İsrail’in intiharı: Netanyahu, Filistinliler ve ihmalin bedeli

img
İsrail’in intiharı: Netanyahu, Filistinliler ve ihmalin bedeli YDH

"Netanyahu, İsrail tarihinin en uzun başbakanlık dönemini Filistin ulusal hareketinin altını oymaya ve bir kenara itmeye adadı. Halkına barış olmadan da refaha kavuşabilecekleri sözünü verdi."




İsrail’in en büyük muhalif basın organlarından Haaretz gazetesinin genel yayın yönetmeni Aluf Benn, 7 Ekim Aksa Tufanı operasyonuna itici güç olan tüm hadiseleri, son derece açık yürekli bir şekilde anlatıyor. Foreign Affairs dergisinde "Israel’s Self-Destruction Netanyahu, the Palestinians, and the Price of Neglect" başlıklı bir makale kaleme alan Benn’e göre tüm bunlar Filistinlilere yönelik ırkçı söylem, hakaret ve şiddetin artmasının yanı sıra Netanyahu’nun genelkurmay ile yaşadığı sürtüşmenin ve generallerin tutumunu, kişisel bekasını hedef alan şaşırtmacalar olarak algılamasının sonucu.


İsrail’in intiharı: Netanyahu, Filistinliler ve ihmalin bedeli

Nisan 1956’da güneşli bir günde, İsrail Savunma Kuvvetlerinin tek gözlü başkomutanı Moşe Dayan arabayla güneye, Gazze Şeridi sınırı civarında yeni kurulmuş bir kibutz olan Nahal Oz’a gitti. Dayan, önceki sabah at sırtında tarlalarda devriye gezerken Filistinliler tarafından öldürülen 21 yaşındaki Roi Rotberg’in cenazesine katılmak için gelmişti. Katiller Rotberg’in cesedini sınırın diğer tarafına sürüklemiş, ceset burada parçalanmış ve gözleri oyulmuş halde bulunmuştu. Sonuç ülke çapında infial ve acı oldu.

Dayan, günümüz İsrail’inde konuşuyor olsaydı, methiyesini büyük ölçüde Rotberg’in katillerinin korkunç zalimliklerini lanetlemek için kullanırdı. Fakat 1950’lerde çerçevelendiği şekliyle konuşması, faillere karşı oldukça anlayışlıydı. Dayan, “Katilleri suçlamayalım. Onlar sekiz yıldır Gazze’deki mülteci kamplarında oturuyorlar ve biz onların gözleri önünde onların ve babalarının yaşadığı toprakları ve köyleri kendi mülkümüze dönüştürüyoruz,” dedi. Dayan, İsrail’in 1948 bağımsızlık savaşını kazanmasıyla Filistinli Arapların çoğunluğunun sürgüne gönderildiği, Arapça “felaket” anlamına gelen Nakba’yı kastediyordu. Aralarında sonradan sınır boyunca Yahudi kasabaları ve köyleri haline gelen yerleşimlerin sakinleri de olmak üzere pek çok kişi zor kullanılarak Gazze’ye yerleştirilmişti.

Dayan, Filistin davasının pek de destekçisi sayılmazdı. Çatışmalar sona erdikten sonra 1950’de, şimdi İsrail’in Aşkelon kenti olan sınır kasabası el-Mecdel’de kalan Filistinli ahalinin tehcir edilmesini tertip etti. Yine de Dayan, pek çok Yahudi İsraillinin kabul etmeyi reddettiği şeyi fark etti: Filistinliler Nakba’yı asla unutmayacak ya da evlerine dönmeyi hayal etmekten vazgeçmeyecekti. Dayan, anma konuşmasında, “Etrafımızda yaşayan yüz binlerce Arap’ın hayatlarını dolduran ve alevlendiren nefrete karşı ayık olalım. Bu, yani kılıç elimizden düşmesin ve hayatlarımız kesilmesin diye hazırlıklı ve silahlı, güçlü ve kararlı olmak bizim hayatımızın seçimidir,” ifadelerini kullandı.

7 Ekim 2023’te Dayan’ın asırlık uyarısı olabilecek en kanlı şekilde gerçekleşti. Mecdel’den sürülen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hamas lideri Yahya Sinvar’ın planını uygulayan Filistinli militanlar, Gazze sınırı boyunca yaklaşık 30 noktadan İsrail’i işgal etti.

Tam bir sürpriz yaparak İsrail’in zayıf savunmasını aştılar ve bir müzik festivaline, küçük kasabalara ve 20’den fazla kibbutzime saldırmaya başladılar. Yaklaşık 1200 sivil ve askeri öldürdüler ve 200’den fazla rehine kaçırdılar. Tecavüz ettiler, yağmaladılar, yaktılar ve talan ettiler. [İsrail rejiminin propagandası olan bu iddialar hiçbir şekilde kanıtlanamadı. Tam aksine 7 Ekim'de öldürülen İsrailli yerleşimcilerin İsrail ordusuna ait helikptlerlerden ve tanklardan açılan ateşler sonucu öldüğü İsrail basınında bile itiraf edildi. YDH] Dayan’ın mülteci kampı sakinlerinin torunları —onun tarif ettiği aynı nefret ve tiksintiyle beslenen ama artık daha iyi silahlanmış, eğitilmiş ve örgütlenmiş olarak— intikam için geri dönmüşlerdi.

7 Ekim, İsrail tarihinin en büyük felaketiydi. Bu ülkede yaşayan ya da bu ülkeyle ilişkisi olan herkes için ulusal ve kişisel bir dönüm noktasıydı. Hamas’ın saldırısını durdurmayı başaramayan İsrail ordusu, ezici bir güçle karşılık vererek binlerce Filistinliyi öldürdü ve Gazze’nin tüm mahallelerini yerle bir etti.

Ancak pilotlar bombalar yağdırırken ve komandolar Hamas’ın tünellerini temizlerken bile İsrail hükümeti bu saldırının neden olduğu düşmanlığı ya da başka bir saldırıyı önleyebilecek politikaları hesaba katmadı.

Bu sessizlik, savaş sonrası bir vizyon ya da düzen ortaya koymayı reddeden İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun emriyle gerçekleşiyor. Netanyahu, “Hamas’ı yok etme” sözü verdi ama askeri gücün ötesinde, örgütü ortadan kaldırma konusunda hiçbir stratejisi ve savaş sonrası Gazze’nin fiili hükümeti olarak onun yerini neyin alacağına dair net bir planı yok.

Strateji belirlemedeki başarısızlığı tesadüf değil. Sağ kanat koalisyonunu bir arada tutmak için tasarlanmış bir siyasi çıkar eylemi de değil. Barış içinde yaşamak için İsrail’in Filistinlilerle nihayet anlaşmaya varması gerekecek ve bu da Netanyahu’nun kariyeri boyunca karşı çıktığı bir şey.

İsrail tarihindeki en uzun başbakanlık dönemini Filistin ulusal hareketinin altını oymaya ve bir kenara itmeye adadı. Halkına barış olmadan da refaha kavuşabilecekleri sözünü verdi. Ülkesini, Filistin topraklarını sonsuza kadar işgal etmeye devam edebileceği fikrine sattı. Ve şimdi bile, 7 Ekim’in ardından, bu mesajı değiştirmedi. Netanyahu’nun savaştan sonra İsrail’in yapacağını söylediği tek şey Gazze’nin etrafında bir “güvenlik çemberi” oluşturmak, ki bu, sınır boyunca Filistinlilerin kıt topraklarının büyük bir kısmını yutacak bir kordon da dahil, uzun süreli işgale uydurulmuş bir kılıf.

Fakat İsrail artık bu kadar gözünü karartamaz. 7 Ekim saldırıları Netanyahu’nun verdiği sözlerin boş olduğunu ispat etti. Ölü bir barış süreci ve diğer ülkelerin azalan ilgisine rağmen Filistinliler davalarını canlı tuttu.

Hamas tarafından 7 Ekim’de vücut kamerasıyla çekilen görüntülerde işgalcilerin bir kibbutza saldırmak üzere sınırı geçerken “Burası bizim toprağımız!” diye bağırdıkları duyuluyor. Sinvar, operasyonu açıkça bir direniş eylemi olarak çerçeveledi ve kişisel olarak en azından kısmen Nakba’yla motive oldu.

Hamas lideri 22 yılını İsrail hapishanelerinde geçirdi ve hücre arkadaşlarına sürekli olarak ailesinin köyüne dönebilmesi için İsrail’in yenilmesi gerektiğini söylediği söyleniyor.

İsrailliler 7 Ekim travmasıyla bir kez daha Filistinlilerle olan çatışmanın ulusal kimliklerinin merkezinde yer aldığını ve refahları için bir tehdit oluşturduğunu fark etmek zorunda kaldı. Bu durum göz ardı edilemez ya da geçiştirilemez ve işgale devam etmek, Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini genişletmek, Gazze’yi kuşatma altına almak ve herhangi bir toprak tavizi vermeyi (hatta Filistinlilerin haklarını tanımayı) reddetmek ülkeye kalıcı bir güvenlik getirmeyecektir.

Yine de bu savaştan çıkmak ve rotayı değiştirmek son derece zor olacak ve bunun tek sebebi Netanyahu’nun Filistin sorununu çözmek istememesi değil. Savaş, İsrail’i belki de tarihinin en ayrışmış anında yakaladı.

Saldırıdan önceki yıllarda ülke, Netanyahu’nun demokratik kurumların altını oyma ve ülkeyi teokratik, milliyetçi bir otokrasiye dönüştürme çabalarıyla parçalanmıştı. Onun yasa tasarıları ve reformları, savaştan önce ülkeyi parçalamakla tehdit eden ve çatışma sona erdiğinde de peşini bırakmayacak olan yaygın protestolara ve anlaşmazlıklara neden oldu. Aslında Netanyahu’nun siyasi bekası için verilen mücadele 7 Ekim öncesine göre daha da yoğunlaşacak ve ülkenin barışa ulaşmasını zorlaştıracaktır.

Ancak başbakana ne olursa olsun, İsrail’in Filistinlilerle anlaşma konusunda ciddi bir müzakere yapması pek mümkün değil. İsrail kamuoyu bir bütün olarak sağa kaymış durumda. ABD ise giderek daha fazla kritik bir başkanlık seçimiyle meşgul oluyor. Yakın vadede anlamlı bir barış sürecini yeniden canlandırmak için çok az enerji ya da motivasyon olacaktır.

7 Ekim hala bir dönüm noktası; ama bunun nasıl bir dönüm noktası olacağına İsrailliler karar verecek. Dayan’ın uyarısına nihayet kulak verirlerse, ülke bir araya gelerek barışa ve Filistinlilerle onurlu bir şekilde bir arada yaşamaya giden yolu çizebilir. Fakat şu ana kadarki göstergeler İsraillilerin bunun yerine kendi aralarında savaşmaya ve işgali süresiz olarak sürdürmeye devam edecekleri yönünde.

Bu da 7 Ekim’i İsrail tarihinde karanlık bir çağın —daha fazla ve artan şiddetle karakterize edilen bir çağ— başlangıcı haline getirebilir. Saldırı tek seferlik bir hadise değil, bundan sonra yaşanacakların habercisi olacaktır.

Tutulmayan söz

1990’larda Netanyahu, İsrail’in sağcı sahnesinde yükselen bir yıldızdı. 1984-1988 yılları arasında İsrail’in BM Daimî Temsilcisi olarak adını duyurduktan sonra, 1993 yılında İsrail hükümeti ve Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından imzalanan İsrail-Filistin uzlaşı planı olan Oslo anlaşmalarına karşı muhalefete liderlik ederek geniş çapta ün kazandı.

Başbakan İzak Rabin’in Kasım 1995’te aşırı sağcı bir İsrailli fanatik tarafından öldürülmesinin ve İsrail kentlerinde Filistinlilerin gerçekleştirdiği terör saldırılarının ardından Netanyahu, Oslo barış anlaşmasının önde gelen mimarlarından Şimon Peres’i 1996’daki başbakanlık yarışında kıl payı farkla yenmeyi başardı.

Göreve geldikten sonra barış sürecini yavaşlatma ve İsrail toplumunda reform yapma sözü vererek “yumuşak ve Batılı liberalleri taklit etmeye eğilimli olarak gördüğü elitlerin yerine dini ve sosyal muhafazakarlardan oluşan bir kadro getirme” vaadinde bulundu.

Ancak Netanyahu’nun radikal hedefleri eski elitlerin ve Clinton yönetiminin müşterek muhalefetiyle karşılaştı. O zamanlar genel anlamda bir barış anlaşmasını destekleyen İsrail toplumu da başbakanın aşırı ajandasından hızla soğudu. Üç yıl sonra, Oslo sürecini devam ettirme ve Filistin sorununu bütünüyle çözme sözü veren liberal Ehud Barak tarafından devrildi.

Fakat Barak da halefleri gibi başarısız oldu. İsrail, 2000 baharında güney Lübnan’dan tek taraflı çekilme işlemini tamamladığında sınır ötesi saldırılara maruz kaldı ve Hizbullah’ın devasa yığınağı tarafından tehdit edildi.

Ardından Filistinlilerin o sonbaharda ikinci intifadayı başlatmasıyla barış süreci çöktü. Beş yıl sonra İsrail’in Gazze Şeridi’nden çekilmesi Hamas’ın burada yönetimi ele geçirmesinin yolunu açtı. Bir zamanlar barışa destek veren İsrail halkı, barışla birlikte gelen güvenlik risklerine karşı iştahını kaybetti.

Onlara ayı ve yıldızları sunduk ve karşılığında intihar bombacıları ve roketler aldık,” yaygın bir nakarat oldu (İsrail’in çok az şey teklif ettiği ve sürdürülebilir bir Filistin devletini asla kabul etmeyeceği şeklindeki karşı argüman pek yankı bulmadı). 2009’da Netanyahu haklı çıktığını hissederek iktidara döndü. Ne de olsa İsrail’in komşularına toprak tavizi vermemesi yönündeki uyarıları doğru çıkmıştı.

Göreve geldiğinde Netanyahu, İsraillilere artık gözden düşmüş olan “barış karşılığında toprak” formülüne uygun bir alternatif sundu. İsrail’in Filistinlileri bir kenara iterek Batı tarzı bir ülke olarak kalkınabileceğini ve hatta Arap dünyasının geneline ulaşabileceğini savundu.

Anahtar bölmek ve fethetmekti. Netanyahu Batı Şeria’da İsrail’in fiili polislik ve sosyal hizmet taşeronu haline gelen Filistin Yönetimi ile güvenlik işbirliğini sürdürdü ve Katar’ı Gazze’deki Hamas hükümetini finanse etmeye teşvik etti.

Netanyahu, 2019’da partisinin parlamentodaki grup toplantısında yaptığı konuşmada “Filistin devletine karşı olan herkes Gazze’ye fon aktarılmasını desteklemelidir, zira Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi ile Gazze’deki Hamas arasındaki ayrımı sürdürmek bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyecektir,” demişti. Bu açıklama Netanyahu’nun başına bela oldu.

Netanyahu, deniz ve ekonomik abluka, yeni konuşlandırılan roket ve sınır savunma sistemleri ve örgütün savaşçılarına ve altyapısına dönük periyodik askeri baskınlar yoluyla Hamas’ın kabiliyetini kontrol altında tutabileceğine inanıyordu.

“Çim biçmek” olarak adlandırılan bu son taktik, “çatışma yönetimi” ve statükonun korunması ile birlikte İsrail güvenlik doktrininin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Netanyahu mevcut düzenin dayanıklı olduğuna inanıyordu. Ona göre bu düzen aynı zamanda optimaldi: Düşük seviyeli bir çatışmayı sürdürmek, siyasi açıdan bir barış anlaşmasından daha az riskli ve büyük bir savaştan daha az maliyetliydi.

On yılı aşkın bir süre boyunca Netanyahu’nun stratejisi işe yaramış gibi göründü. Ortadoğu ve Kuzey Afrika, Arap Baharı’nın devrimleri ve iç savaşlarına gömüldü ve Filistin davası çok daha az dikkat çekici hale geldi.

Terör saldırıları en düşük seviyeye indi ve Gazze’den periyodik olarak yapılan roket atışları büyük oranda engellendi. 2014’te Hamas’a karşı yapılan kısa bir savaş dışında, İsrailliler nadiren Filistinli militanlarla kafa kafaya çarpışmak zorunda kaldı. Çoğu insan için çatışma çoğu zaman gözden ve akıldan uzaktı.

İsrailliler Filistinliler için endişelenmek yerine Batı’nın refah ve huzur rüyasını yaşamaya odaklanmaya başladılar. Ocak 2010 ile Aralık 2022 arasında Tel Aviv’in silueti yüksek apartmanlar ve ofis kompleksleriyle dolarken İsrail’de emlak fiyatları iki kattan fazla arttı.

Daha küçük kasabalar bu patlamaya uyum sağlamak için genişledi. Teknoloji girişimcilerinin başarılı işletmeler kurması ve enerji şirketlerinin İsrail sularında açık deniz doğal gaz yatakları bulmasıyla ülkenin gayri safi yurt içi hasılası (GSYİH) yüzde 60’tan fazla büyüdü.

Diğer hükümetlerle yapılan açık deniz anlaşmaları, İsrail’deki yaşam tarzının önemli bir yönü olan yurt dışı seyahatleri ucuz bir metaya dönüştürdü. Gelecek parlak görünüyordu. Görünüşe göre ülke, Filistinlileri geride bırakmış ve bunu bir barış anlaşması için hiçbir şeyi —toprak, kaynaklar, fonlar— feda etmeden yapmıştı. İsrailliler hem pasta yemiş hem de pastadan pay almışlardı.

Ülke uluslararası alanda da gelişiyordu. Netanyahu, ABD Başkanı Barack Obama’nın iki devletli çözümü canlandırması ve Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini durdurması yönündeki baskılarına kısmen Cumhuriyetçilerle ittifak kurarak karşı koydu.

Netanyahu, Obama’nın İran’la nükleer anlaşma imzalamasını engelleyememiş olsa da Donald Trump’ın başkanlığı kazanmasının ardından Washington anlaşmadan çekildi. Trump ayrıca İsrail’deki Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı ve yönetimi İsrail’in Golan Tepelerini Suriye’den ilhak etmesini tanıdı.

Trump döneminde ABD, İsrail’in Bahreyn, Fas, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını imzalamasına yardımcı oldu ki bu bir zamanlar İsrail-Filistin barış anlaşması olmadan imkânsız görünen bir ihtimaldi. Uçak dolusu İsrailli yetkili, askeri şef ve turist Körfez şeyhliklerinin lüks otellerini ve Marakeş çarşılarını sık sık ziyaret etmeye başladı.

Netanyahu Filistin meselesini bir kenara bırakırken İsrail’in iç toplumunu da yeniden şekillendirmeye çalıştı. 2015’te sürpriz bir şekilde yeniden seçildikten sonra sağcı bir koalisyon kurarak muhafazakâr bir devrimi ateşleme hayalini yeniden canlandırdı.

Başbakan bir kez daha “elitlere” karşı söylenmeye başladı ve kendisine düşman ve destekçileri için fazla liberal olarak gördüğü eski düzene karşı bir kültür savaşı başlattı. 2018’de İsrail’i “Yahudi Halkının Ulus Devleti” olarak tanımlayan ve Yahudilerin kendi topraklarında “kendi kaderini tayin etme” konusunda “eşsiz” bir hakka sahip olduğunu ilan eden büyük ve tartışmalı bir yasanın geçmesini sağladı.

Bu yasa, ülkenin Yahudi çoğunluğuna öncelik tanıyor ve Yahudi olmayan halkını ikinci sınıf ilan ediyodu.

Aynı yıl Netanyahu’nun koalisyonu çöktü. Ardından İsrail uzun bir siyasi krize sürüklendi ve ülke 2019 ile 2022 yılları arasında her biri Netanyahu’nun iktidarı için bir referandum niteliğinde olan beş seçime sürüklendi.

Siyasi mücadelenin yoğunluğu, başbakana karşı açılan bir yolsuzluk davasıyla daha da arttı ve 2020’de ceza iddianamesiyle ve devam eden bir yargılamayla sonuçlandı. İsrail “Bibiciler” ve “Sadece Bibici olmayanlar” arasında bölündü (“Bibi” Netanyahu’nun lakabı).

2021’deki dördüncü seçimde Netanyahu’nun rakipleri nihayet onun yerine sağcı Naftali Bennett ve merkezci Yair Lapid liderliğinde bir “değişim hükümeti” kurmayı başardı. Koalisyonda ilk kez bir Arap partisi de yer aldı.

Buna rağmen Netanyahu’nun muhalefeti, iktidarının temel önermesine, yani İsrail’in Filistin meselesini ele almadan başarılı olabileceğine asla meydan okumadı. İsrail için geleneksel olarak son derece önemli bir siyasi konu olan barış ve savaş tartışması arka sayfa haberi haline geldi.

Kariyerine Netanyahu’nun yardımcısı olarak başlayan Bennett, Filistin çatışmasını ülkenin yaşayabileceği “kıçtaki şarapnel parçasına” benzetti. O ve Lapid, Filistinlilere karşı statükoyu korumaya ve sadece Netanyahu’yu görevden uzak tutmaya odaklanmaya çalıştılar.

Elbette bu pazarlığın imkânsız olduğu ortaya çıktı. “Değişim hükümeti”, 2022 yılında, Batı Şeria’daki yerleşimcilerin kendilerinden olmayanlardan esirgenen medeni haklardan yararlanmasını sağlayan muğlak yasal hükümleri uzatmayı başaramayınca çöktü.

Bazı Arap koalisyonu üyeleri için bu apartheid hükümlerini imzalamak çok fazla taviz vermek anlamına geliyordu.

Halen yargılanmakta olan Netanyahu için hükümetin çöküşü tam da beklediği şeydi. Ülke yeni bir seçime giderken, sağcılardan, ultra Ortodoks Yahudilerden ve sosyal açıdan muhafazakâr Yahudilerden oluşan tabanını güçlendirdi.

İktidarı geri kazanmak için özellikle İsrail-Filistin çatışmasını hala varlık nedeni olarak gören Batı Şeria yerleşimcilerine ulaştı. Bu dinci Siyonistler, işgal altındaki toprakları Yahudileştirme ve İsrail’in resmi bir parçası haline getirme hayallerine bağlı kaldılar.

Fırsat verilirse, topraklardaki Filistinli nüfusu kovabileceklerini umuyorlardı. Ariel Şaron’un başbakan olduğu 2005 yılında Yahudi yerleşimcilerin Gazze’den tahliyesini engelleyememişlerdi ama o tarihten bu yana geçen yıllarda, laik müesses nizamın mensupları özel sektörde para kazanmaya odaklanırken İsrail ordusu, kamu hizmeti ve medyasındaki kilit pozisyonları yavaş yavaş ele geçirdiler.

Radikallerin Netanyahu’dan iki temel talebi vardı. Bunlardan ilki ve en bariz olanı Yahudi yerleşimlerinin daha da genişletilmesiydi. İkincisi ise Eski Kudüs’ün hem Yahudi Tapınağı’nın hem de Müslümanlara ait el-Aksa Camii’nin bulunduğu tarihi Tapınak Tepesi’nde daha güçlü bir Yahudi varlığı tesis etmekti.

İsrail 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda bölgenin kontrolünü ele geçirmesinden sonra, burayı Arap yönetiminden çıkarmanın dehşet verici bir dinsel çatışmayı körükleyeceği korkusuyla Filistinlilere bölgede yarı özerklik vermişti. Fakat İsrail aşırı sağı uzun zamandır bunu değiştirmeye çalışıyor.

Netanyahu, 1996’da ilk kez seçildiğinde, İkinci Tapınak dönemine ait kalıntıları ortaya çıkarmak için Aksa’ya bitişik bir yeraltı tünelindeki arkeolojik alanda bir duvar açarak Kudüs’teki Arap protestolarında şiddetli bir patlamaya yol açtı.

Benzer şekilde 2000 yılındaki ikinci Filistin intifadası da o dönemde Netanyahu’nun partisi Likud’un genel başkanı olan muhalefet lideri Şaron’un Tapınak Tepesi’ne yaptığı bir ziyaretle tetiklendi.

Mayıs 2021’de şiddet yeniden patlak verdi. Bu kez baş provokatör, Yahudi teröristleri alenen kutlayan aşırı sağcı bir politikacı olan İtamar Ben-Gvir’di. Ben-Gvir, Doğu Kudüs’te Yahudi yerleşimcilerin eski tapuları kullanarak bazı sakinleri kovduğu bir Filistin mahallesinde bir “parlamento ofisi” açmış, Filistinliler de buna tepki olarak kitlesel protestolar düzenlemişti.

Yüzlerce göstericinin el-Aksa’da toplanmasının ardından İsrail polisi cami yerleşkesine baskın düzenlemişti. Bunun sonucunda Araplar ve Yahudiler arasında çatışmalar patlak verdi ve hızla İsrail genelinde etnik olarak karışık kasabalara yayıldı. Hamas bu baskını bahane ederek Kudüs’ü roketlerle hedef aldı ve bu da İsrail’de daha fazla şiddete ve Gazze’de İsrail’in yeni bir misillemesine yol açtı.

Yine de İsrail ve Hamas’ın şaşırtıcı derecede hızlı bir şekilde yeni bir ateşkese varmasıyla çatışmalar dağıldı. Katar ödemelerini sürdürdü ve İsrail şeridin ekonomisini iyileştirmek ve halkın çatışma arzusunu azaltmak için bazı Gazzelilere çalışma izni verdi.

Hamas, İsrail’in 2023 baharında müttefiki Filistin İslami Cihad milislerini vurmasına seyirci kaldı. Sınırdaki göreceli sessizlik İsrail ordusunun güçlerini yeniden konuşlandırmasına ve muharip taburların çoğunu yerleşimcileri terör saldırılarından koruyabilecekleri Batı Şeria’ya taşımasına olanak sağladı. 7 Ekim’de bu yeniden konuşlanmaların tam da Sinvar’ın istediği şey olduğu ortaya çıktı.

Bibi’nin darbesi

İsrail’de Kasım 2022’de düzenlenen seçimlerde Netanyahu iktidarı yeniden kazandı. Kurduğu koalisyon İsrail parlamentosundaki 120 sandalyenin 64’ünü alarak son zamanlardaki standartlara göre ezici bir üstünlük elde etti.

Yeni hükümetin kilit isimleri, Batı Şeria yerleşimcilerini temsil eden milliyetçi bir dinci partinin lideri olan Bezalel Smotriç ve Ben-Gvir’di. Ultra-Ortodoks partilerle birlikte çalışan Netanyahu, Smotriç ve Ben-Gvir otokratik ve teokratik bir İsrail için bir plan hazırladılar.

Örneğin yeni kabinenin ilkeleri “Yahudi halkının tüm İsrail toprakları üzerinde münhasır ve devredilemez bir hakka sahip olduğunu” ilan ediyor ve Filistinlilerin Gazze’de bile toprak taleplerini reddediyordu.

Smotriç maliye bakanı oldu ve Yahudi yerleşimlerini genişletmek için büyük bir program başlattığı Batı Şeria’dan sorumlu oldu. Ben-Gvir, polis ve hapishaneleri kontrol etmek üzere ulusal güvenlik bakanı olarak atandı.

Gücünü daha fazla Yahudi’nin Tapınak Tepesi’ni (el-Aksa) ziyaret etmesini teşvik etmek için kullandı. Ocak ve Ekim 2023 arasında, yaklaşık 50 bin Yahudi Tapınak Tepesi’ni ziyaret etti, ki bu kayıtlardaki diğer tüm eşdeğer dönemlerden daha fazla (2022 yılında Dağı 35 bin Yahudi ziyaret etmişti).

Netanyahu’nun radikal yeni hükümeti İsrailli liberaller ve merkezciler arasında öfke uyandırdı. Fakat Filistinlileri aşağılamak gündemlerinin merkezinde olsa da bu eleştirmenler kabineyi kınarken işgal altındaki toprakların ve el-Aksa’nın kaderini görmezden gelmeye devam etti. Bunun yerine büyük ölçüde Netanyahu’nun yargı reformlarına odaklandılar.

Ocak 2023’te açıklanan bu yasa teklifleri, resmi bir anayasası olmayan bir ülkede medeni ve insan haklarının koruyucusu olan İsrail Yüksek Mahkemesi’nin bağımsızlığını kısıtlayacak ve yürütme gücü üzerinde denge ve denetleme sağlayan hukuki danışma sistemini ortadan kaldıracaktı.

Tasarılar yasalaşmış olsaydı, Netanyahu ve ortaklarının otokrasi inşa etmesini çok daha kolaylaştıracak ve hatta onu yolsuzluk davasından bile kurtarabilecekti.

Yargı reformu tasarıları şüphesiz olağanüstü tehlikeliydi. Haklı olarak muazzam bir protesto dalgasına yol açtılar ve her hafta yüz binlerce İsrailli gösteri yaptı. Ancak Netanyahu’nun muhalifleri bu darbeye karşı çıkarken yine işgalle ilgisi olmayan bir meseleymiş gibi davrandılar.

Her ne kadar yasalar kısmen İsrail Yüksek Mahkemesi’nin Filistinlilere sağlayacağı yasal korumayı zayıflatmak için hazırlanmış olsa da göstericiler vatan haini damgası yemekten korktukları için işgalden ya da feshedilmiş barış sürecinden bahsetmekten kaçındılar.

Aslında organizatörler, gösterilerde Filistin bayraklarının görünmesini engellemek için İsrail’in işgal karşıtı protestocularını bir kenara itmeye çalıştılar. Bu taktik başarılı oldu ve protesto hareketinin Filistin davası tarafından “lekelenmemesini” sağladı: Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturan İsrailli Araplar gösterilere katılmaktan büyük ölçüde kaçındı. Ancak bu durum hareketin başarıya ulaşmasını zorlaştırdı.

İsrail’in demografik yapısı göz önüne alındığında, merkez sol Yahudilerin bir hükümet kurmak istiyorlarsa ülkedeki Araplarla ortaklık kurmaları gerekiyor. Göstericiler İsrailli Arapların kaygılarını gayri meşrulaştırarak Netanyahu’nun stratejisine hizmet ettiler.

Arapların dışarıda kalmasıyla, yargı reformları konusundaki mücadele Yahudiler arası bir mesele olarak ilerledi. Göstericiler mavi ve beyaz Davut Yıldızı bayrağını benimsedi ve liderlerinin ve konuşmacılarının çoğu emekli üst düzey subaylardı.

Protestocular askeri kimliklerini sergileyerek 1982’de Lübnan’ın işgalinden bu yana İsrail ordusuna gölge düşüren prestij kaybını tersine çevirdi. Hava kuvvetlerinin hazırlığı ve savaş gücü için hayati önem taşıyan yedek pilotlar, yasaların kabul edilmesi halinde hizmetten çekilme tehdidinde bulundu.

Kurumsal muhalefetin bir göstergesi olarak İsrail ordusu komutanları, yedek pilotları disipline etmelerini talep eden Netanyahu’yu geri çevirdi.

İsrail ordusunun başbakanla yollarını ayırması şaşırtıcı değildi. Netanyahu uzun kariyeri boyunca ordu ile sık sık çatıştı ve en güçlü rakipleri Şaron, Rabin ve Barak gibi siyasetçi olan emekli generaller oldu.

Netanyahu’nun acil savaş kabinesinin bir parçası yaptığı ama sonunda ona meydan okuyup başbakanlığa geçebilecek Benny Gantz’dan bahsetmiyorum bile. Netanyahu, uzun zamandır generallerin askerî açıdan güçlü ama diplomatik açıdan esnek bir İsrail vizyonunu reddediyor.

Ayrıca çekingen, dünya anlayışı kıt ve hatta yıkıcı olarak gördüğü karakterleriyle de alay etti. Bu nedenle, Gallant’ın Mart 2023’te canlı yayında İsrail’deki çatlakların ülkeyi savunmasız bıraktığı ve savaşın yakın olduğu uyarısında bulunmasının ardından kendi savunma bakanı emekli general Yoav Gallant’ı kovması şok etkisi yaratmadı.

Gallant’ın kovulması spontane sokak protestolarına yol açtı ve Netanyahu onu görevine iade etti (Savaşı birlikte yürütüyor olsalar bile iki azılı rakip olarak kaldılar). Fakat Netanyahu, Gallant’ın uyarısını görmezden geldi.

Temmuz ayında İsrail’in baş askeri istihbarat analisti tarafından düşmanların ülkeyi vurabileceğine dair yapılan daha detaylı bir uyarıyı da görmezden geldi. Görünüşe göre Netanyahu, bu tür uyarıların siyasi amaçlı olduğuna ve Tel Aviv’deki İsrail ordusu karargahındaki muvazzaf askeri şefler ile caddenin karşısında protesto gösterisi yapan eski komutanlar arasındaki zımni bir ittifakı yansıttığına inanıyordu.

Netanyahu’nun aldığı uyarılar çoğunlukla Hamas’a değil, İran’ın bölgesel müttefik ağına odaklanıyordu. Hamas’ın saldırı planı İsrail istihbaratı tarafından bilinmesine ve örgüt, İsrail ordusu gözlem noktalarının önünde manevralar yapmasına rağmen üst düzey askeri ve istihbarat yetkilileri Gazze’deki düşmanlarının bunu gerçekten yapabileceğini düşünemediler ve aksi yöndeki önerileri hasıraltı ettiler. 7 Ekim saldırısı kısmen İsrail bürokrasisinin bir başarısızlığıydı.

Yine de Netanyahu’nun aldığı istihbarat üzerine hiçbir ciddi görüşme yapmamış olması ve siyasi muhalefetle ciddi bir uzlaşmaya varmayı ve ülkedeki çatlağı iyileştirmeyi reddetmesi savunulamaz. Bunun yerine, ciddi uyarılara ve muhtemel geri tepmelere aldırmadan yargı darbesine devam etmeye karar verdi. Küstahça, “İsrail birkaç Hava Kuvvetleri filosu olmadan da yapabilir ama hükümetsiz yapamaz,” dedi.

Temmuz 2023’te, Netanyahu ve aşırı sağcı koalisyonu için bir başka zirve noktası olan ilk yargı yasası İsrail parlamentosundan geçti (bu nihayetinde Ocak 2024’te Yüksek Mahkeme tarafından iptal edildi).

Başbakan, ABD-Suudi savunma anlaşmasını da içeren üçlü bir anlaşmanın parçası olarak en zengin ve en önemli Arap ülkesi olan Suudi Arabistan ile bir barış anlaşması imzalayarak yakında kendisini daha da yükselteceğine inanıyordu.

Sonuç, İsrail dış politikasının nihai zaferi, İran ve bölgesel vekillerine karşı bir Amerikan-Arap-İsrail ittifakı olacaktı. Netanyahu açısından bu, kendisini ana akıma sevdiren taçlandırıcı bir başarı olacaktı.

Başbakan kendinden o kadar emindi ki 22 Eylül’de BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkarak İsrail’i merkeze alan “Yeni Ortadoğu” haritasını tanıttı. Bu, Oslo Anlaşmalarını imzaladıktan sonra bu ifadeyi kullanan rakibi Peres’e dönük kasıtlı bir göndermeydi.

Netanyahu, konuşmasında “Daha da dramatik bir atılımın eşiğinde olduğumuza inanıyorum: Suudi Arabistan ile tarihi bir barış,” diyerek övündü Filistinlilerin hem İsrail hem de bölge için sonradan düşünülen bir konu haline geldiğini açıkça ifade eden Netanyahu, “Filistinlilere yeni barış anlaşmaları üzerinde veto hakkı vermemeliyiz. Filistinliler Arap dünyasının sadece yüzde ikisi,” diye konuştu.

İki hafta sonra Hamas saldırarak Netanyahu’nun planlarını alt üst etti.

Patlamadan sonra

Netanyahu ve destekçileri, 7 Ekim’in suçunu üstlenmemeye çalıştılar. Onlara göre Başbakan, Gazze’de şüpheli bir şeyler olduğuna dair son dakika uyarıları konusunda kendisini bilgilendirmeyen güvenlik ve istihbarat şefleri tarafından yanlış yönlendirilmişti (ama bu kırmızı bayraklar bile ufak bir saldırı belirtisi ya da sadece gürültü olarak yorumlanmıştı).

Netanyahu’nun ofisi saldırıdan birkaç hafta sonra Twitter’da “Başbakan Netanyahu hiçbir koşulda ve hiçbir aşamada Hamas’ın savaş niyetleri konusunda uyarılmadı. Bilakis, askeri istihbarat başkanı ve Şin Bet başkanı da dahil olmak üzere tüm güvenlik kademesinin değerlendirmesi Hamas’ın caydırıldığı ve bir anlaşma arayışında olduğu yönündeydi,” diye yazdı (Daha sonra bu paylaşım için özür diledi).

Ancak askeri ve istihbarat zafiyeti, ne kadar kötü olursa olsun, başbakanı suçluluktan koruyamaz ve bunun tek nedeni hükümetin başı olarak Netanyahu’nun İsrail’de yaşananların nihai sorumlusu olması değil.

Savaş öncesi İsraillileri bölmeye yönelik pervasız politikası ülkeyi savunmasız hale getirerek İran’ın müttefiklerini parçalanmış bir topluma saldırmaya teşvik etti. Netanyahu’nun Filistinlileri aşağılaması radikalizmin gelişmesine ön ayak oldu.

Hamas’ın operasyonuna “Aksa Tufanı” adını vermesi ve saldırıları el-Aksa’yı Yahudilerin ele geçirmesinden korumanın bir yolu olarak göstermesi tesadüf değil. Müslümanların kutsal mekanını korumak, İsrail’e saldırmak ve İsrail ordusuna karşı saldırısının kaçınılmaz korkunç sonuçlarıyla yüzleşmek için bir neden olarak görülüyordu.

İsrail halkı, Netanyahu’yu 7 Ekim’in sorumluluğundan muaf tutmuş değil. Başbakan’ın partisi anketlerde dibe vurdu ve hükümet parlamentoda çoğunluğu elinde tutmasına rağmen onaylanma oranı da düştü.

Ülkenin değişim arzusu kamuoyu araştırmalarından daha fazlasıyla ifade ediliyor. Militarizm her kesime geri döndü. Eski Netanyahu karşıtı organizatörler ülkenin güney ve kuzeyinden tahliye edilenlerle ilgilenme konusunda işlevsiz İsrail hükümetinin yerini alırken, Bibi karşıtı göstericiler protestolara rağmen askerlik görevlerini yerine getirme konusunda aceleci davrandı.

Pek çok İsrailli, Ben-Gvir’in özel silahlanmayı kolaylaştırma kampanyasının da yardımıyla tabanca ve piyade tüfekleriyle silahlandı. On yıllar süren kademeli düşüşün ardından savunma bütçesinin yaklaşık yüzde 50 oranında artması bekleniyor.

Fakat bu değişiklikler, anlaşılabilir olsa da değişim değil hızlanmadır. İsrail hala Netanyahu’nun yıllardır ülkeyi soktuğu yolu takip ediyor. Kimliği artık daha az liberal ve eşitlikçi, daha çok etnik milliyetçi ve militarist. İsrail’deki her sokak köşesinde, halk otobüsünde ve televizyon kanalında görülen “Zafer için Birlik” sloganı, ülkenin Yahudi toplumunu birleştirmeyi amaçlıyor.

Hızlı bir ateşkesi ve esir takasını ezici bir çoğunlukla destekleyen Arap azınlığın protesto gösterileri düzenlemesi polis tarafından defalarca yasaklandı. Onlarca Arap vatandaşı, 7 Ekim saldırılarını desteklemese ya da onaylamasa bile, Gazze’deki Filistinlilerle dayanışmayı ifade eden sosyal medya paylaşımları nedeniyle hukuki olarak suçlandı.

Bu arada pek çok liberal İsrailli Yahudi, kendilerine göre Hamas’ın yanında yer alan Batılı meslektaşları tarafından ihanete uğramış hissediyor. Netanyahu’nun dini otokrasisinden uzaklaşmak için savaş öncesi tehditlerini yeniden gözden geçiriyorlar ve İsrailli emlak şirketleri, yurt dışında yaşadıkları artan anti-Semitizmden kaçmak isteyen yeni bir Yahudi göçmen dalgası bekliyorlar.

Ve tıpkı savaş öncesi dönemde olduğu gibi, neredeyse hiçbir İsrailli Yahudi Filistin sorununun barışçıl yollarla nasıl çözülebileceğini düşünmüyor. Geleneksel olarak barış arayışıyla ilgilenen İsrail solu artık neredeyse yok olmuş durumda.

Netanyahu öncesi eski güzel İsrail’e nostalji duyan Gantz ve Lapid’in orta yolcu partileri, yeni militarist toplumda kendilerini evlerinde hissediyor gibi görünüyor ve barış için toprak müzakerelerini destekleyerek ana akım popülerliklerini riske atmak istemiyorlar. Sağ kesim ise Filistinlilere hiç olmadığı kadar düşmanca yaklaşıyor.

Netanyahu Filistin Yönetimi’ni Hamas’la bir tutuyor ve bu yazı kaleme alındığı sırada, böyle bir kararın iki devletli çözümü yeniden canlandıracağını bildiğinden ABD’nin Filistin Yönetimi’nin savaş sonrası Gazze’nin yöneticisi olması yönündeki önerilerini reddetti.

Başbakanın aşırı sağcı dostları Gazze’yi insansızlaştırmak ve Filistinlileri başka ülkelere sürgün ederek ikinci bir Nakba yaratmak ve böylece toprakları yeni Yahudi yerleşimlerine açmak istiyor. Bu hayali gerçekleştirmek için Ben-Gvir ve Smotriç, Netanyahu’dan Gazze’de Filistinlileri yönetimde bırakacak bir savaş sonrası düzenleme tartışmasını reddetmesini ve hükümetin İsrailli rehinelerin daha fazla serbest bırakılması için müzakere etmeyi reddetmesini talep ettiler.

Ayrıca İsrail’in Yahudi yerleşimcilerin Batı Şeria’daki Arap sakinleri hedef alan yeni saldırılarını durdurmak için hiçbir şey yapmamasını sağladılar.

Eğer geçmiş emsal teşkil ediyorsa, ülke tamamen umutsuz değil. Tarih ilericiliğin geri gelebileceğini ve muhafazakârların etkisini kaybedebileceğini gösteriyor. Daha önceki büyük saldırılardan sonra İsrail kamuoyu başlangıçta sağa kaymış ama daha sonra yön değiştirerek barış karşılığında toprak tavizlerini kabul etmişti.

1973’teki Yom Kippur Savaşı sonunda Mısır ile barışa yol açtı, 1987’de başlayan ilk intifada Oslo anlaşmalarına ve Ürdün ile barışa yol açtı ve 2000’de patlak veren ikinci intifada Gazze’den tek taraflı çekilmeyle sona erdi.

Ancak bu dinamiğin tekrarlanma ihtimali zayıf. İsrail’in 1973’ten sonra Mısır ve cumhurbaşkanı gibi kabul ettiği bir Filistinli örgüt ya da lider yok. Hamas İsrail’i yok etmeye kararlı ve Filistin Yönetimi zayıf.

İsrail de zayıf; savaş dönemindeki birliği şimdiden çatırdıyor ve çatışmalar azaldığında ülkenin daha da parçalanma ihtimali yüksek. Netanyahu karşıtları hayal kırıklığına uğramış Netanyahu taraftarları ulaşmayı ve bu yıl erken seçime zorlamayı umuyor.

Netanyahu da korkuları körükleyecek ve daha fazla bastıracak. Ocak ayında rehinelerin yakınları parlamento oturumunu basarak hükümetten aile üyelerini serbest bırakmasını talep etmiş, bu da İsrailliler arasında ülkenin önceliğinin Hamas’ı yenmek mi yoksa kalan esirleri kurtarmak için bir anlaşma yapmak mı olması gerektiği konusundaki tartışmanın parçası olmuştu.

Belki de üzerinde birlik sağlanan tek fikir, barış için toprak anlaşmasına karşı çıkmaktır. Yahudi İsraillilerin çoğu, 7 Ekim’den sonra daha fazla toprak kaybının militanlara bir sonraki katliam için manivela sağlayacağı konusunda hemfikir.

Nihayetinde İsrail’in geleceği yakın tarihine çok benzeyebilir. Netanyahu olsun ya da olmasın, “çatışma yönetimi” ve “çim biçme" devlet politikası olmaya devam edecek; bu da daha fazla işgal, yerleşim ve yerinden edilme anlamına geliyor.

Bu strateji, en azından 7 Ekim’in dehşetiyle yaralanmış ve yeni barış önerilerine sağır bir İsrail halkı için en az riskli seçenek gibi görünebilir. Fakat bu sadece daha fazla felakete yol açacaktır. İsrailliler Filistinlileri görmezden gelmeye ve onların isteklerini, hikayelerini ve hatta varlıklarını reddetmeye devam ederlerse istikrar bekleyemezler.

Dayan’ın asırlık uyarısından ülkenin çıkarması gereken ders budur. İsrail, yaşanabilir ve saygılı bir ortak yaşam istiyorsa Filistinlilere ve birbirlerine ulaşmalıdır.

Foreign Affairs'ten çeviren: Emre Köse