Moskova merkezli İnteraz TV, YDH Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu ile Lübnan'daki gelişmelerle ilgili bir söyleşi yaptı.
Lübnan’ın 2005 yılında suikasta öldürülen eski Başbakanı Refik Hariri’nin ölümünden beri ‘14 Mart Cephesi’ ve ‘8 Mart Cephesi’ adları altında siyasi olarak ikiye bölünmüş durumda olduğuna dikkat çeken Dursunoğlu, ülke halkı farklı etnik, dini ve mezhebi yapılardan oluşsa da bu siyasal bölünmenin din veya mezhep farklılığıyla bir ilgisi olmadığına işaret ederek “O dönemde bu bölünmeye sebep olan etken Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılması meselesiydi” ifadesini kullandı.
Lübnan’ın bugün 2006 yılında İsrail ile girilen savaştan zaferle çıkmasının bedelini ödediğine dikkat çeken Ortadoğu uzmanı, Amerika’nın İran halkını mevcut yönetimi desteklediği için; Suriye halkını diz çöktüremediği için ve Lübnan halkını Hizbullah’ı yalnız bırakmadığı için aç bıraktığını ifade etti.
Gazeteci yazar Alptekin Dursunoğlu ile Lübnan'da yaşanan siyasi-ekonomik krizlerin dünden bugüne nasıl süregeldiği, hangi hedeflerin bir parçası olduğu ve kimlerin bölgesel amaçlarına hizmet ettiğini konuştuğumuz röportajımız şöyle:
***
Lübnan’daki siyasal cephelerin oluşumu ve komplolar
2003’te Irak’ı işgal eden Amerika, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında bir bölge düzeni öngörüyordu. 2003’te BM’de Irak’ın işgaline karşı çıkan Fransa, BOP’un Suriye ve Lübnan’ı ilgilendiren kısmına destek verdi. Amerika ile Fransa 2004 yılında BM’den Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılmasını ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı kararı birlikte çıkardılar. Onlara göre Suriye Lübnan’dan çıkarılınca İsrail’in önündeki tek bariyer olan Hizbullah yalnız kalacak, zayıflayacak ve varlığını koruyamayacaktı.
Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması onlara yeterli gelmedi. Refik Hariri suikastı bahane gösterilerek ve Ukrayna ve Gürcistan’daki ‘renkli devrimler’ model alınarak ‘Sedir Devrimi’ adı verilen büyük bir kampanya başlatıldı; Suriye yanlısı Ömer Kerami hükümeti düşürüldü ve başta Hizbullah olmak üzere Suriye müttefiki olan Lübnanlı partiler yalnızlaştırılmaya ve zayıflatılmaya çalışıldı.
İşte 14 Mart ve 8 Mart cepheleri bu şartlarda ortaya çıktı. Saad Hariri (Sünni), Velid Canbolat (Dürzi), Semir Ca’ca (Hıristiyan) gibi Suriye karşıtları 14 Mart; Hizbullah ve Emel (Şii) Mişel Aun (Hıristiyan), Viam Vehhab ve Tallal Arslan (Dürzi), Fethi Yeken ve Bilal Şaban (Sünni) gibi Direniş yanlıları da 8 Mart cephesini oluşturdular.
Yapılan ilk seçimde 14 Martçılar, 8 Martçılardan daha az oy almasına rağmen o dönemde ülkedeki seçim yasası sebebiyle mecliste çoğunluğu ele geçirdiler. Öncelikleri süresi dolmak üzere olan Direniş yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un yerine kendi adayları olan Emin Cumeyyil’i seçmek ve ardından da 1559 sayılı BM kararını uygulamak adına Hizbullah’ı silahsızlandırmaktı. Böylece BOP’un Lübnan tasarısı gerçekleşmiş yani Lübnan, İsrail için kolay lokma haline gelmiş olacaktı.
14 Martçılar, meclis çoğunluğunu ele geçirdiler, istedikleri gibi bir hükümet kurdular; ama Hizbullah’ı silahsızlandırmayı gündeme getirmeye cesaret edemediler. Bu işe onların adına İsrail cesaret etti. 2006 savaşında Hizbullah’ı yenebilseydi o dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice’in tabiriyle “Yeni Ortadoğu” projesi tam olarak sonuçlanmış olacaktı.
Ancak Hizbullah’ın zaferi, Lübnan projesinin çökmesine neden olurken; General Kasım Süleymani’nin Irak’taki 30 Ocak – 15 Aralık 2005’teki siyasi süreçleri çok başarılı bir şekilde yönetmesi de Irak’ta Amerika’nın istediği bir hükümet yapısı kurulmasına izin vermedi.
Yani 2005 ile 2010 arasındaki 5 yıllık dönemde Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin aslında son yüzyılın en büyük komplosuna maruz kalmış; ancak bu komplo Direniş Ekseni’nin dayanışması sayesinde aşılmıştı.
“Suriye düşseydi Lübnan Gazze’nin kaderine mahkûm olacaktı
2011’deki ‘Arap Baharı’ bir anlamda BOP’un ikinci versiyonuydu. Bu kez hedefe Suriye kondu. Çünkü eğer Suriye düşürülebilirse Lübnan, kolayca Gazze’nin kaderine mahkum edilebilirdi. Gazze ve Lübnan’ın haritasına bakanlar bununla ne söylemek istediğimi kolayca anlayabilirler. Gazze’nin İsrail, Mısır ve Akdeniz’e, Lübnan’ın ise İsrail, Suriye ve Akdeniz’e sınırı bulunmaktadır. Lübnan direnişini Filistin direnişine göre avantajlı kılan Suriye’nin direniş lehine, Mısır’ın ise İsrail lehine oynadığı roldür. Dolayısıyla Suriye’nin düşürülmesi demek önce Lübnan direnişinin ardından da Filistin direnişinin tamamen yok olması demektir. Bu ise BOP’un da hedefi olan İsrail liderliğinde bir Ortadoğu yaratmaktır.
Hizbullah, Şam’la kader birliğinden dolayı Suriye’ye dayatılan Amerika liderliğindeki vekalet savaşına Şam’ın yanında dahil oldu. Suriye savaşı, Hizbullah açısından 2006’daki İsrail savaşından çok daha kritik ve hayati bir savaştı; çünkü İsrail 2006 savaşını kazanabilseydi, sadece Hizbullah’ın silahını yok edip en fazla 1980’lerdeki gibi Güney Lübnan’ı işgal edebilirdi. Ancak Suriye düştüğü zaman Güney Lübnan’daki Şii veya Hıristiyan sivilleri tekfirci terörün soykırımı bekliyordu.
Suriye, Hizbullah, İran ve Rusya gibi müttefiklerinin desteğiyle Amerika ve bölgesel müttefiklerinin dayattığı vekalet savaşında zafer kazandı. Rusya Savunma Bakanı Sergei Şoygu’nun dün 30 Eylül 2015’ten bugüne kadar 133 bin terörist öldürüldüğüne dair açıklaması hem kazanılan zaferin büyüklüğünü hem de Suriye’nin, Lübnan’ın, hatta tüm bölge ülkelerinin nasıl büyük bir tehlike atlattığını gösteriyor. Zira Suriye’de son 5 yıl içerisinde öldürülen terörist sayısı bile birçok ülkenin ordularından bile daha fazla.
Suriye savaşı, Lübnan’ı o kadar derinden etkiledi ki savaş öncesinde 2009’da yapılan seçimlerden sonra ancak 2018’de yeniden seçim yapılabildi.
9 yıl sonra gelen seçim ve uzlaşıya dayalı siyasi sistem
Suriye savaşı sebebiyle ancak 9 yıl sonra yapılan seçimlerden sonra Lübnan’ın hem her açıdan istikrara kavuşmaya hem de biriken sorunlarını çözmeye ihtiyacı vardı. 2018 seçimlerinde uygulanan yeni seçim yasası sayesinde fazla oy alan 8 Mart Cephesi daha fazla sandalye elde etti.
Elbette Lübnan’ın kendine özgü taifeci siyasi yapısından dolayı tüm siyasi yapı dini ve mezhebi kesimler arasında bölüştürülmek zorundadır. Dolayısıyla herhangi bir parti ülke halkının tamamının oyunu alsa bile meclisteki 128 sandalye 64’erli olarak Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında paylaşılmalıdır. Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii olmalıdır. Ayrıca kabinede de her kesim temsil edilmelidir. Yani tüm siyasi sistem çoğunluğa göre değil, uzlaşmaya dayalı olarak oluşturulmalıdır.
Bu siyasal şartlar altında, 2018’deki seçimleri Hizbullah liderliğindeki 8 Mart Cephesi kazanmış olsa da 14 Martçı Saad Hariri’nin başbakanlığında bir hükümet kuruldu. Elbette bu da öncekiler gibi bir uzlaşma hükümeti olsa da bu hükümette 8 Martçıların belirleyiciliği vardı.
İşte “neden istikrar beklenirken yeniden kriz oldu” şeklindeki sorunuzun cevabı da burada. Amerika ve bölgeyi ateşe veren müttefikleri, Irak’ta ve Lübnan’daki 2018 seçim sonuçlarından memnun olmadı. Çünkü Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta ise Haşd Şaabi veya Halk Seferberlik Güçleri adıyla tanınan direniş gruplarının belirleyici olduğu hükümetler kuruldu.
“Hem Irak’ta hem de Lübnan’da yaşanan mevcut sorunların asıl sebebi Amerika’dır”
Amerika ve şu an İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek için birbiriyle yarışan Arap rejimleri, Irak ve Lübnan’da Direniş Ekseni’nin bir parçası olarak gördükleri hükümetleri devirmek için bu ülkeleri ateşe veriyor. Irak ve Lübnan’daki ekonomik sorunlar, yolsuzluklar, devletlerin hizmet yetersizlikleri, birer bahane olarak kullanılıyor.
Irak ve Lübnan’da bunların hepsinin olduğu doğrudur; ama hem Irak’ta hem de Lübnan’da bu sorunların asıl sebebinin Amerika olduğu da doğrudur. Çünkü Irak’ın tek gelir kaynağı olan petrol parası Amerikan merkez bankasında toplanıyor ve Amerika ne kadar lütfederse Irak’a o kadar para gönderiyor. Lübnan’a ise Suriye ve İran’a olduğu gibi ağır ekonomik yaptırımlar uyguluyor.
Ayrıca hem Irak’ta hem de Lübnan’da çok kolayca kullanabildiği, satın alabildiği siyasi gruplar, liderler bulunuyor. Onların organize ettiği gösterilerde kamu binaları ateşe verilse de yollar kapatılsa insanların işlerine evlerine gitmesi engellense de kamu düzeni altüst edilse de güvenlik güçlerinin onlara müdahale etmesi hemen insan haklarının ve demokrasinin ihlali oluyor.
Irak’ta seçimlerden sonra uzlaşmayla başbakan seçilen Adil Abdulmehdi, Irak tarihinin en temiz siyasetçisiydi. Zira hiçbir işlevsel yetkisi olmadığı halde sadece vitrinlik bir makam olan cumhurbaşkanı yardımcılığından istifa etmiş ve on binlerce dolarlık maaşı reddetmişti. Adil Abdulmehdi, yolsuzluk ve hizmet yetersizliği gerekçesiyle düzenlenen kanlı gösteriler yüzünden istifa etmek zorunda kaldı.
Adil Abdulmehdi’nin tek suçu, Amerika’nın İran’a yönelik yaptırımlarına Irak’ı ortak etmeyeceğini söylemek, Çin’le milyarlarca dolarlık ekonomik anlaşmalar imzalamak ve Haşd Şaabi’ye yönelik insansız uçak saldırılarının kaynağının İsrail olduğunu söylemekti.
Abdulmehdi’den asıl rahatsız olan Amerika ve Suudilerdi; ama onu devirip Amerika’nın adamı olan Mustafa Kazımi’yi başbakan yapmada rol alanlar sözde Amerikan karşıtı dini liderler ve onların sokaklara çağırdığı taraftarları oldu.
“Irak’taki devrim tiyatrosunun aynısı Lübnan’da sergilendi”
Irak’taki yolsuzluk, hizmet yetersizliği karşıtı ‘devrim’ tiyatrosunun aynısı Lübnan’da sahnelendi. Saad Hariri’nin iletişim bakanı Whatsapp uygulamasından vergi almaya kalktı. Zaten ekonomik olarak sıkıntıda olan halk, protesto gösterileri yaptı. Başbakan Saad Hariri, bakanını görevden alıp yapılan yanlışı düzeltmek yerine istifa etti.
Başta Hizbullah olmak üzere 8 Martçılar, ülkenin hükümetsiz kalmasının daha büyük sorunlara neden olacağını vurgulayarak Hariri’den ve 14 Martçı diğer bakanlardan ve milletvekillerinden istifa etmemesini istediyse de onlar “halkın yanında yer almak ve fasit düzene karşı çıkmak” gerekçesiyle istifa ettiler. Hatta bununla da yetinmediler taraftarlarını da sokaklara çekerek kamu düzenini işlemez hale getirmeye çalıştılar.
Elbette bir ülkede başarısız olan bir hükümetin veya siyasetçinin istifa etmesi, çok büyük bir erdemliliktir; ama Lübnan’daki istifaların erdemle bir ilgisi yoktu. Amerika ve Suudilerin verdiği talimat doğrultusunda ülkeyi kaosa sürüklemek, halkın öfkesini hükümette ağırlığı olan Hizbullah’a ve müttefiklerine karşı kışkırtmak amaçlanıyordu.
Normal bir ülkede hükümet istifa ederse hemen yenisi kurulur ve sorunların büyümesi önlenir; ancak Lübnan ve Irak gibi ülkelerde normal seçimlerden sonra bile yeni bir hükümetin kurulması aylar sürer. Örneğin Irak’taki 2010 seçimleri sonrasında yeni hükümetin 7 ay sonra kurulduğunu hatırlatalım. Halbuki Lübnan ve Irak gibi ülkelerin değil boşa harcayacak ayları, haftaları ve hatta günleri bile yoktur.
“Beyrut Limanındaki patlama Amerika’ya, Suudilere ve İsrail’e altın bir fırsat armağan etti”
Hizbullah ve müttefiklerinin özverili çalışması ve başarılı kriz yönetimi sayesinde daha büyük bir krize dönüşmeden Hassan Diyab hükümeti kuruldu. Korona salgını da Amerika ve Suudilerin sokakları karıştırarak Hassan Diyab hükümetini devirmesine Lübnan’ı kaosa sürüklemesine izin vermedi.
Belirli bir düzen ve istikrar sağlanmaya çalışılırken Beyrut Limanındaki patlama Amerika’ya, Suudilere ve İsrail’e altın bir fırsat armağan etti. Limanda dumanlar tüterken, önce patlamaya Hizbullah’ın silahının sebep olduğunu söylediler. Patlamanın 6-7 yıldır limanda tutulan tonlarca amonyum nitrattan kaynaklandığı ortaya çıkıp da o yalan geçersiz olunca bu kez bu maddenin Hizbullah’a ait olduğunu iddia ettiler.
Halbuki Hizbullah’ın Saad Hariri’nin müdürünün yönettiği Beyrut limanında deposunun olduğunu söylemek, Netanyahu’nun müdürünün yönettiği Hayfa limanında deposunun olduğunu söylemek kadar saçma bir şeydi. Elbette bunu kendileri de biliyorlardı; ama kendilerinin yönettiği Beyrut limanında binlerce ton amonyum nitratın hiç de uygun olmayan şartlarda bekletilmesi tamamen kendi suçlarıydı ve şimdi bunun hesabını yeni hükümetten sormak istiyorlardı.
Nitekim bu konuda başarılı da oldular ve Hassan Diyab baskılara daha fazla dayanamadı ve istifa etti. Dolayısıyla Amerika ve Suudiler bir kez daha Lübnan’ı kaosa sürüklemek için fırsat kazanmış oldular.
Lübnan’da varılmak istenen hedef
Lübnan, Hizbullah’ın 2006’da İsrail’i, 2013’ten sonra da dahil olduğu Suriye savaşında tekfirci teröristleri yenmesinin bedelini ödüyor! Peki Hizbullah bunlara yenilseydi Lübnan kurtulacak mıydı? Elbette hayır 2006’da yenilseydi İsrail tarafından işgal edilecekti ve şimdi nasıl Batı Şeria’nın Kudüs’ün Golan tepelerinin ilhakını duyuyorsak muhtemelen Güney Lübnan’ın ilhakını da duyacaktık. Oralara yapıldığı gibi Güney Lübnan’a da siyonist yerleşim merkezleri yapılacaktı.
Eğer Suriye savaşında tekfirci teröristlere yenilseydi o zaman da tıpkı Irak’ta Ezidilerin başına gelen çok büyük bir ihtimalle Lübnanlıların başına gelecekti.
Amerika, İsrail, Suudi ekseni ve Katar ekseni, şu an Hizbullah’tan 2006’da İsrail’i; 2013’ten sonra da tekfirci teröristleri yenmesinin intikamını almaya çalışıyor. Bu intikamı ancak Hizbullah’ı silahsızlandırma hedefini gerçekleştirebilirse almış olacak. Şu an bu hedeften uzaklar; ancak Arap rejimlerini İsrail’in safına katarak cepheyi büyütüyorlar. İsrail rejiminin güvenliğini ve daha doğrusu varlığını garanti edebilirlerse muhtemelen bir sonraki savaş 2006’dakinden de 2013’tekinden de daha kapsamlı ve daha büyük olacak.
“Lübnan’ın geleceği sadece Lübnan’ın sınırlarında değil; doğuda Yemen’den, batıda Filistin’e kadar direniş coğrafyasında yazılıyor”
Beyrut limanı patlamasından sonra çözüm için devreye giren Fransa’nın hükümetin kurulması için başlattığı girişim başarısız oldu ve hükümeti kurmakla görevlendirilen Mustafa Edib görevi iade etti. Dolayısıyla hükümetsiz durumuna devam edecek olan Lübnan’ın sorunlarının daha da ağırlaşacağını beklemek sürpriz olmayacak.
Ancak Lübnan’da şu an yaşanan bunalım, sadece Lübnan’daki yerel dinamiklerle anlaşılabilecek veya çözümlenebilecek bir bunalım değil.
Amerika, İran’a karşı “azami yaptırımlar” Suriye’ye karşı “Sezar Yasası” adı altında çok ağır ekonomik yaptırımlar uyguluyor ve bu Lübnan’ı da çok derinden etkiliyor; hatta açlığa sürüklüyor.
İran halkını mevcut yönetimi desteklediği için; Suriye halkını diz çöktüremediği için ve Lübnan halkını Hizbullah’ı yalnız bırakmadığı için aç bırakıyor ve bu şekilde onlarda davranış değişikliği yaratabilmeyi umuyor.
Yani Lübnan’ın geleceği sadece Lübnan’ın sınırlarında değil; doğuda Yemen’den, batıda Filistin’e kadar direniş coğrafyasında yazılıyor. Bu coğrafyada teslimiyetin bedelinin direnişin bedelinden daha ağır olduğunu anlamış halklar da yaşıyor; cehaleti ibadet, zilleti basiret, ihaneti siyaset bilenler de.
İran, Irak, Yemen, Suriye, Lübnan ve Filistin halkının direnişleri sebebiyle büyük acılar yaşadığı doğrudur; peki ama Amerika’ya itaatte, İsrail rejimine ise hizmette kusur etmeyen bölge devletlerinin daha güvenli, daha gelişmiş ve daha onurlu yaşadığı söylenebilir mi?
Şu an Lübnan halkı ‘silahını teslim etmezsen seni aç bırakırız’, diye tehdit ediliyor; ancak Lübnan halkının çok büyük bir kısmı varlığı için asıl tehlikenin açlık değil silahsızlık olduğunu biliyor.