Ortadoğu’da güç boşluğu: Liderden yoksun bir bölge

img
Ortadoğu’da güç boşluğu: Liderden yoksun bir bölge YDH

Bölge şu anda bir geçiş dönemi yaşıyor. Tek kutupluluk ya da çok kutupluluk tartışmalarına aldırmayın: Ortadoğu’nun özelliği kutupsuz olmasıdır. Kimsenin borusu ötmüyor.




YDH- Dubai merkezli The Economist'in Ortadoğu muhabiri Gregg Carlstrom Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “The Power Vacuum in the Middle East A Region Where No One’s in Charge” başlıklı makalesinde  bölgedeki çatışmaların güç boşluğundan kaynaklandığını öne sürüyor.

***

Savaşlar açıklığa kavuşturabilir, savaşlar kafa karıştırabilir. 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı çevreleyen hakim anlatı, İsrail’in Ortadoğu’yu kasıp kavuran ve hükümdarları deviren Arap milliyetçiliği dalgasını ezip geçtiği yönündedir.

 2006 Lübnan savaşının hikâyesi, Hizbullah İsrail’le berabere kalmış ve Arap ordularının İsrail’e karşı mücadeleyi çoktan bıraktığı bir dönemde yenilmez görünen ordu imajını yerle bir etmiştir, diye anlatılagelir. 

Bu Arap-İsrail çatışmaları, aydınlatıcı olaylar olarak görülmüş; uzun süredir devam eden inançları silen ve yeni bakış açıları getiren dönüm noktaları olmuştur. Yine de bu çatışmalardan doğan anlatılar bazen mit yaratmaya varan bir hikâye anlatıcılığına yönelebilmektedir.

 1967’nin hikâyesi, tamamen gerçek dışı olmasa da, fazla basittir. Mısır’da Cemal Abdunnasır’ınki gibi rejimler pan-Arabizm gibi büyük ideallerden ziyade öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmiş ve bu idealleri sadece kendi gündemlerine uygun olduğunda kullanmışlardır. 

Bu liderler uluslarına kalıcı siyasi ve ekonomik zorluklar yüklediler. 1967’de yaşadıkları yenilgi çöküşlerini hızlandırmış olabilir; ancak içlerindeki çelişkiler ne olursa olsun sonunda çöküşlerine yol açacaktı.

Aynı şey 2006’da Hizbullah’a karşı yürütülen savaş için de geçerli. Bu İsrail’in ilk askeri yenilgisi değildi. Güney Lübnan’daki uzun işgali, sadece altı yıl önce aşağılayıcı bir tek taraflı çekilme ve İsrail’in vekil gücü Güney Lübnan Ordusu’nun derhal çökmesiyle sona ermişti.

İsrail’in yenilmezlik aurası, zorlu düşmanların yokluğuyla desteklenen bir kamplaşmadan ibaretti. Ancak savaşın doğası, özellikle de ordular arasındaki geleneksel savaşların yerini devlet dışı aktörlere karşı uzun süreli mücadelelerin aldığı Ortadoğu’da değişiyordu. 

Hem İsrail hem de Amerika Birleşik Devletleri kendilerini konvansiyonel stratejilerini konvansiyonel olmayan tehditlerle mücadele etmek için uyarlama zorluğuyla boğuşurken buldular.

Son Arap-İsrail çatışmasından çıkan sonuçların kapsamlı bir derlemesini formüle etmek için henüz erken. Bununla birlikte, İsrail ve Hamas arasında beş aydır devam eden savaş, bazı önemli yanlış anlamaları şimdiden ortadan kaldırmıştır. 

Bunlar arasında Filistin davasının sona erdiği düşüncesi, ortaya çıkan bir İsrail-Körfez koalisyonunun İran’a karşı dengeleyici bir güç olarak hizmet edeceği inancı, çatışmadan bıkmış bir bölgenin gerilimi azaltma ve ekonomik kalkınmaya öncelik vereceği varsayımı ve gerçekten Amerika sonrası bir Ortadoğu’nun gerçekleştiği düşüncesi yer almaktadır.

Artık daha net görebiliyorum

7 Ekim’e kadar İsrail’in Filistinlilere yönelik uzun süredir devam eden böl ve yönet stratejisi başarılı olmuş gibi görünüyordu. 

Başbakan Benjamin Netanyahu Filistin Yönetimi’nin altını oymak için aktif bir şekilde çalışırken aynı zamanda Hamas ile müzakerelere girişti ve Gazze Şeridi hükümetine önemli miktarda fon aktarılmasını kolaylaştırdı. 

Netanyahu daha sonra bu durumu İsrail’in Filistin tarafında geçerli bir müzakere ortağı olmadığını savunmak için bir temel olarak kullandı ve Hamas’ı daha güçlü bir taraf olarak gösterdi. 

Gazze’de zaman zaman çatışmalar çıksa da ya da Kudüs ve Batı Şeria’da münferit saldırılar gerçekleşse de Filistinlilerin kayda değer bir direniş gösteremeyecek kadar ezilmiş ve parçalanmış olduğu inancı hakimdi.

Sonuç olarak, davalarına yönelik küresel ilgi azaldı. Bir zamanlar arabulucu olan Amerika Birleşik Devletleri müdahale etme arzusunu kaybetmişti. 

Çin ve Hindistan odaklarını başka önceliklere kaydırmıştı. Bazı Arap ülkeleri bile bir Filistin devletini savunmaktansa İsrailli ileri teknoloji şirketleriyle ortaklıklar kurmakla daha çok ilgileniyordu. 

İsrail işgalini sona erdirmek için hiçbir dış baskıyla karşılaşmadı ve bu da pek çok kişinin işgalin en az sonuçla sonsuza kadar sürdürülebileceğine inanmasına yol açtı.

Bu Netanyahu’nun görüşüydü; ama pek çok kişi tarafından da paylaşılıyordu. Her kesimden İsrailli, Filistin meselesinden kaçınabileceklerini düşünüyordu. 

On yıl önce, Isaac Herzog (şimdi İsrail Cumhurbaşkanı) Netanyahu’nun başbakanlık için merkez soldan en büyük rakibiyken, İsrail-Filistin çatışmasından çok güneş enerjisinden bahsediyordu. 

Anketler İsrailli Yahudilerin çoğunluğunun iki devletli bir çözüm yerine statükonun korunmasını tercih ettiğini gösteriyordu.

Netanyahu’nun bakış açısı inkar edilemez bir şekilde yanlıştı.  Yeni bir çatışmanın tetikleyicisinin, o güne kadar nispeten sakin görünen Gazze’den değil de yangın yeri olan (ve hala da öyle olan) Batı Şeria’dan gelmesi birçokları için şaşırtıcıydı. 

İsrail Hamas’ın geniş çaplı çatışmalara ilgisini kaybettiğini düşünüyordu: Bir yıl önce Filistinli militan bir grup olan İslami Cihad sınırın ötesine yüzlerce roket fırlattığında Hamas kenarda oturmuştu. 

Bunun yerine Gazze’deki iktidarını sağlamlaştırmaya odaklanmış görünüyordu. Ve 7 Ekim’de İsrail’e saldıran teröristlerin bu kadar büyük bir katliama neden olabilmeleri -belki de Hamas’ın kendisi için bile-şaşırtıcıydı. Ancak bölgenin çözülmemiş en uzun çatışmasının eninde sonunda yeniden canlanacağına kimse şaşırmamalıydı.

Her kesimden İsrailliler Filistin meselesinden kaçınabileceklerini düşündüler.

Bu yanlışlar başka yanlışları doğurdu. 2010'dan sonraki on yılda İsrail ile Körfez ülkeleri arasında ortaya çıkan sessiz bağlar, karşılıklı İran korkusuna dayanıyordu. 

Ortak çıkarlar, İsrail'in Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile resmi bağlar kurduğu 2020 İbrahim Anlaşmalarına ve Suudi Arabistan ile normalleşmeden bahsedilmesine yol açtı. 

Ortadoğu'dan kaçmak isteyen Washington bunu bir fırsat olarak gördü: İsrail ve Körfez ülkeleri bu işi kendileri yapabilirlerse İran ve vekillerini kontrol altına almak için ABD askerlerine daha az ihtiyaç duyulacaktı. 

Ancak bugün İsrail ve ABD öncülüğündeki koalisyon Gazze, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen olmak üzere beş yerde İran'ın vekilleriyle savaşıyor ve Körfez ülkeleri ortalıkta yok. Bunun yerine İran'la yumuşamayı iki katına çıkardılar.

Ortaya çıkan bölgesel güvenlik ittifakı umudu Körfez ülkeleriyle ilgili önemli bir gerçeği gözden kaçırdı: Bu ülkeler yumuşak hedefler. Kasalarını doldurmak için petrol ihracatına, nüfuslarını beslemek için ithalata ve yaşanmaz bir bölgede hayatta kalmak için tuzdan arındırma tesisleri gibi savunmasız altyapıya güveniyorlar. 

2019'da İran füzeleri ve insansız hava araçları Suudi Arabistan'daki petrol tesislerini vurarak krallığın petrol üretiminin yarısını geçici olarak sekteye uğrattı. Bu saldırı Körfez ülkelerinin ne kadar savunmasız olduğunu gözler önüne serdi. 

Silahlara harcadıkları milyarlarca dolara rağmen -Suudi Arabistan ve Katar dünyanın en büyük beş silah ithalatçısı arasında yer alıyor- orduları çok yetenekli değil ve savaş alanında çok az deneyime sahipler. 

Muhtemelen tek istisna, ordusu güney Yemen'de nispeten iyi bir savaş performansı sergileyen BAE'dir. Ancak bu ülkeyi hayranlıkla "küçük Sparta" olarak adlandıran Batılı yetkililer onu yanlış anlıyor.

 BAE savaşla yoğrulmuş savaşçı bir toplum değil; bir istikrar vahası olarak ününden güç alan bir girişimci. En becerikli Arap ordusuna sahip olabilir -ki bu çıtayı aşması zor- ancak hükümeti bu orduyu Dubai'nin beş yıldızlı tatil beldelerine füze yağdırabilecek bir çatışmada kullanmaktan çekiniyor. 

Körfez bölgesindeki yetkililer stratejik yaklaşımlarını yanlış hesaplamışlardı. 7 Ekim’den önce çok kutuplu bir Ortadoğu kavramını sık sık tartışıyorlardı. 

ABD, Ukrayna’daki çatışma, Çin ile rekabet ve iç siyasi çalkantılarla meşguldü. Bu durum ABD’yi, politikasında öngörülemeyen değişikliklerle karakterize edilen zorlu bir ortak haline getirdi. Buna karşılık Rusya, 2015 yılında Suriye iç savaşı sırasında Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın yardımına koşarak bir müttefik olarak güvenilirliğini ve etkinliğini kanıtlamıştı.

 Çin henüz Ortadoğu’da askeri bir güç olarak kendini kabul ettirememiş olsa da, silah ve teknolojinin yanı sıra önemli bir yatırım kaynağıydı. Amerika Birleşik Devletleri’nin vazgeçilmez bir müttefik olduğu algısı azalmıştı.

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi bölgesel gücünün zirvesini temsil etmektedir. 

Ancak bölgenin son on yıllardaki en kötü krizinin ortasında Rusya ve Çin neredeyse görünmez oldular. Çatışmayı Batı’nın ikiyüzlülüğünü vurgulamak için kullandılar ki bu suçlama Ortadoğu’da alıcı buldu. 

Ancak hiç kimse diplomasi yürütmek, yardım sağlamak ya da bölgesel güvenliği desteklemek için Moskova ya da Pekin’e bakmadı. Kendi çıkarlarının etkilendiği durumlarda bile önemli bir rol oynayamıyorlar (ya da oynamayacaklar). 

Çin, Husilerin Kasım ayından bu yana Kızıldeniz’de gemilere saldırmasını ve bunun Avrupa ile ticareti tehlikeye atmasını önemsemelidir. Ancak bölgeye savaş gemisi göndermedi. 

Çin, İran’ın en büyük ticaret ortağı olmasına rağmen, Tahran’daki rejimi Husileri dizginlemeye ikna etmek için nüfuzunu kullanmadı, bunun yerine sadece Çin gemilerinin Kızıldeniz’den rahatsız edilmeden geçmesine izin vermeleri için ricada bulundu.

Yine bu durum 7 Ekim’den önce anlaşılmış olmalıydı. Geriye dönüp baktığımızda, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi bölgesel nüfuzunun doruk noktasıydı. Üç yıl sonra, Libyalı bir diktatör olan Halife Hafter’in Trablus’u ele geçirmesine yardım etmeye çalıştı ancak Hafter’in saldırısı Türk insansız hava araçları tarafından bastırıldı. 

Ukrayna’yı işgal etmek Rusya’nın nüfuzunu daha da azalttı. Arap otokratlarına satacak daha az silahı ve bölgeye yatırım yapacak daha az parası var. Avrupa’da dikkati dağılan Moskova, Ortadoğu’daki en yakın müttefiklerine bile daha az ilgi gösteriyor. 

Gazetecilerle konuşma yetkisi olmadığı için adının açıklanmaması koşuluyla konuşan İsrailli bir yetkili Ocak ayında bana “Suriye’yi İran’a kaptırıyorlar” demişti. 

Çin’in bölgedeki tek kayda değer diplomatik başarısı, geçen yılki Suudi-İran yakınlaşmasını bitiş çizgisinin ötesine itmek oldu, ancak zor işin çoğu başka yerlerde yapıldı.

Bu yakınlaşmanın yeni bir bölgesel sükûnet dönemine işaret etmesi gerekiyordu. Libya, Suriye ve Yemen’deki iç savaşlar çıkmaza girmişti. Arap Baharı’ndan sağ kurtulan ya da çıkan otokratlar, huzursuz halklarının yeniden ayaklanmaması için cüzdan meselelerine odaklanmaları gerektiğini biliyorlardı. 

Pek çok analist, onlarca yıl süren kargaşanın ardından herkesin farklılıklarını bir kenara bırakıp ekonomilerini inşa ve entegre etmeye çalışacağını düşündü. ABD’li yetkililer bu umut dolu vizyona inandı ve Körfez hükümdarları da bunu destekledi. 

Bu kadarı da fazla. Yeni bölgesel dostluk dönemi 7 Ekim’den önce bile kısa ömürlü olduğunu kanıtlamıştı: Sudan, Suudi-İran anlaşmasından sadece birkaç hafta sonra korkunç bir iç savaşa sürüklendi. Başarısız ve çökmekte olan devletler ve çözülmemiş çatışmalarla dolu bir bölgenin yeni bir şeylerin yeşermesi için çorak bir toprak olduğu ortaya çıktı.

Kasabada şerif yok

Mitler açıklayıcı olabilirler, yanlış dahi olsalar. Körfez’deki bazı yetkililer ABD’ye karşı duydukları hayal kırıklığı nedeniyle çok kutuplu bir dünyaya destek verirken, diğerleri ABD’yi Ortadoğu’daki varlığını sürdürmeye ikna etme umuduyla bunu yaptı. 

Bu arada Washington, bölgeden çekilmek istediği için yeni bir güvenlik çerçevesine olan inancını ortaya koydu.

 İsrailliler ise, bölgedeki büyük güçlerden gelen hoşgörü gösterileceği yönündeki işaretler nedeniyle, devam eden ve ekonomik olarak uygulanabilir bir işgal inancını sürdürdü. Politika yapıcıların bu dönüşümleri değerlendirirken hatalar yapmış olabileceği gerçeğine rağmen, Ortadoğu özünde bir dönüşüm geçirmektedir.

ABD’nin etkisinin azalmakta olduğu yadsınamaz ancak Çin ve Rusya henüz Ortadoğu güçleri değil. Washington İsrail’i iki devletli bir çözümü ya da Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye geri dönmesini desteklemeye ikna edemez. 

Doğu Akdeniz’e iki uçak gemisi grubu gönderecek ve Husileri ve Iraklı milisleri vurmak için B-1 bombardıman uçaklarını dünyanın yarısını dolaşacak kadar güçlü; ama bu milisleri ticari gemilere ya da ABD birliklerine saldırmaktan caydıracak kadar güçlü değil.

 ABD, 7 Ekim’den sonraki günlerde İsrail ile Hizbullah arasındaki savaşı önlemeye yardımcı oldu ve Husilere yönelik saldırıları onların gemi savar füze stoklarını geçici olarak azaltmış olabilir. 

Ancak bunun ötesinde, ABD’nin son beş aydaki diplomatik ve askeri çabaları için gösterecek çok az şeyi var. Bölgede daha aktif bir güç olduğu zamanlarda bile, İran’ın vekilleriyle köstebekçilik oynayarak ve inatçı bir İsrail hükümetine yalvararak beceriksiz bir güç oldu.

Çin ve Rusya henüz Ortadoğu’da güç değil. 

Eğer ABD İran karşıtı bir koalisyon hayal etmekle hata ettiyse, İran’ın kendi ittifakı da gerginlik gösteriyor. Geçtiğimiz dört ay boyunca yapılan görüşmelerde Amerikalı, Arap, Avrupalı, İranlı ve İsrailli yetkililerin hemfikir olduğu belki de tek konu Hamas’ın Tahran’daki sponsorlarına danışmadan İsrail’e saldırdığıdır. 

Rejim o zamandan beri en güçlü vekili olan ve Lübnan’da kendi Şii seçmenleri de dahil olmak üzere baskı altında olan Hizbullah’ı, ülkeyi İsrail ile savaşa sürüklememesi için serbest bırakmayı reddetti. İran ayrıca Irak ve Yemen’deki vekillerinin eylemlerinden de tedirgin. Bu ‘Direniş Ekseni’ çatışmaları İran’ın sınırlarından uzak tutmayı amaçlıyordu: ancak şimdi bu ekseni kullanmak çatışmaları eve taşıma riskini de beraberinde getiriyor.

Körfez ülkeleri İran’a karşı İsrail’in yanında yer almasalar da İsrail’e karşı da saf tutmuyorlar. BAE İsrail’le diplomatik ve ticari bağlarını sürdürdü, öyle ki savaşın ilk günlerinde uçakların neredeyse boş olduğu zamanlarda bile Dubai ve Abu Dabi’den Tel Aviv’e düzenli seferler düzenlemeye devam etti. 

(Ocak ayında İsrailli bir iş insanı “Her zamanki gibi iş,” dedi bana.) Bir Emirlik yetkilisiyle kayıt dışı konuştuğumda, söyledikleri şahin bir İsrailliden gelebilirdi. Bahreyn İsrail karşıtı protestolara sahne oldu ve dişsiz parlamentosu İsrail’le ilişkilerin kesilmesi konusunda sembolik bir karar aldı; ancak rejimi tüm bunları görmezden geldi. Suudiler hala Kasım seçimlerinden önce İsrail ile normalleşme anlaşması yapma telaşında. Filistin davası on binlerce insanın ölümü pahasına yeniden gündemde, ancak pek de ilerlemiş görünmüyor.

Bölge şu anda bir geçiş dönemi yaşıyor. Tek kutupluluk ya da çok kutupluluk tartışmalarına aldırmayın: Ortadoğu’nun özelliği kutupsuz olmasıdır. Kimsenin borusu ötmüyor. ABD ilgisiz ve etkisiz bir hegemon, büyük güç rakipleri ise daha da etkisiz. 

Kırılgan Körfez ülkeleri boşluğu dolduramaz; İsrail de dolduramaz; İran ise sadece oyunbozanlık ve baş belası rolü oynayabilir. 

Diğer herkes ekonomik sorunlar ve meşruiyet krizleriyle kuşatılmış bir seyirci konumunda. Bu durum 7 Ekim’den önce de böyleydi. Savaş sadece yanılsamaları silip süpürdü.

Çeviren: Keda Bakış