Araştırmacı gazetecilik portalı Declassified UK'in yayın yönetmeni Mark Curtis, kaleme aldığı yazıda "Ülke bir oligarşi gibi yönetiliyor ve Britanya’nın demokratik bir devrime ihtiyacı olduğunu kabul etmemiz hayati önem taşıyor" vurgusunu yaptı.
Araştırmacı gazetecilik portalı Declassified UK'in yayın yönetmeni Mark Curtis, Britanya'nın Gazze savaşında işgal rejimine sunduğu destek ve Yemen'e yönelik saldırılarda ABD'ye katılması başta olmak üzere dış politika tercihlerinin nasıl ve hangi koşullarda şekillendiğine ilişkin ufuk açıcı bir makale kaleme aldı.
Curtis'in makalesi şöyle:
Gazze Britanya'nın oligarşi olduğunu gösteriyor: Öyle değilmiş gibi davranmayı bırakalım
Halk oylamasıyla seçilmemiş bir başbakan tarafından yönetilen hükümet, İsrail’in kitlesel katliamlar ve savaş suçlarıyla dolu acımasız savaşını askeri ve diplomatik destekle yardım ediyor.
Bunu da kamuoyunun ateşkes çağrılarına rağmen ülkenin ana muhalefet partisinin desteğiyle yapıyor.
Hükümeti, Ceza Mahkemesi’nin İsrail’in soykırımı teşvik ettiği yönündeki hukuki kararını açıkça reddediyor.
Bakanlar bu suçlardaki suç ortaklıkları nedeniyle soruşturmaya uğramıyorlar ve hiçbir zaman da uğramayacaklar, hatta herhangi bir siyasi yaptırımla bile karşılaşmayacaklar. Chipping Norton’lı Dışişleri Bakanı Lord Cameron seçimle bile gelmedi.
Tüm bunlar olurken basın, gizli keşif uçuşları ve İsrail savaş makinesine silah sevkiyatının kolaylaştırılması gibi Britanya’nın İsrail’e verdiği desteğin temel özelliklerini gizliyor.
Bu bir demokrasiye benziyor mu?
Hayır, değil, burası Britanya. Britanya yönetiminin sadece tüm savaşlarında değil, günlük dış politikasında da bu şekilde çalışma eğiliminde olduğu açık sır.
Oligarşi, az sayıda insanın devlet üzerinde kontrol sahibi olduğu sistemdir. Yaşadığımız varsayılan “liberal demokrasinin” oldukça gerisinde kalan sistemler için akademisyenler tarafından kullanılan diğer terimler arasında “seçim otokrasileri” ve “dışlayıcı demokrasiler” yer alıyor.
Ticari bir marka olarak “demokrasi”
Bizler Britanya’nın bir demokrasi olduğuna inandırılarak yetiştirildik ve her siyasi görüşten basın ve siyasi yorumcular tarafından bize sürekli olarak bu söyleniyor. Ama bu doğru değil.
Kuşkusuz Britanya, yönetim şeklimizde pek çok demokratik unsurla övünebilir. Her beş yılda bir yapılan seçimler, büyük ölçüde bağımsız bir yargı, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin yasalar ve tüm yurttaşların eşitliğini ve sivil özgürlükleri koruyan güçlü mevzuatımız var.
Diğer pek çok ülkeyle kıyaslandığında Britanya vatandaşları kesinlikle özgür. Hükümet politikalarını eleştiren bir gazeteci olarak sesimi çıkarabilirim ve ailem cesedimi kafamın arkasına sıkılmış bir kurşunla yol kenarına atılmış olarak bulmaz.
Bu (en azından benim için) önemli ve Britanya’yı Whitehall’un dünya çapında desteklediği çeşitli baskıcı rejimlerden farklı kılıyor.
Ancak bu düşük bir çıta. Özellikle de Britanya’nın askeri, dış ve istihbarat politikaları ve savaşları söz konusu olduğunda güç, politika üreten kurumları kontrol eden elit bir azınlığın elinde.
Ulusal çıkarları desteklediklerini iddia ediyorlar ama güçleri üzerinde çok az kısıtlama var, onları etkilemenin çok az yolu var ve ne yaptıklarını ifşa etmeleri konusunda bile çok az talep var.
Merkezi güç
İngiliz dış politikasında karar alımı o kadar merkezileşmiştir ki otoriter bir rejime benzer. Bir başbakan, Britanya’nın son zamanlarda Yemen’de yaptığı gibi, parlamentoya bile danışmadan savaşa asker gönderebilir veya başka bir ülkeyi bombalayabilir.
Britanya’daki ana “muhalefet” partisi de en az iktidardaki parti kadar ülkedeki kanunsuzluğu desteklediğinden, bunun bir önemi olmazdı.
1976 yılında Lord Hailsham, parlamentonun günün hükümeti tarafından kolayca domine edilebilmesi ve gücü üzerinde çok az kısıtlamayla karşılaşması nedeniyle Britanya’yı bir “seçimli diktatörlük” olarak nitelendirmişti.
Bu, Başbakan Margaret Thatcher’ın 1980’lerde karar alma mekanizmasını daha da merkezileştirmesinden, düzenli olarak kabineyi atlayıp küçük bir danışmanlar grubuna güvenmesinden önceydi. Çünkü yapabiliyordu.
Bu durum Tony Blair tarafından devam ettirildi ve diğer şeylerin yanı sıra Irak’ın felaketle sonuçlanan işgaline yol açtı. Temel olarak, Sunak’ın durumunda olduğu gibi, sadece kendi Muhafazakâr Partili milletvekilleri tarafından seçilen bir başbakan ve birkaç arkadaşı cinayetten paçayı sıyırabilir ve tüm bunlar mükemmel bir şekilde kabul edilebilir olarak görülür.
Öldürme ruhsatı
Blair, ülkeyi Irak’ta yüz binlerce insanın ölümüne yol açan gayri meşru bir savaşa soktu ve hiçbir kovuşturmaya uğramadı. İngiliz bakanlar 2015-22 yılları arasında yedi yıl boyunca Suudi Arabistan’ın Yemen’de işlediği savaş suçlarını kolaylaştırdı ve bu konuda zar zor yetkili biri sorgulandı.
Şu anda 27 binden fazla Filistinli İsrail’in Gazze’deki soykırımında hayatını kaybetmiş durumda ve İsrail’e siyasi ve askeri destek veren hiçbir bakan sistemimiz altında bunun hesabını veremiyor.
İngiliz yönetimi o kadar aşırı ki, sayısız savaşa, gizli operasyonlara, darbelere ve insan hakları ihlallerinde suç ortaklığına rağmen hiçbir bakan yurt dışında işlenen suçlardan sorumlu tutulmadı.
Britanya’dan bakanların cezasız bir şekilde cinayet işlemesine olanak tanıyan tuhaf bir sistem var. Buna “kraliyet dokunulmazlığı” deniyor. Orta Çağ’dan kalma olması gereken bu doktrin, bakanların hukuki anlamda bir yanlış yapamayacağını kabul eder. Kişiler olarak değil, Kraliyet yetkisiyle donatılmış görevliler olarak hareket ettikleri kabul edilir ve bu nedenle yasalar karşısında dokunulmazdırlar.
Eğer bir bakan kamu görevleri dışında ceza hukukunu ihlal ederse, herkes gibi ceza hukukuna tabidir. Ancak bir bakan olarak ne kadar kınanacak ya da yetersiz olursa olsun, belli kararlar alırsa, bunlar hükümetin eylemleri olarak kabul edilir ve ceza mahkemelerine intikal etmez.
İster bir başbakanın işlediği savaş suçları, ister bir bakanın işkence ve gözaltındaki suç ortaklığı, isterse de sağlık ve sosyal politika alanında alınan feci kararlar olsun, bize hesap verebilirliğin demokrasi ve parlamento aracılığıyla sağlanacağı söyleniyor. Ama öyle değil.
Kamu soruşturmaları genelde yıllar sürer ve bakanları utandırabilir ama onları hukuki olarak sorumlu tutmak bir yana, resmi olarak kınamakta bile her zaman başarısız olurlar.
Hesap verebilirlik yerine, rutin olarak çiğnenen, dişsiz “kurallarımız” var; örneğin bakanlık kuralları, İngiliz yönetişiminin kamu yaşamında hesap verebilirlik görüntüsü vermeyi amaçlayan ama özünde hiçbir etkisi olmayan pek çok özelliğinden biri.
İnceleme mi?
Britanya’nın dünya çapında yaptıklarını gerçekten kim denetliyor?
Hükümet politikalarının tüm partilerin parlamento komisyonları tarafından incelenmesi gerekir. Ancak bunlar zaman zaman hükümet bakanlarını azarlayabilseler de her daim sadece hafif eleştirel ya da araştırmacıdırlar ve nadiren hükümeti gerçek anlamda sorumlu tutarlar.
Komisyonlar, kilit politikaları araştırmayan ya da bakanları sorgulamayan hükümet destekçileriyle dolu olma eğilimindedir. İnceleyecekleri konuları seçerken tartışmalı politikaları rutin olarak görmezden gelirler.
Bu komisyonlar rapor hazırlasa bile, hükümetin tek yükümlülüğü yanıt verir, sonuç olarak politika değiştirme zorunluluğu yoktur.
Hükümetin hesap vermesini sağlamanın bir diğer önemli yolu da soru önergeleridir. Herhangi bir milletvekili hükümete garip sorular sorabilir ve bazen de sorarlar.
Fakat bakanlar yanıtlarında geniş bir serbestliğe sahiptir; genelde soruları görmezden gelirler ya da çok az bilgi verirler. Bu durum bakanlık kurallarını ihlal edebilir ama açıkçası çok az insanın umurunda ve neredeyse hiç kimse kınanmıyor.
Bakanlar yalan söylediğinde, ki bunu düzenli olarak yapıyorlar —burada Boris Johnson akla geliyor— hiçbir şey olmuyor. Johnson görevde olduğu süre boyunca rutin bir yalancıydı ve sadece başka nedenlerle görevden alındı.
Gerçek manada aşırı gizlilik
Muhtemelen Avrupa’da, olası Belarus ve Rusya istisnaları dışında, Britanya’dan daha ketum bir devlet yoktur. Çalışma mantığı şudur; halkın bilmeye hakkı yoktur. Bizler kraliyetin tebaasıyız ve sadece yetkili şahsiyetlerin bize söylemek istediklerini öğrenebiliriz.
Britanya’nın çok sayıda örtülü savaşta savaşan askeri özel kuvvetleri var ancak bunlar hakkında halka ve hatta parlamentoya hesap verme sorumluluğu yok. Bu operasyonlardan sadece, uyumlu bir gazeteci Savunma Bakanlığı’ndaki bağlantısıyla dostça bir telefon görüşmesi yaptığında haberdar olabiliyoruz. Daha sonra bu haber, “haber” olarak şişirme bir yazıda kaleme alınıyor.
Bakanlar özel kuvvetlerle ilgili sorulara cevap vermeyi kesinlikle reddediyor ve bu da “ulusal güvenlik” açısından son derece makul görülüyor. “Bize güvenin” mantığı işleyen ve gülünç bir mantıktır.
Aynı şey istihbarat kurumları için de geçerli. Bakanlar rutin olarak bu konuda yorum yapmamanın “uzun zamandır devam eden bir politika” olduğunu söylüyorlar. Parlamentonun İstihbarat ve Güvenlik Komisyonunun güvenlik kurumları üzerinde bir miktar gözetim sağlaması gerekiyor ancak rolü asgari düzeyde.
Aslında, istihbarat kurumları kendi kanunlarına tabi gibi çalışıyor. Kanunları çiğnemelerine izin veriliyor ve tüm şeflerine tam dokunulmazlık tanınıyor.
Halkı, özellikle de kurulu düzene tehdit oluşturan şahısları gözetlediklerini biliyoruz ve “yıkıcı” olarak kabul edilenler, onların söylediği şahıslar.
“Hassas” konularda en küçük bilgiler bile kamuoyundan saklanıyor. Rastgele sayılabilecek bir örnek vermek gerekirse, bir milletvekili hükümete Yorkshire’daki Menwith Hill’de bulunan Amerikan casus üssündeki savunma bakanlığı polisinin masrafları için ABD hükümetinin Britanya’ya ne kadar ödeme yaptığını sorduğunda, bir hükümet bakanı bunu söylemeyi reddetti.
Parlamentoda açık dış politika ile ilgili soru önergeleri sorulduğunda bile, bakanların verdiği yanıtlar rutin olarak minimalist ve çoğu zaman yanıltıcı ya da aldatıcı olma eğiliminde.
Bilgiye Erişim Özgürlüğü yasaları uyarınca, hükümetin suçlayıcı olabilecek bazı hassas bilgileri yayınlaması gerektiği doğru. Fakat Bilgiye Erişim Hakkı (FOI) taleplerinde bulunan herkes, bu taleplerin “ulusal güvenliği” koruma bahanesiyle rutin olarak reddedildiğini bilir.
Kamu kurumları halihazırda FOI taleplerinin sadece üçte birini yerine getirirken MI6 gibi kurumlar FOI taleplerine hiç konu olamaz.
Ulusal Arşivlerde 20 ya da 30 yıl sonra yayınlanan geçmiş hükümet planlama belgeleri bile düzenli olarak ağır bir şekilde sansürleniyor ya da ayıklanıyor. Neyin yayımlanacağına ve neyin gizli kalacağına karar veren sözüm ona “bağımsız” gözetim paneli, eski casuslar ve hükümet yetkililerinden oluşuyor.
Yüksek politikayı etkilemek
Demokrasinin temel niteliği halkın hükümet politikaları üzerinde bir miktar etkiye sahip olabilmesi değil midir? Peki ama Britanya’nın ABD ile askeri ilişkileri konusunda halk ne diyebilir? Ya da Whitehall’un Suudi Arabistan ya da diğer Arap diktatörlükleriyle olan özel ilişkisi konusunda?
Ya da çok sayıda baskıcı rejime yapılan silah ihracatları? Ya da Britanya’nın yeni nükleer silahlar edinmesi?
Bu “yüksek politikalar” kamusal açıdan büyük önem taşıyor ve denizaşırı ülkelerde yaşayan insanlar için ölüm kalım meselesi olabiliyor. Ancak bunlar kapalı kapılar ardında, sanki ulusal çıkarlar söz konusuymuş gibi davranmaları için kendilerine geniş yetkiler verilen “ahbaplar” tarafından yürütülüyor. Her şey fazlaca ahbaplığa dayalı ve bütünüyle saçma.
Britanya’da bizler, çoğu hükümet politikasını değiştirmek bir yana, etkileme konusunda bile yetersizlikten mustaribiz. Bir hükümeti seçtikten ya da bir öncekini görevden aldıktan sonra, etki sahibi olmak için resmi mekanizmalar son derece sınırlıdır.
Hakikaten de Britanya sistemi halkın etki sahibi olması için değil, kamuoyu baskısının yetkilileri hedeflerinden saptırması ihtimalini ortadan kaldırmak üzere tasarlanmıştır. Bu, yıllar boyunca gördüğüm gizliliği kaldırılmış belgelerde açıkça ortaya çıkan bir şey.
Profesör Jeremy Gilbert, “siyasi kurumlarımızın halka politika üzerinde gerçek bir etki sağlama konusundaki kronik yetersizliği” hakkında yazmıştı. Gilbert’e göre milletvekilleri “seçmenlerinin görüşlerini aktaran kanallar olarak hareket etmeli ve bu görüşlerin parlamentonun temel yasama kararlarını mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde etkilemesini sağlamalı”.
Fakat bunun yerine, “milletvekillerinin ne işe yaradığına dair kabul edilen kavram ile sosyal, kültürel ve iktisadi sonuçları şekillendiren iktidar devreleri içindeki gerçek rolleri ve işlevleri arasında derin bir uyumsuzluk” var. Milletvekilleri yalnızca teknokratik, yönetici bir elitin oldukça kıdemsiz mensupları.
Muhalefet yok
İktidar partisine karşı gerçek bir siyasi muhalefetin olmaması, bir oligarşiyi tespit etmek söz konusu olduğunda işe yarar.
Bu noktada Britanya ile İskoçya arasında bir fark olduğu açık. İskoçya’da SNP, İsrail’in Gazze’deki savaşını ve Britanya hükümetinin bu savaşı desteklemesini eleştiriyor. Britanya’da İşçi Partisi, neredeyse diğer tüm dış politikalarda olduğu gibi İsrail konusunda da Muhafazakârların bir uzantısı gibi hareket ediyor.
Tarihsel olarak İşçi Partisi hükümetleri de en az Muhafazakârlar kadar denizaşırı ülkelerde insan haklarını ihlal ettiler ve bu temelde, Britanya’nın dış politikasında son dönemde yaşanan en kötü olayların çoğundan sorumludurlar.
Bazı nedenlerden ötürü, İşçi Partisi’nin ilerici bir enternasyonalizmi desteklediği fikri hala pek çok çevrede hâkim, bu inancın bir dayanağı yok.
Jeremy Corbyn 2015-19 yılları arasında İşçi Partisi’ni yönetirken, tüm İngiliz siyaset ve medya zümresi onun fazla radikal bulunan sosyal demokrat projesinin yok edilmesini sağlamıştı.
Corbyn, Britanya’nın askeri müdahaleciliğine karşı çıkmış ve dünyayı güç kullanarak yönetmeye kararlı olan Whitehall’da hoş görülemeyecek insan hakları odaklı bir dış politika uygulamakla tehdit etmişti.
2015-19 dönemi, ilerici değişimin medyamızda bir devrim olmadan gerçekleşebileceğini düşünen herkes için bir uyandırma çağrısı olmalıydı. Kamuoyuna verilen açık mesaj şuydu; oligarşi iş başında ve iktidarına meydan okunmasına tahammül etmeyecek.
Ordu subayları araya girerek Corbyn’in seçilmesi halinde bir darbe olabileceğini söylediler. Basın, saçma bir şekilde Corbyn’in ulusal güvenliğe tehdit oluşturduğunu iddia eden çok sayıda askeri ve istihbarat yetkilisine yer verdi. Kampanya Mail’den Guardian’a kadar geniş bir medya yelpazesini kapsıyordu.
Medya devletin peşinden gidiyor
Medyanın rolünün halk adına hükümetlerden hesap sormak olduğu düşünülebilir. Bu, Hollywood’un gerçekle çok az ilişkisi olan medya resmidir. Britanya’da (ve ABD’de) ana akım gazeteciler rutin olarak dış politikaları güçlendirip meşrulaştırıyor ve tartışmalı politikaları kamuoyunun gözünden uzak tutuyor.
Devlet ile halk arasında bir aracı görevi gören bu kuruluşlar, haber kuruluşu olmaktan ziyade siyasi ajandaları olan kurumsal finans kuruluşlarıdır. MediaLens’in deyimiyle “görüş gazeteleri”.
Britanya’nın sağcı ve liberal basının gerçek rolü, Declassified’da tarafımızdan iyi analiz edilmişti ve bu organizasyonu kurmamızın temel nedeniydi. Britanya’nın pek çok kilit dış politikası ana akımda hiç yer almıyor. Diğerleri ise sterilize ediliyor. Ara sıra ortaya çıkan ifşaatlar ise propaganda çığlarının arasına gömülüyor.
Savunma Bakanlığı, İngiliz basınını büyük ölçüde kontrol ediyor. Resmi anlamda değil, buna gerek de yok, ama haberlerini duyurmak için uysal, kariyerist gazetecilere bel bağlıyor. Britanya ordusu hakkında basında yer alan makalelerin çoğu, belki de çoğu Savunma Bakanlığı’ndan geliyor.
Britanya politikalarının demokrasi ve insan haklarına destek üzerine kurulu olduğu gibi yanlış varsayımlar basında ve televizyonda her yerde yer alıyor. Whitehall tarafından benimsenen, uluslararası hukuku ya da “kurallara dayalı” dünya düzenini desteklediği gibi mantıksız görüşler rutin olarak ciddiye alınıyor.
Düşman devletler haydut olarak konumlandırılıyor, biz asla değil. Basın, neyi nasıl haberleştireceği konusunda her zaman devletin dış politika çıkarlarının peşinden gidiyor.
Yayın yönetmenleri, ordu tarafından yönetilen D-Notice komisyonunun gazetecilerden “ulusal güvenliğe” meydan okuduğunu söylediği haberleri yayımlamamalarını istemesi gibi, hükümetin sansür taleplerine isteyerek riayet ediyor.
Declassified’ın yayın yönetmeni olarak bir keresinde bu komisyon benden bir haberin bir kısmını çıkarmamı istediğinde, hayır dedim. Bu çok açık.
Uzun zamandır halkın ana akım medya tarafından beyninin yıkanmasına son verilmediği sürece Britanya’da hiçbir şeyin ciddi anlamda değişmeyeceğine inanıyorum. Kamu yararına çalışan çok sayıda bağımsız haber kuruluşu, daha büyük ve kamusal bilginin baskın kaynakları haline gelmeleri için beslenmeli.
Çeviren: Emre Köse