“1945” bütün bu tartışmaları ele alıyor; ancak burada, kitabı özetlemek yerine, biri genellikle bilinen, diğerine ise kitapta yer verdiğim iki ayrıntıdan söz etmek istiyorum.
Montrö tartışmaları derinleşirken, geçtiğimiz hafta yayımlanan “1945” adlı çalışmam, tuhaf ve tamamen öngörülemez bir şekilde gündemle denk düştü. Bu çalışmada kilit kelime, “Montrö”dür.
Soğuk Savaşa girerken taraflar pozisyonlarını henüz kesin olarak belirlememişlerdi; 1945’in mayıs ayından aralık ayına kadar sadece Britanya ve Sovyetler Birliği’nin kendilerince gelecek tasavvurları vardı, ABD açısından ise bir belirsizlik hâkimdi.
1945 tartışmalarını da bu durum tetikledi; Ankara, Batı tercihini yapmış; ancak ABD’nin kararsızlığı ve Britanya’nın güçsüzlüğü yüzünden Batı, henüz Ankara’yı kabul edebilecek durumda değildi. Bu tartışmalarda Montrö, tayin edici rolü oynadı.
“1945” bütün bu tartışmaları ele alıyor; ancak burada, kitabı özetlemek yerine, biri genellikle bilinen, diğerine ise kitapta yer verdiğim iki ayrıntıdan söz etmek istiyorum.
İlki, anlaşmanın girişinde yer alan “Boğazlar” tanımı. Buna göre Boğazlar tek bir su yoludur ve bu su yolu; Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı’nı kapsar.
Bütün belgelerde Boğazlar tek bir su yolu olarak tanımlanır, zaten başka türlü de olamazdı; zira Boğazların ikinci ve üçüncü ülkeler için tek önemi, Karadeniz’den (ve Karadeniz’e) çıkış anlamına gelmesidir.
Bu tek bir su yolu olma niteliği şunu doğurur: Eğer su yolunun bütünlüğü parçalanırsa, parçalanan kısımdan yapılacak geçişler artık Montrö hükümlerine tabi olmaz. Bu, son derece önemli, can alıcı bir ayrıntıdır.
Kitapta yer verdiğim ayrıntı ise şu. ABD 1945 güzüne kadar henüz müdahaleci oryantasyonunu tamamlamamıştı; 1930’ların Roosevelt dönemi izolasyonuna geri dönmenin hesaplarını yapıyordu.
Boğazlar tartışması ortaya çıktığında, peş peşe iki öneri getirdi. İlki, Potsdam’da Truman’ın konuyla ilgisi ve bilgisi olmadığını gösteren “boğazları uluslararasılaştırma” (yani fiilen Lozan sonrasına dönme) önerisidir.
Bu öneriyi Türkiye dahil kimse kabul edemezdi. Böyle bir öneri en çok hâlâ bir deniz gücü olan Britanya’nın işine yarayabilirdi; ancak Churchill’in tepkisinden anlıyoruz ki, Britanya da önerinin uygulanamaz olduğunu biliyordu.
Öyle anlaşılıyor ki Britanya, Ankara’nın Boğazlar üzerindeki egemenliğini korumak için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmak zorunda kalacağından çekiniyordu. Böylece gerek Ankara, gerekse Britanya, ABD’yi bu öneriyi geri çekmek zorunda bıraktı.
ABD bunun hemen arkasından Boğazların askerden arındırılmasını önerdi. Bu, oryantasyonun tamamlanmak üzere olduğu bir döneme denk düşen ara öneridir; ABD, askersizleştirmeyi, Sovyetler Birliği’nin Boğazlarda üs talebine karşı ileri sürüyordu.
Ne var ki bu da Türkiye’nin Boğazlardaki tahkimatlarını boşaltmasını gerektireceğinden Sovyetler Birliği’ne karşı olası bir ittifakı peşinen baltalamak anlamına gelirdi.
ABD’nin üçüncü önerisi, askersizleştirme ile Montrö arasında bir geçişi andırır; burada Montrö’nün temel ilkelerini kabul etmekle birlikte, “Karadeniz’de kıyısı bulunan ülkelerin ortak rızası ve BM’nin yetkilendirmesi dışında Boğazların Karadeniz dışındaki ülkelerin savaş gemilerine barış zamanında da kapatılmasını” öngörüyordu.
Bu öneri, Britanya hükümetinin tepkisini çekti; her ne kadar savaş öncesinin soluk bir gölgesinden öte değilse de bunun farkında olmayan, veya bunu kurnazlıkla gizlemeye çalışan ve her şeye rağmen hâlâ bir deniz gücü olan Britanya, kendi gemilerinin İstanbul’a erişiminin hem savaş hem barış zamanında temin edilmesini istiyordu.
ABD’nin yazılı önerisi şöyleydi: “Boğazlar, hem barış hem savaş zamanında Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerine kapatılacaktır.”
Britanya ise Amerikan dışişlerine şöyle önerdi: “Boğazlardan geçiş, Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerine hem barış hem savaş zamanında kapatılacaktır.” Böylelikle diğer ülkelerin savaş gemilerinin İstanbul’a kadar gitmelerine cevaz veriyordu.
Bu öneri ve tadilat, bir kez daha, Boğazların tek bir su yolu olmasına dayanır. Boğazlardan geçiş, İstanbul’dan çıkışla tamamlanır; bir tekne eğer İstanbul’dan çıkmıyorsa, Boğazlar rejimine tabi olmaz.
Amerikan dışişleri bu öneriyi kabul etti. Washington, Britanya’nın isteğiyle tadil edilmiş öneriyi 30 Ekim’de Ankara Büyükelçisi Wilson’a gönderdi, elçi 1 Kasım’da Ankara’da Dışişlerine teslim etti.
Washington’da da Amerikan Dışişleri Yakın Doğu İşleri Dairesi Başkan Yardımcısı Jones, ertesi gün (2 Kasım) Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Orhan Eralp’a sundu.
Jones, öneriyi gören Eralp’ın “ağzının kulaklarına vardığını” (“smiled broadly”) yazar. Bu, hiç kuşkusuz, önerinin mahiyetinden ziyade, ABD’den gelmiş olmasının yarattığı memnuniyetten ötürüydü.
Nitekim Wilson 6 Kasım’da, “Amerikan önerisinin büyük memnuniyetle karşılandığını öğrendiğini” yazdı.
Bununla birlikte Dışişleri Umumi Kâtibi Feridun Cemal Erkin ise, 5 Kasım’da Britanya elçisi Peterson’a, Amerikan önerisinin “Karadeniz’i bir Rus donanma üssüne çevirecek olmasından” yakınıyordu.
Bu tartışmaların neticesi, herkesin malumu: Montrö, her şeye rağmen, son derece ince hesap edilmiş dengelere dayanan bir anlaşma olması nedeniyle, tarafların kimi zaman ortaya çıkan rahatsızlıklarına rağmen varlığını korumayı başardı; uluslararası anlaşmaların duyguları olsaydı, kuşkusuz bu uzun ömründen dolayı Montrö’ye kıskançlıkla bakarlardı.
Marx’ın 18 Brumaire’de Hegel’e göndermesi, geniş şekilde bilinir: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur:
Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”
Ancak bunun tersi olması ihtimali de vardır; ilkinde komedi unsurları ağır basan bir olay, ikincisinde pekâlâ trajedi haline gelebilir.