi ve ona yeni boyutlar ve geniş ufuklar kazandırdı.

Bu iki büyük alimin evlatları, bu yolu, hareket çizgisinin ilkelerini ve kurallarını devam ettirdiler, hala da bu yönde adım atarak sadakatle cihadı ve alandaki varlıklarını sürdürerek bu liderlere bağlılıklarını tarihte ve günümüzde bağlı kaldılar. Burada konuşmanın üç konusuna geçiyorum.

İşgale karşı direniş

Birinci konu, her türlü işgalciliğe direniş, ikincisi bölgenin bölünmesi planlarının reddi, üçüncü konu da ulusal birlik olacak. Buradan da Lübnan’daki son siyasi gelişmelere geçeceğim.

Önce direnişte bahsedelim. Biz Vadi el-Huceyr’de her türlü işgalciliğe karşı çıkmanın görevimiz olduğunu öğrendik.

Burası ‘Vadi el-Huceyr okuludur.’ Biz gerek av tüfeğiyle, gerek Kalaşnikof tüfekle, gerek Kornet füzeleriyle, eldeki mevcut araçlarla; ister Fransız işgali olsun, ister İsrail işgali olsun isterse başka bir adla olsun her türlü işgalciliğe direnmeyi burada öğrendik.

Bu direniş 1920’deki tarihi Vadi el-Huceyr konferansından bugüne kadar çeşitli şekillerde devam etti.

Direniş zaferler kazandı, kazanımlar elde etti, dengeleri değiştirdi, Lübnan’a ve bölgeye yönelik işgal ve hakimiyet planlarını mağlup etti.

Direniş kendi etkili rolünü bölge olaylarında dayattı ve sağlamlaştırdı. Temmuz Savaşı’nda Direniş’in, ordunun ve halkın Lübnan’daki efsanevi direnci, bu duruşa bağlılığın zirvesiydi.   

 Bu savaşta asli olan sahadaki askeri güç, halkın gücüyle her yerde tamama erdi. Hem halkın bulunduğu yerlerde hem de halkın evlerini terk etmek zorunda kaldığı yerlerde...

Biz aynı şekilde şaibeli planlar, dikte edilen şartlar ve tehditler karşısında 2006’da hükümette ve halk arasındaki ikiye bölünmüşlüğe rağmen siyasi bir dirence de tanık olduk.      

Vadi el-Huceyr savaşı, kader belirleyici bir savaştı. Çünkü Temmuz Savaşı sırasında 12 Temmuz ile 14 Ağustos arasında çeşitli aşamalar söz konusuydu.

Geçen 9 yılda, konuşmalarda, araştırmalarda, basında, bu aşamaların çoğuna değinildi. Hayfa’nın ve Hayfa’nın ötesinin bombalanması bu aşamalardan biriydi. Bint Cubeyl savaşı bu aşamalardan biriydi.

Güneyde, Beka’da, Dahiye’de ve kuzeyde işlenen cinayetler bu aşamalardan biriydi. Ama Temmuz Savaşı’ndaki en önemli ve kader belirleyici aşama Vadi el-Huceyr ve etrafındaki köylerde yaşanan savaştı.

Bu savaş Temmuz Savaşı’nın sona ermesinde ve düşmanın aşağılanmasında belirleyici oldu. Birkaç gün önce İsrail televizyonu, dönemin Başbakanı Ehud Olmert, Genelkurmay Başkanı Dan Halutz ve Savunma Bakanı Amir Peretz’le yaptığı söyleşileri yayımladı.

Amir Peretz, onun ismini asla unutmayacağını söyledi. İsrailli yetkililer bu söyleşilerde savaşta kendilerini aşağılanmış hissettikleri zamanların olduğunu söyledi. Bu, düşman liderlerinin gerçek duygularıydı. Bu savaş, düşmanı aşağıladı, tüm askeri planlarını başarısız kıldı ve onlar, hızlı bir şekilde sınırın diğer tarafına çekilmekten başka çare bulamadılar.

Savaşın son günlerinde, 11 Ağustos’ta, 1701 sayılı BM kararı yayımlandı. Bu karar siyasi ve manevi açıdan İsrail’i destekliyordu. Pratikte bazıları savaşın bittiğini düşünüyordu; ama o gece düşman Litani nehrinin güney bölgelerini işgal etmek için geniş kapsamlı bir kara harekatı başlatma kararı aldı. Birkaç hattan ilerlemeye başladılar. En tehlikeli hat Vadi el-Huceyr güzergahıydı. İsrail, bu amaçla birkaç tugay, zırhlı tabur ve özel kuvvet seferber etti.

İsrail, mücahitlerin cephe gerisine helikopterlerle indirme yaptılar. İsrailli bazı yetkililer, bunun 1973 savaşından beri en büyük hava indirme operasyonu olduğunu açıkladılar.

İsrail’in bu kararı aptalcaydı; çünkü göz dolduracak bir zafere ve morale ihtiyaçları vardı. Zira eğer savaş düşünüldüğü gibi 11 Ağustos’ta bitiş olsaydı, İsrail hiçbir başarı elde edememiş ve hiçbir hedefini gerçekleştirmemiş olacaktı.

Elbette İsrail rejimi büyük cinayetler ve yıkımlar gerçekleştirdi. Bunu herkes yapabilir, Ortadoğu’nun en güçlü ordusuna sahip olan bir rejim de IŞİD militanları da... Ama İsrail rejimi, yeni değişkenler dayatabileceği herhangi bir askeri başarı ve saha zaferi kazanamamıştı.

Dolayısıyla bu adımla savaştan tam bir mağlubiyetle çıkmamaya ve Lübnanlılara kendi şartlarını dayatmaya ihtiyaçları vardı. Bu rejim, Litani nehrinin güneyindeki kent ve köylerinde yaşayan halkın geri dönüşünü müzakere konusu yapmak istiyordu. Bu rejim daha birçok şeyi müzakere konusu yapmak istiyordu.

Biz bu meselelerin Lübnan hükümetinin içinde de tartışılmaya başlandığını haber aldık. İsrail, Litani’nin güneyini işgal etmek ve avantajlı bir pozisyon kazanmak istiyordu. Savaştan zaferle çıkmak ve hakimiyetini güçlendirmek istiyordu.

Vadi el-Huceyr, İsrail ordusuna mezar oldu

Ama burada, Vadi el-Huceyr’de onun civar tepelerinde ve kasabalarında kahramanca bir savaş verildi. Burada onlarca İsrail tankı ve zırhlı aracı imha edildi. İsrail özel kuvvetlerine mensup onlarca subay ve asker burada öldürüldü, onlarcası da yaralandı. Burada ayaklarının altında ve tepelerinin üstünde cehennemi yaşadılar. Burada Merkava tankları imha oldu, burası tank ve saldırgan mezarlığına dönüştü. Zafer rüyaları burada bitti. Merkavalarının ve ordularının yenilmezliği efsanesi burada sona erdi. Düşman burada aşağılayıcı bir yenilgi aldı.

Burada dağlardan daha sağlam, sahralardan daha zorlu yiğitler vardı ve bu destanı yarattı. Direniş burada tüm silahlarını kullandı.

Mühendislik güçleri, topçu güçleri, hava savunma güçleri, kara güçleri vs. tüm mücahitler oradaydı. Ama buradaki en asli rol tanksavar güçlerine aitti ki onlarca tankı ve zırhlı aracı füzeleriyle imha ettiler.

Burada füzeleri ateşleyenler görünüşte Direniş’in mücahitleriydi; ama gerçekte onları öldüren Allah’tı.

Burada kahramanların, yiğitlerin, planlamasına, mantığına, azim ve iradesine, direncine, sadakatine, sabrına, imanına ve zaferine tanık olduk.

Vadi el-Huceyr savaşında verdiğimiz en büyük şehit, Direniş’in tanksavar güçlerinin komutanlarından Şehit ali Salih (Hac Bilal) idi. Onun diğer kardeşleriyle birlikte Direniş’te uzun bir geçmişi vardı.

Vadi el-Huceyr’de düşmanın Litani nehrinin güney bölgelerini işgal edip Litani nehrine ulaşma planı tamamen çökertildi.  Onlar üstünlük kurma peşindeydi; ama Allah onları zelil etti. Onlar galibiyet peşindeydi; ama Allah onları mağlup etti.

Vadi el-Huceyr’den kaçış

Olmert, o televizyon söyleşisinde dedi ki, ordu komutanları birkaç gündür “süratle geniş çaplı kara harekatı başlatmalıyız, bu İsrail’in güvenliği için zorunludur” diyerek baskı yaptı; ancak 14 Ağustos’ta ise sınırlara çekilmek zorunda olduklarını söylediler.

Olmert diyor ki onlara, Güvenlik Konseyi kararı prosedürü gereğince sabaha kadar sabretmelerini ve çekilmenin BM nezaretinde olmasını istedim; ama komutanlar çekilmenin gece gerçekleşmesi konusunda ısrar ettiler.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Dan Halutz ise şöyle diyor: Tartışmaların sonunda dedim ki, bizim Lübnan’da ne yapacağını bilemez bir şekilde durmaya niyetimiz yok. Fazladan bir dakika bile kalmak istemiyoruz.

İsrail’in gelişmiş helikopterinin Vadi el-Merimin’de bizim elimize düşmesiyle eş zamanlı olarak artık vur kaç operasyonları devam edemezdi. Artık ne uçakla, ne helikopterle, ne tankla ne de piyade ile ulaşılamıyordu. Vadi el-Huceyr, Temmuz Savaşı’nın çok büyük ve önemli bir aşamasıydı.

Temmuz Savaşı askeri stratejilerin değişmesine neden oldu

Bu savaş, ABD’de, NATO’da ve İsrail’de askeri stratejilerde büyük değişimlere neden oldu. Temmuz Savaşı’ndan önce birçok ülkede hava kuvvetlerinin savaşta son sözü söylediğine inanılırdı; ama bu teori sona erdi.

İsrail basını, şu anki genelkurmay başkanının -Temmuz Savaşı’nda önemli bir rolü vardı- imzasıyla ‘İsrail’in Stratejisi’ başlığıyla bir yazı yayımladı. Ben Lübnan meseleleriyle ilgilenenlere bu yazıyı okumalarını öneririm. Okuyanlar, orada, İsrail’in “hava kuvvetleri nihai belirleyici role sahip değildir” sonucuna ulaştığını görecekler.

Temmuz Savaşıyla ilgili ikinci nokta da Gazze’de ve şimdi de Yemen’de gördüğümüz üzere şudur: Ağır bombardıman, katliam, cinayet, halkın mülteci durumuna düşürülmesi, gıda ve sudan mahrum bırakılması, halka karşı galibiyet getirmiyor. Eğer halk inanca, kalma ve direnme iradesine sahip olursa bunlara mağlup olmaz.  Bu da askeri stratejinin bir parçasıydı.

Diyorlardı ki uçaklar havadan, tanklar karadan, gemiler denizden kentleri bombalarsa; kentleri yıkar, tahrip eder, halkı katliamdan geçirirlerse, tıpkı Lübnan’da, Gazze’de ve şimdi de Yemen’de yaptıkları gibi halkı, özellikle de kadınları ve çocukları korkutur ve halkın direnme iradesini kırarlarsa mütecaviz katiller karşısında boyun eğdirirler.  Bu stratejinin dönemi de sona erdi.

Ne hava kuvvetleri savaşta sonucu tayin edendir, ne de inançlı, sabreden, direnme iradesine sahip, izzeti ve onuru ile yaşamak isteyen bir halka karşı vahşi ve acımasız katliamların bir faydası vardır.

Bu yüzden İsrail askeri stratejisi kara güçlerine ve kara tatbikatlarına dayalı olarak yani hava saldırıları ile yetinmeyip kara savaşına girmenin gerektiği yönünde değişti.

Bununla birlikte Temmuz Savaşı’nda bu stratejiyi de uygulamalarına rağmen yenildiler.

Bizim 16 yaşında binlerce gencimiz var, sizin F-16 sayınız kaç?

Şimon Perez’den Olmert kabinesinde bakan olduğu dönemde ifade ettiği bir şeyi size okuyayım. O, bunu Winograd Komisyonu’nda dile getiriyor.

O, “İsrail olması gerektiği gibi hazırlıklı değildi, inisiyatifi elinde bulundurmuyordu. Bizim zayıflıklarımız vardı” vs. diyor ve asıl konuya geliyor şimdi onu size kısaca okuyayım. “Fiyatı 100 milyon dolar olan F-16 ile 16 yaşındaki bir gençle savaşa gidilmez.” İşte bu Temmuz Savaşı’nın sonucudur.

Şimdi siz buna Gazze ve Yemen’i ve diğer savaşları da buna ekleyin. Özetle hava kuvvetleri savaşın sonucunu belirleyen şey değildir.           

Sizin kaç F-16’nız var; bizim 16 yaşında binlerce gencimiz var. Onlarla nasıl baş etmeyi düşünüyorsunuz?

Diyor ki onlar omuzdan atılan bir uçaksavar füzesi elde edip savaş uçaklarını düşürüyorlar.  Aynı şekilde fiyatı 10 milyon dolar olan Merkava tankı, yer altına kazılmış bir tünele gönderilemez.

Ben ise şimdi 14 Ağustos’ta size şunu söylüyorum: Bizim topraklarımızın her karışı, sizin zırhlılarınızı ve tanklarınızı imha edecek, erlerinizi ve subaylarınızı ölüme yollayacak, ordunuzu mağlup edecek bir tüneldir. Bundan sonra İsrail ordusu için Lübnan’da hiçbir başarılı strateji yoktur.

Bu bizim hazırlığımızdır. Bizi bölgede ilgilendiren her türlü olaya rağmen bizim her zamanki günlük adımlarımızdır.

Düşmanın genelkurmay başkanının sözünü ettiği kara saldırısı stratejisine karşı, biz de Vadi el-Huceyr stratejisini söz konusu ediyoruz.

Kararlılığımız ve azmimiz çok daha güçlü, müdahalemiz daha şiddetli ve her geçen gün de bu daha da artıyor.

İsrail, savaştan dersler çıkardı peki Lübnan!

Kardeşlerim biz her yıl böylesi toplantılar konusunda ısrar ediyoruz, kutlama yapıyoruz ve böylece Lübnanlılara şunu hatırlatıyoruz ki İsrail, 14 Ağustos 2006’dan bugüne kadar Temmuz Savaşını defalarca inceledi, değerlendirdi, tecrübeler kazandı, stratejilerini gözden geçirdi, değiştirdi. Peki biz Lübnan’da ne yapıyoruz? Hiç! Mutluyuz!

Biz, tarihten ve olaylardan ibret alınmasında ısrar ediyoruz. Bugün biz Lübnanlılara şunu diyoruz: Güvenin ve emin olun ki siz en zorlu şartlarda direnebilirsiniz. Her türlü komployu etkisiz bırakabilirsiniz. En güçlü orduları yenebilirsiniz. Bölgedeki teröristlere karşı galip gelebilirsiniz.

Siz, ülkeyi, halkı ve onurunuzu, caydırıcılık dengesi ve Ordu-Direniş-Halk ‘altın üçgenini’ kullanarak koruyabilirsiniz. Bu, sürekli vurgulamamız gereken bir ders ve tecrübedir.

İzin verirseniz bir espri yapayım. Lübnan’ın caydırıcı gücü öyle bir derecededir ki Obama bile bundan yararlanıyor.

Örneğin Amerika’daki Yahudi liderlerle görüştüğü zaman, hani Netenyahu, onları neler tehdit ediyor diye hop oturup hop kalkarken, [Nasrullah burada Obama’nın Yahudi liderlere eğer İran’a saldırırsak Hizbullah İsrail’i füze yağmuruna tutar şeklindeki sözüne göndermede bulunuyor] bu tehdit doğrudan bir tehdit değildi; ama Lübnan Direnişi’nin füzeleri onları tehdit etti. Amerika, Lübnan Direnişi’nin caydırıcı gücünü çok iyi biliyor.

Ayrılıklar içindeyken bile zafer kazandık şimdi birlik zamanı

Kardeşlerim ve Lübnan Halkı! Bu zafer kazanıldığı dönemde Lübnan’da şiddetli ayrılıklar ve tefrikalar hakimdi. Siyasi gruplar ve hükümet ayrılık içindeydi. Görüşmelerin nasıl yapıldığını ve kararların nasıl zorlu bir atmosferde alındığını unutmuyoruz.

Sayın Nebih Berri’nin görüşmelerin ilk hattında yer aldığını, tüm dünya ile Direniş emanetini ve şehitlerin kanını korumak  için nasıl görüşmeler yaptığını unutmadık.

Burada Sayın Emil Lahud’u da anmak isterim. O dönemde cumhurbaşkanlığı köşkü kuşatma altındaydı; ama kabine toplantılarına başkanlık ediyordu. Kabine içindeki sorunlara karşı koyuyordu.

Geçmiş meseleleri açmak istemiyorum, sadece şu önemli şeye işaret etmek istiyorum o dönemde ayrılıklar içindeydik; ama zafer kazandık. O halde birlik içinde olmalıyız, hükümet birlik içnde olmalı, güvenlik güçleri ve ordu birlik içinde olmalı. Siyasi gruplar ayrılıkları bir kenara bırakmalı ve el birliği ile teröristlere ve İsrail’e karşı koymalı.

Biz Lübnan halkı, hükümeti ve devleti olarak ülkemizi ve onurumuzu koruyamaz mıyız? Onurumuzu ve halkımızı dünyada başka hiç kimseye muhtaç olmadan koruyamaz mıyız?

Eğer bir dost bize yardım elini uzatıyorsa ona teşekkür etmek gerekmez mi? Bunlar, dersler ve tecrübelerdir.

Onurumuzu, güvenliğimizi bağımsızlığımızı ve ülkemizin varlığını tehdit eden tehlikeler karşısında herkese birlik ve altın üçgene tutunmayı tavsiye ediyorum.

Bir kez daha vurguluyorum: Biz İsrail tehditlerine karşı koymayı ve Filistin halkının meşru haklarını, topraklarını, mukaddesatını geri alma hakkının ve direnişinin yanında durmayı görevimiz olarak kabul ediyoruz.

Vadi el-Huceyr’den bir kez daha Mescid-i Aksa ve Kudüs’teki mukaddesata yönelik tehditler ve bunun son adımı olarak da düşmanın Burak avlusunda bir sinagog yapma niyeti konusunda uyarıda bulunuyorum. Evleri içindekilerle birlikte yakılan Filistinlilere yapılan saldırılara ve buna karşı da hiç kimsenin ayağa kalkmamasına uyarıda bulunuyorum.

Direniş, bizim yurdumuzu, onurumuzu, izzetimizi savunma, mukaddesatımızı geri alma, zaferleri tehdit eden her türlü tehlikeye karşı koyma yolumuz ve yöntemimizdir.