Batı'nın kibrine karşı savaş

img
Batı'nın kibrine karşı savaş YDH

"Bizler bir halk olarak barbarlardan daha fazlası olarak görülmedikçe, değerlerimiz anlaşılmayacak, başarılarımız tekrarlanmayacak ve başarılarımızın üzerine yenisi konmayacaktır."




YDH - Hasan Ebu Ali, Lübnan merkezli el-Meyadin televizyonunun İngilizce internet sitesi için "The battle against Western arrogance" başlığıyla kaleme aldığı köşe yazısında, Batı solunun Filistin direnişine karşı kibirli tutumuna dikkat çekiyor. Ebu Ali, Hamas'a 'seküler sol' alternatif arayışının, hakikati gözden kaçırdığına işaret ediyor.

Masar Badil'in Ensarullah hareketinden bir sözcüyle gerçekleştirdiği harika bir mülakat var ve mümkünse izlemenizi tavsiye ediyorum. Böyle zamanlarda direnişi doğrudan dinlemek çok önemli.

Söylediği bir cümle var ki aklımdan çıkmıyor: Batı'nın kibrine karşı bir savaşın içindeyiz.

Söylediği her şey dokunaklı ve inanılmaz derecede faydalı olsa da, özellikle bu cümle anavatandaki (Filistin) ve diasporadaki siyasi çalışmalar arasındaki birliği inanılmaz derecede netleştirdi.

Anavatanda, bu kibrin operasyonel aracı ordu ve onun sözcüleri. Netanyahu ve emrindekiler iki günde bir savaşı kazanmaya, Hamas'ı yok etmeye ve esirleri serbest bırakmaya ne kadar yakın olduklarına dair tutarsız saçmalıklar yumurtluyor. Direniş ise sahadaki gerçeklere sıkı sıkıya bağlı ve dünya çapında kabul gören bir özgüvenle Netanyahu'nun ancak birkaç esiri serbest bırakmayı başardığını söylüyor. Komuta ve kontrolü hala güçlü ve her geçen gün Netanyahu'nun gururu ve meşruiyeti onarılamaz darbeler alıyor. Direniş elbette tüm bunlardan büyük zarar görüyor, ancak şehit Basil el-Arac'ın da belirttiği gibi 'biz bedellere katlanma konusunda çok daha yetenekliyiz'.

Direnişin kendine güveni, tuttuğu sözlerin sağlam temeli üzerine inşa edilmiştir. Bize yanan tankların, kelimenin tam anlamıyla sevinçten havalara uçan savaşçıların ve genel olarak yerli yaratıcılığın emperyalist kibir karşısındaki zaferinin görüntülerini sunuyorlar. İşte kibir ile özgüven arasındaki fark budur: Kanıt. Siyonizmin büyük olduğunun sözde kanıtı, Batı televizyonlarında 7/24 bangır bangır gösteriliyor ama kimse için inandırıcı değil. Direnişin İngilizce haberleri tek bir Telegram kanalında ve birkaç önde gelen Twitter hesabında yoğunlaşmış durumda, bunların hepsi sürekli olarak bastırılıyor ve hatta düpedüz yasaklanıyor, ancak yine de milyonlarca kişi bunları izliyor.

Daha adil bir dünyada, bu izleme ve bundan kaynaklanan destek, dünyanın ilerici kitlelerinin birincil siyasi faaliyeti olurdu. Orta Doğu'da ve diasporanın bazı kesimlerinde siyasi çalışma böyle görünüyor. Ancak 'sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır', dolayısıyla 'müreffeh dünyanın' çoğu için durum böyle değildir. Sömürge dünyası, ilericileri de dahil olmak üzere, İslami ya da Arap bir direnişin liderliğini kabul edemez.

Kibir için kullanılan Arapça kelime 'istikbar'dır. Kök, k-b-r, büyük ya da daha büyük anlamına gelir, bu nedenle kelime kelimenin tam anlamıyla 'kendini daha büyük göstermek' anlamına gelir. Batı solu, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana neredeyse hiçbir başarı elde edememiş olmasına rağmen, Orta Doğu'daki anti-emperyalist direnişi görmezden gelmeyi ve küçümsemeyi seçebilecek kadar kendini büyük görüyor.

Abdulcevad Ömer'in The Question of Hamas and the Left (Hamas ve Sol Meselesi) başlıklı harika makalesi bu konuyu doğrudan ele alıyor. Makalenin ana fikri, küresel solun, ama özellikle de Batı'dakilerin, Filistin gerçeğiyle ve özellikle de Hamas'ın öncü bir güç olmasıyla ilgilenmeyi reddetmesi. Ömer, "Filistin'le dayanışma iddiasında bulunup Hamas'ı görmezden gelemez, yok sayamaz ya da dışlayamazsınız," diyor.

Batı'da, özellikle de Amerika'da, bu görmezden gelmenin tek ve yeterince takdir edilmeyen bir kökü var: Son birkaç on yıldır insanların kalplerine ve zihinlerine yerleştirilen Arap ve Müslüman karşıtı derin hissiyat.

Soldaki çoğu insan Soğuk Savaş propagandası, Amerikalıların, özellikle de Batı'nın on yıllar boyunca maruz kaldığı sürekli anti-komünist şeytanlaştırma tufanı hakkında en azından üstünkörü bir anlayışa sahip. Son 30 yıldır Araplara ve Müslümanlara karşı yürütülen medya kampanyası da buna benziyor ama modern medya ve askeri güçle ve Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi kültürel ya da fiziksel imhaya karşı koyabilecek tutarlı bir siyasi güçten ziyade bir kitleye yönelik.

Bunu mümkün kılan askeri ve medya mekanizmalarının her ikisi de kökenini Soğuk Savaş sonrasındaki fazlalıkta bulduğu için bu şaşırtıcı değil. Bu olgunun tam bir tartışması bu makalenin kapsamı dışında, fakat bunun SSCB'nin çöküşünden beri önceden haber verildiğini söylemek kafi. Örneğin feminist ve pasifist filozof Ursula Franklin'in 1990 tarihli şu sözünü ele alalım:

"Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki mevcut durumda şimdi ne olacağını görmek çok ilginç olacak. Bir düşmana duyulan sosyal ve politik ihtiyaçların, bugün bildiğimiz gerçek teknoloji dünyasına o kadar derinden yerleşmiş olduğunu söyleyebilirim ki, yeni bir düşman hızla ortaya çıkacaktır."

Ve ortaya çıktık da! 21'inci yüzyılın yeni düşmanı komünistler kadar biçimsizdi ama belirgin bir şekilde daha 'geri', dağınık ve öngörülemezdi. Yüzyılın başında ABD, bu yeni ve daha anlaşılmaz düşmana geçiş yapmak için açık çeke sahipti ve son 20 yıl boyunca bu dalgaya binerek Irak'tan Libya'ya, Suriye'ye, Yemen'e ve sürekli olarak artan bir barbarlıkla Filistin'e kadar dünyanın dört bir yanına yıkım yaydı.

Sayısız örnek, bu yıkımın ve insanlıktan çıkarmanın her yerde olduğunu ortaya koymaktadır. Dünyanın en kötü hapishaneleri bizim insanlarımız içindir (Ebu Gureyb, Guantanamo, Gilboa). Amerikan ordusunda bugün bile askerler, Müslüman kurbanlarını cehenneme göndermesi için Tanrı'yı kandırmak gibi saçma bir girişimle mermilerini domuz etiyle kaplamaya bayılırlar.

En gelişmiş ve özenle tasarlanmış silahlar bizim insanlarımız üzerinde test edilip mükemmelleştiriliyor. Nüfusunun neredeyse tamamı Arap ve Müslümanlardan oluşan çok sayıda ülkenin semaları, oradaki çocukların 'mavi semadan korkmasına' neden olacak derecede insansız hava araçları tarafından devriye geziliyor. Fransa'dan Almanya'ya ve ABD'ye kadar diasporada bile, resmi iktidar partileri temel haklarımızı özellikle hedef alan ve ihlal eden kararnameler çıkarıyor.

Araplar, Müslümanlar ve onların direnişi hakkındaki her görüşün arka planında bu var. İşte bu baskı, yıkım ve neredeyse evrensel nefret bağlamında bağımsız siyasi manevralarımıza yönelik tepkiler üretilmektedir. Batı'nın 'rasyonelliğine' olan sarsılmaz inancı ne olursa olsun, tam olarak insan olarak görmediğiniz birini doğru bir şekilde anlayamayacağınızı söylemek gerekir.

Örnek olarak, 7 Ekim'den sonra ben ve diğer Araplar, toplu tecavüzler ve bebek kafalarının kesilmesi hakkında sorular soran bir dizi mantıklı insana maruz kaldık. Konuyla ilgili gerçekleri araştırmadan önce bile bu insanların saflığı karşısında hayrete düştüm. Shani Louk'un tecavüze uğradığına neden inanıyorsunuz? Sırf açık saçık giyindiği ve Arap erkeklerin yanında olduğu için mi? Hepsi bu kadar mı? Neden kavramsal olarak bile olsa bebek kafası kesildiğini inanıyorsunuz? Hiçbir siyasi ya da askeri amaca hizmet etmeyen böyle bir eylemin eğitimli ve disiplinli savaşçılar tarafından gerçekleştirileceğine neden inanıyorsunuz?

Bu ya aşırı saflık ya da iğrenç bir ırkçılıktır. Her halükarda, başka türlü iyi niyetli insanlarda bile bir sınır çizgisi çizdi. Bu çizgi 'sol' ile 'sağ' arasında değil, Batı medyasında bir Arap hakkında söylenen her sözün yalan olduğunu anlayanlar ve anlamayanlar arasındaydı.

Amerika'daki tüm hayatım bana aksini kanıtlamış olsa da, safça Batı solundan daha iyisini bekledim. Aslında aynı insanlıktan çıkarmanın söz konusu olmasına şaşırmamalıyım. Gericiler, liberaller ve solcular arasında bölünmüş olan Amerikan siyasi yelpazesi, bizi kendileriyle yarışan ve hatta bazen onları aşan bir stratejiye ve tarihe sahip tam siyasi aktörler olarak tanımamakta birleşiyor. Diğerlerinden bu beklenirken, soldan bariz bir şekilde daha iyi bir tutum beklenirdi.

Bu tavrın Fransız solunun Cezayir'de FLN'yi terk etmesinde ve sömürge rejimine kölece sadakatinde yankıları var, ancak temel karakteri farklı. Bunu anlamak için Ömer'in en sık tekrarladığı noktalardan birine gitmeliyiz:

"Nihayetinde, Batı solunun Hamas'a karşı seküler ilerici bir alternatif arayışı basit bir gerçeği gözden kaçırıyor; bu özel tarihi kavşakta, hala bir direniş gündemini elinde tutan ve yöneten siyasi güçler seküler soldan değil."

Bunu şöyle genişletebilirim: Solun Arap ve Müslüman olmayan bir direniş hareketi arayışı, dünya devriminin merkezinin çok uzun bir süredir Batı'dan uzakta olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana direniş, Batı toplumunun dokusuyla iç içe geçmiş olmaktan çıkıp ağırlıklı olarak dışarıdan gelen bir şeye dönüştü. Batı solu, sömürgeci kibriyle bu gerçeği kabul etmeyi reddediyor, hatta devrimci bir merkez varsa bunun Orta Doğu olacağı fikrini bile kabul etmiyor.

Bu devrimci merkezi takdir edenler arasında bile bize genede bir tür azgın canavar muamelesi yapılıyor. Elbette kayda değer bir gücümüz var ama anlamlı içgörülerden yoksunuz. Bunlar askeri başarılarımızı büyük bir heyecanla izleyen ama koalisyon kurmanın etkileyici başarılarına, on yıllar boyunca stratejik dengeye yavaşça yükselişimize ve dünyanın en kuşatılmış ve bombardıman altındaki bölgesinde direniş altyapısının istikrarlı birikimine esneyen insanlar. Bu muazzam başarıları ancak 'daha aşağı' gördüklerinden bir şeyler öğrenmeyi reddeden kibirli bir sol görmezden gelebilir.

Gerçek şu ki, hegemonya karşıtı bir eğilimin siyasi bir güce dönüştüğü çok az sayıda örneğe sahip olsak da, bunların çoğu Orta Doğu'da ve hiçbiri Batı'da değil. 

Mütevazı bir sol, ABD'deki neredeyse her kampüste en aktif siyasi öğrenci örgütünün sosyalist bir kulüp ya da otonom bir grup değil, SJP (Filistin'de Adalet Öğrencileri) olduğunu fark ederdi. Fakat bizim kibirli solumuz, sömürge imparatorluğunun tebaasından bir şeyler öğrenme ve Allah korusun, onları ciddiye alma ve onlar tarafından yönlendirilme konusunda isteksiz.

Ömer makalesini, Hamas'ı, selefi FKÖ'nün hem savaşta hem de müzakerelerde yaptığı hatalardan zekice dersler çıkarmış enerjik bir siyasi oluşum olarak tanımlayarak bitiriyor. Entelektüel, siyasi ve askeri kaynaklarını titizlikle İsrail'i ve onun psikolojik ağırlık merkezini anlamaya yatırıyor. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, Hamas artık Filistin mücadelesine liderlik eden birincil şey güçtür.

Batı'da hiç kimse bundan hoşlanmıyor. Bu tanımın doğruluğu ancak Batı'nın Arap'a bakış açısıyla mutlak uyumsuzluğuyla ölçülebilir. Batı kibrine karşı verilen mücadele en az 30 yıldır açık uçlu, çok cepheli bir savaş olmuştur. Bu savaşta en başarılı ve sofistike güçler Arap ve Müslümanlar olmuştur. Bunu değiştirmeye, bu gücün yerine daha seküler ya da uluslararası bir güç koymaya yönelik her türlü çaba bu farkındalıkla başlamalıdır.

Bu gerçekleşene kadar, bir halk olarak sadece barbarlardan daha fazlası olarak görülene kadar, değerlerimiz anlaşılmayacak, başarılarımız tekrarlanmayacak ve başarılarımızın üstüne çıkılmayacaktır.

Çeviri: YDH



Makaleler

Güncel