Lavrov: 1917 ve 1991 gibi bir yol ayrımındayız

img
Lavrov: 1917 ve 1991 gibi bir yol ayrımındayız YDH

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un dün Moskova’da yapılan Dış Siyaset ve Savunma Siyaseti Konseyi XXX’uncu Asamblesi’nde yaptığı konuşmanın çevirisini sunuyoruz.




Aşağıdaki metin, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un dün Moskova’da yapılan Dış Siyaset ve Savunma Siyaseti Konseyi XXX’uncu Asamblesi’nde yaptığı konuşmanın tamamına yakın bir çevirisi.

Esasen konuşmada daha önce söylenmemiş, birçok defa altı çizilmemiş yeni bir şey yok; ancak özellikle 24 Şubat’tan bu yana Batı’yla ilişkiler ve yaptırımlarla ilgili söylenen her şeyi derli toplu bir şekilde ifade ediyor. Lavrov’un iyi hazırlandığı ve teorik bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı sözleri bu yüzden büyük önem taşıyor.

Konuşmayla ilgili yorum yapmaya gerek yok; zira konu aldığı başlıklar (dış siyaset, uluslararası durum, çok kutupluluk, Batı’nın savuşturulması, vb.) yeterince somut.

Bununla birlikte iki şeye dikkat çekeceğim.

İlki, benim çevirmediğim kısımda bulunan referanslar (Fyodor Lukyanov ve Sergey Karaganov) önem taşıyor. Bu referanslar siyasi görüşleri itibariyle Rusya’nın kapitalist sistem içinde kalmasından yanalar; belli ki Lavrov da, onlarla (en genel hatlarıyla) aynı görüşte. Bu kuşkusuz sadece onun kişisel görüşü de değil.

Demek ki Lavrov’un konuşmasının başında ifade ettiği “1917 ve 1991’de olduğu gibi bir yol tercihi”, iki sosyal-siyasi sistem arasında bir tercih değil, kapitalizm içi bir tercih anlamına geliyor. Bu bir sır da değil; ancak mesele hâlâ, “Altüst oluşun eşiğinde”başlığı altında yazdığım gibi, devlet kapitalizminin üç biçimi arasındaki tercih. Bu olası tercihin “sistemik” olmayışına dayanarak önemsiz görenler olduğunu biliyorum; ancak ben bugün de, tam tersine, bunun bile emperyalist troykayı sarsabilecek “sistemik” bir tercih anlamına gelebileceğini, çünkü başarılı olması ölçüsünde başka ülkelere de yayılabileceği görüşündeyim.

Dikkat çekmek istediğim ikinci şey de “kestaneleri ateşten çıkarmak” deyimi. Fransızcadan (muhtemelen La Fontaine’den) gelen bu Rusça deyim, edebiyat referanslarıyla konuşmaya alışkın olan Lavrov için normal sayılabilir; ancak bu deyime uluslararası çatışmalarla ilgili anlamını veren ve onu genel bir deyim olmaktan çıkarıp Rusya dış siyasetinin değişmez başlığı haline getiren, dolaylı olarak, Stalin’dir.

Stalin 10 Mart 1939’da, BKP(b) XVIII’inci Kongre’sinde sunduğu siyasi raporda, Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa hesabına Nazi Almanya’sı ile savaşmayacağını söylerken “ateşi başkasının elleriyle karıştırmak” deyimini kullanmıştı. Bu, sonraları “kestaneleri ateşten çıkarmak” diye ifade edilmeye başlandı ve deyim siyasi anlamıyla Stalin’e mal oldu.[1]

***

Lavrov: Yol ayrımındayız

 

… Bugün, tıpkı 1917’de veya 1991’de olduğu gibi tarihi bir yol tercihi karşısında bulunuyoruz. Dış şartlar radikal bir şekilde değişmekle kalmadı. Her gün derinden ve alabildiğine geniş değişiyor. Ülkemiz de onlarla birlikte değişiyor. “Kolektif Batı”nın bize total bir melez savaş ilan etmesi, yaptığımız tercihi kolaylaştırıyor. Bunun ne kadar süreceğini tahmin etmek güç. Ancak sonuçları istisnasız herkesin hissedeceği açıktır.

Doğrudan bir çatışmadan kaçınmak için her şeyi yaptık; ama meydan okuyuşla karşılaştığımızda onu kabul ediyoruz. Yaptırımlara alışkınız. Bunlar şu ya da bu biçimiyle pratikte her zaman vardı. Ancak bütün “uygar” ülkelerde meydana gelen mağara devrinden kalma Rusofobi dalgası şaşırtıyor. Siyasi doğruluk, edep, kurallar, hukuki normlar bir kenara atıldı. Rus olan her şey için iptal kültürü kabul ediliyor. Ülkemize karşı, doğrudan soygun dahil, her tür düşmanca eyleme izin veriliyor. Kültür, sanat, sporcular, bilim insanları, iş insanları, yeter ki Rus olsun, zorbalığa uğruyor.

Bu kampanya diplomatlarımızı da dışında bırakmadı. Onların da benzersiz şartlarda, kimi zaman sağlık ve hayatları risk altında kalarak çalışmaları gerekiyor. Soğuk Savaş’ın en karanlık yıllarında bile böyle kitlesel, senkronize bir şekilde diplomatların sınır dışı edildiklerini hatırlamıyoruz. Bu, Batı’yla ilişkilerin genel atmosferini bozuyor. Öte yandan, ülkemizin gelecekteki gelişmesiyle ilişkili olması gereken istikametlerde çalışmak için güç ve insan kaynaklarını serbest bırakıyor. …

Mesele sadece Ukrayna değil. Ukrayna, Rusya Federasyonu’nun, tek kutuplu dünya düzeninin “ebedileştirilmesi” bağlamında zaptedilmesinin bir vasıtası.

Bugünkü krizi Amerikalılar çok önce, Soğuk Savaş’ın hemen ardından, artık küresel hegemonyaya erişme yolunun açıldığına karar verdiklerinde hazırlamaya başladılar. Bu yolun başlıca bileşenlerinden biri, NATO’nun Doğu’ya yayılması oldu. Uzun süre, ısrarla, bunu yapmaktan kaçınmaya çalıştık. “Kırmızıçizgilerimizin” nereden ve neden geçtiğini gösterdik. Görüşmek, uzlaşma aramak için esneklik gösterdik, hazır olduk. Hepsi boşunaydı. …

Bugün Batılılar, şimdilerde söylendiği gibi, “sonuncu Ukraynalıya kadar” Rusya ile cepheleşmeye hazırlar. Bu ilk bakışta, bilhassa okyanus ötesinden orkestra şefliği yapan ABD için çok uygun bir tutum. Aynı zamanda Avrupa pazarını emtia, teknoloji, askeri-teknolojik mamuller için açarak Avrupa’yı da güçsüzleştiriyor.

Gerçekteyse durum çok katmanlı. Rusya, ABD, Çin ve bütün diğerleri, adil, demokratik ve çok merkezli bir dünya düzeninin kurulup kurulmayacağı sorusuna bugün çözüm getirildiğini anlıyorlar. Veya, bu ülkelerin oluşturduğu küçük bir grubun uluslararası topluma ‘yenisömürgeci’ bir bölüşümü dayatıp dayatamayacağını. …

Bir yılı aşkın süredir dolaşıma girmiş olan “kurallara dayanan düzen” konsepti de buna yönelik. Bu “kuralları” kimse görmedi, tartışmadı, onaylamadı; ama onları uluslararası topluma dayatıyorlar. Örnek olarak ABD Maliye Bakanı Janet Yellen’in geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmasından ifadeleri vereceğim.

Şöyle dedi: “Yeni bir Bretton Woods sisteminin kuruluşu liberal demokrasi değerlerinin belirlenmesiyle başlamalı. ABD, tedarik zincirini, sadece manevi değerlere ve davranış normlarına saygı gösteren ülkelerin katılmasıyla destekleyecek.” Buradaki ima tamamen anlaşılır. Dolara ve uluslararası mali sistemin “hayrına” ancak bu Amerikan “kurallarına” uyanlar erişebilirler. Kabul etmeyenler cezalandırılır.

Tabii ki sadece Rusya değil. Bağımsız bir siyaset sürdürme yetisi olan herkes saldırı altında. Örnek olarak, Washington’un ileri sürdüğü, Çin’e hasmane bir tutum içeren Hint-Pasifik stratejisini alın. Bu strateji aynı zamanda Hindistan’ı da Amerikan-NATO kafesine sağlam ve güvenilir şekilde katmak hedefini de güdüyor. ABD, “Monroe doktrini” ruhuna uygun olarak, Latin Amerika’ya hangi standartlarda yaşayacağını dikte etmek istiyor. …

“Kurallara dayanan düzen” “kolektif Batı” içinde bile ne demokrasiyi ne de çoğulculuğu öngörüyor. Söz konusu olan, sert bir blok disiplininin, “müttefiklerin” Washington’un her dediğine kayıtsız şartsız itaatinin yeniden doğuşu. Amerikalılar “küçüklerine” karşı bilhassa teklifsizler.

AB, Anglosaksonların tek kutuplu dünya düzenini tesis etme planlarında uysalca hizalanarak, Avrupalıların hayat kalitesini, hayati menfaatlerini ABD uğruna feda ederek bağımsızlık alametlerini tamamen kaybediyor. V. Nuland’ın 2013 aralığında Maydan olaylarının ortasında Kiev’deki ABD büyükelçisiyle konuşmasında Washington’un Ukrayna’yı yeniden formatlama planlarında AB’nin yerini nasıl tarif ettiğini hatırlayın. Bu kehanet bütünüyle gerçekleşti.

Avrupa Birliği güvenlik meselelerinde NATO ile gitgide “kaynaşıyor”; NATO ise küresel ihtiraslarını yüksek sesle söylüyor. Nesi savunma ittifakı bunun? Bize hâlâ, NATO’nun genişlemesinin bir savunma süreci olduğunu ve kimseyi tehdit etmediğini tekrar ve temin edip duruyorlar. Soğuk Savaş’ta iki askeri blok arasındaki savunma hattı, hem betondan hem de hayali olan Berlin Duvarı’ndan geçiyordu; o zamandan beri Doğu’ya doğru beş defa yayıldı. Şimdi de bize, NATO Genel Sekreteri J. Stoltenberg’in, İngiltere Dışişleri Bakanı E. Truss’ın ve diğerlerinin ağzından, NATO’nun öncelikle Hint-Pasifik bölgesinde savunma problemlerinin çözümünde küresel bir sorumluluk taşıdığını söylüyorlar. Yani bir sonraki savunma hattı, öyle görüyorum ki, Güney Çin Denizi’ne taşınacak.

NATO’nun demokrasi toplumunun öncüsü olarak dünya siyaseti meselelerinde BM’nin yerini alması gerektiği düşüncesi ileri sürülüyor. En azından, bu siyaseti kendisine itaat eder hale getirmesi. Küresel iktisadın idaresini de, Batı’nın şu ya da bu anda ihtiyaç duyacağı ekstraları zaman zaman yüce gönüllülükle davet edebilecekleri G7 almalı.

Batılı siyasetçiler, ülkemizi tecrit etme çabalarının başarısızlığa mahkûm olduğunu bilmeliler. Pek çok uzman, şimdiden bunu itiraf ediyorlar. Tabii şimdilik yüksek sesle değil, kulislerde, çünkü “böyle şeyleri” yüksek sesle söylemek siyasi açıdan doğru değil. Ama bu oluyor.

Batı’nın dışında da dünyanın gitgide çok biçimli olmaya başladığı anlayışı yerleşiyor. Bundan kaçmak mümkün değil. … Asya, Afrika, Latin Amerika’da gitgide daha çok devlet, milli menfaatlerinden taviz vermek, eski metropoller için “kestaneleri ateşten çıkarmak” istemiyor.

Batı’nın sömürgeci, ırkçı alışkanlıklarını üzerlerinde hisseden ortaklarımızın ezici bir çoğunluğu Rusya karşıtı yaptırımlara katılmıyorlar. Batı, Başkan Putin’in ifadesiyle, bir “yalan imparatorluğu” oldu; uzun zamandır herhangi bir demokrasi, hürriyet ve refah “ideali” de kabul edilmiyor.

Batılı ülkeler başkalarının maddi varlıklarına yönelik soyguncu eylemleriyle de öngörülebilir, anlaşmalarına bağlı ortaklar olarak kalan son itibarlarını da tamamen parçaladılar. Artık mülksüzleştirmeye, “devlet korsanlığına” karşı kimsenin güvencesi yok. Bu yüzden sadece Rusya değil pek çok başka devlet de Amerikan dolarına, Batı pazarına teknolojisine ve pazarına bağımlılığını düşürüyor. Eminim ki dünya ekonomisinin tutarlı bir şekilde de-monopolizasyonu uzak bir gelecekte değil. …

“Altın milyar” dışında kalan fikirdaşlarımızla yakınlaşmak, karşılıklı nitelik taşıyan kaçınılmaz bir süreç. Rusya ve Çin ilişkileri bütün tarihi boyunca en iyi noktada. Hindistan, Cezayir, Mısır’la özel ayrıcalıklı stratejik ortaklık derinleşiyor. ‘İran Körfezi’ ülkeleriyle ilişkiler yeni bir seviyeye çıkıyor. Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’yle, Asya-Pasifik bölgesindeki diğer ülkelerle, Yakın Doğu’da, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da da aynı şeyler oluyor. …



[1] Bununla birlikte Stalin özgün deyimi de kullanmıştı. 1901’de yayınlanan ilk makalelerinden birinde, marksizm içindeki sağcılığın sonucunun “işçilerin kestaneleri ateşten burjuvazi için çıkarmaya mecbur bırakacağını” söyler.