Filistinlilerin silahlı mücadelesinin gerekliliği hakkında Batılıların anlaması gerekenler

img
Filistinlilerin silahlı mücadelesinin gerekliliği hakkında Batılıların anlaması gerekenler YDH

Robert Inlakesh, el-Meyadin'de, Hamas'ın neden silah bırakmadığı sorusunu ve Filistin direnişinin neden terörizmle eşitlenemeyeceğini cevaplandırıyor.




YDH- Beyrut merkezli el-Meyadin haber kanalında yayımlanan ''What Westerners Must Understand About The Necessity Of Palestinian Armed Struggle'' başlıklı makalenin yazarı politik analist Robert Inlakesh, Filistinlilerin direniş şuurunun gündelik bir gerçeklikleri olduğunu ve silahlı direniş haklarını vurguluyor.

Batı ülkelerinde Filistin davasına yönelik artan desteğe, Filistin direnişini eleştirirken silahlı mücadelenin önemini göz ardı eden ve tepeden bakan pasifist bir duruş eşlik ediyor. Bu bakış açısı, çatışmanın karmaşıklığı ve yerleşimci sömürgeciliğine ve apartheida karşı verilen mücadelelerin tarihsel bağlamı hakkında bir anlayış eksikliğini yansıtıyor.

Bugün kolektif Batı'da kabul gören ana akım görüş Martin Luther King Jr., Nelson Mandela ve Mahatma Gandhi gibi isimleri yüceltiyor. Görünüşe bakılırsa, sadece bu bile Batılılar arasında ırkçılık, sömürgecilik ve ayrımcılığın dehşetine karşı bir tür genel dayanışma olduğu sonucunu çıkarabilir. Ancak, bu kişiler ve mücadeleleri hakkında dolaşıma sokulan fikirler genellikle tamamen yanlış temsillerdir ve sonuçta tarihin "iyi adamlarını", kendilerini ezenleri affetmeye ve onlarla iş birliği yapmaya istekli olan pasifist ve barışçıl bir grup birey olarak yansıtmıştır.

Boyun eğdirilmiş yerli ve Küresel Güney halklarının ya da daha genel olarak beyaz olmayan insanların kendilerini ezenlere karşı direnmek için liberal pasifist bir yaklaşım benimsemeleri gerektiği fikri, yukarıda bahsedilen insanlara atfedilen bu tür kavramlara dayandırılarak Batı kolektif bilincine yerleştirildi. Bu felsefi ahlaki bağlam, Batı'nın kurtuluş mücadelelerine verdiği desteğin limitliliğini belirlerken ve Gazze'de devam eden soykırım karşısında dehşete kapılanların zihninde yer ederken, tarihin bu oldukça zararlı şekilde aklanmasının önüne geçmek ve ırkçı projelere karşı tabandan örgütlenmeye verebileceği zararı anlamak önemlidir.

Pasifize edici süreç

Belirtilen üç tarihi şahsiyet karmaşık insanlar olmakla birlikte, fikirlerini bütünüyle ele almak tek bir makale için çok büyük bir görevdir. Yine de Gandhi, Martin Luther King ve Mandela hakkında kasıtlı olarak yayılan yanlış anlamalar, ilgili propagandayı geri çevirmek amacıyla ele alınmalıdır.

Mahatma Gandhi ile başlarsak, onu barışın kralı olarak sunan eylemlerini çevreleyen fikir en hafif tabirle tamamen yanlıştır. Şiddetsizlik felsefesiyle tanınmasına rağmen, taktikleri aslında doğası gereği şiddete davet etmek ve zalimin şiddet eğilimlerine dayanmak üzere tasarlandı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Gandhi'nin taktiği, bir grubun maruz kaldığı eşitsizlik ve adaletsizliği göstermek için zalimin şiddetine katlanmak ve hatta barışçıl göstericilerin ölmesine ya da önemli sayıda ciddi şekilde yaralanmasına neden olmaktır. Birçok açıdan bu, bazı düzeylerde intihar felsefesidir de aynı zamanda zira amaç, ideal olarak zalimin şiddetine tanık olacak ve değişimi zorlayacak kitlelerin iyi niyetini uyandırmaktır.

Martin Luther King, kendisini öyle gösterme çabalarına rağmen Gandhi gibi değildi. Martin Luther King de kendini savunma aracı olarak güç kullanımını göz ardı etmemiştir. Luther ile ilgili yaygın tasvirler onu Malcolm X'in "ne pahasına olursa olsun" anlayışına karşıt olarak "diğer yanağını çevir" figürü olarak gösteriyor, ancak bu basit ve oldukça yanlış bir karşılaştırmadır. Evet, Martin Luther King gerçekten de şiddet içermeyen mücadele biçimlerinin savunucusuydu. Bugün hatta eşitlik çağrısı yapan konuşmalarıyla tanınır ancak her koşulda güç kullanımına karşı değildi. İnsanlar genellikle ABD hükümetinin Martin Luther King Jr’ın öldürülmesinde rol oynadığını unutuyor.

Bir de apartheidın dehşetini görmezden gelen ve zalimleriyle barış yapan uzlaşmacı bir adam olarak tasvir edilen Nelson Mandela var. Öncelikle, insanlar Nelson Mandela'nın Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC) silahlı kanadıyla olan ilişkisine dayanılarak ABD ve İngiltere tarafından terörist olarak etiketlendiğini aklında tutmalı. Güney Afrika'daki apartheid hükümetine karşı silahlı mücadelenin ilk savunucularından biriydi ve şiddet içeren direnişe daha fazla dahil olmamasının tek nedeni, ANC'nin silahlı kanadının kurulduğu ilk birkaç yıl içinde tutuklanmasıydı. Apartheidı sona erdirme mücadelesi sırasında ANC bombalı saldırılar düzenledi, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) de dahil olmak üzere Küresel Güney'deki uluslardan/gruplardan eğitim ve silah aldı.

Bu mühim tarihi figürler hakkında söylenecek daha çok şey olsa da, ABD'de sivil haklar için verilen mücadele, İngiliz sömürgeciliğine karşı çıkılması ve Güney Afrika'da apartheidın ortadan kaldırılmasının yanı sıra, tüm bu mücadelelerde şiddetli direnişin var olduğunu ve sürekli olarak zayıflatıldığını veya tamamen göz ardı edildiğini anlamak önemlidir. Bazı durumlarda silahlı mücadele diğerlerine kıyasla daha merkezi bir rol oynasa da, sürekli olarak katkıda bulunan bir faktördür. Frantz Fanon'un şiddet hakkında dediği gibi:

‘’Sömürge halkı bütün bunları bilir ve ötekinin sözlerinde hayvan kelimesinin geçtiğini ne zaman işitse kahkahayı patlatır. Çünkü hayvan olmadığını bilmektedir. Ve tam da insanlığını keşfettiği anda, bu insanlığın zaferine yol açacak mücadeleye hazırlanmaya başlar. Sömürge halkı yularını çekmeye ve sömürgeciye tehdit oluşturmaya başlar başlamaz, "Kültür Kongreleri"nde ona Batı değerlerinin özgüllüğünü ve zenginliğini sergileyen temiz ruhlu insanların ellerine teslim edilir. Ama ne zaman Batı değerlerinden söz edilse, sömürge halkı gerginleşir, kaskatı kesilir.’’

Filistin'de Hamas'ı kınamak ve zalimlerin çifte standartlarına boyun eğmek

Gazze'de 7 Ekim'de Hamas öncülüğündeki Aksa Tufanı operasyonuyla başlayan mevcut savaşın başlangıcından bu yana, İsrail yanlısı Batılı şirket medyası konuyla ilgili her konuşmaya Filistin direnişinin ritüel bir şekilde kınanmasıyla başladı.

Batı televizyonlarında İsrailli ya da İsrail yanlısı konuklara böyle bir soru asla yöneltilmiyor. Eğer kendilerine meydan okunursa, bu her zaman özel olarak tasarlanmış sınırlar içinde, kabul edilebilir bir konuşmanın nasıl olması gerektiğine dair kavramsal sınırlar içinde yapılıyor. Misal onlara İsrail ordusunun "çok ileri gittiği", "hatalar yaptığı" ya da ilgili "standartlara" uymadığı soruluyor. Neden böyle? Çünkü tartışmaya giriş noktası meselenin nasıl çerçeveleneceğini belirliyor; bu da Filistin direnişinin terörizm olduğu ve Siyonist rejim şiddetinin şu ya da bu düzeyde kabul edilebilir olduğu, asıl sorunun İsraillilerin şiddet kullanma "hakkına" ne ölçüde sahip olduklarıdır.

İyi hazırlanmış bir askeri baskın olan 7 Ekim olayları, İsrail Güney Komutanlığını felç etmeyi başarmış ve bu süreçte yaklaşık 400'ü İsrail askeri ve güvenlik personeline karşı olmak üzere toplam 1139 kişinin ölümüne neden olmuştur. Siyonist ordunun o gün kendi yerleşimci nüfusunu da önemli ölçüde öldürdüğü ve Filistinlilerin de çok sayıda can kaybına yol açtığı açıktır.

Filistinliler tarafından öldürülen muharip olmayan kişilerin sayısı kesin olarak belirlenmediği gibi, BM ya da herhangi bir bağımsız insan hakları grubu tarafından yayınlanan herhangi bir rapor da o gün Gazze sınırını geçen hangi silahlı grubun ya da tek tek Filistinlilerin belirli sayıda İsrailli muharip olmayan kişiyi öldürdüğünü deşifre edememiştir. Siyonist varlık o gün yaşanan olaylarla ilgili bağımsız bir soruşturma yürütülmesine izin vermeyecek ve kanıtların da yalnızca kendi elinde olmasını sağlamaya özen gösterecektir. Neden mi? Çünkü gerçek, Siyonistlerin anlatısını sarsacaktır.

Soykırımı meşrulaştırma çıkarlarına hizmet etmek için uydurulan bir anlatı çok geniş bir alana yayıldı. ABD Başkanı Joe Biden, Hamas savaşçılarının Yahudileri öldürmeye yönelik kadim arzularından bahsederken, İsrail'in başı kesilen bebeklerle ilgili iddialarını ve bir dizi başka saçma propaganda aldatmacasını da yaydı. Bu, Filistinlileri ve direnişçilerini vahşiler olarak sunmak, onları insanlığın geri kalanından farklı doğan ve bu nedenle farklı bir inceleme yöntemini hak eden canavarlar haline getirmektir.

7 Ekim'i anlamanın iki yolu var: Birincisi, Filistinlilerin "etnik olarak öldürmeye ve şiddete yatkın olduklarını, doğuştan ya da kültürel düzeyde barbar olduklarını ve toplumlarının İsraillileri de içeren kolektif Batı'nınkinden daha aşağı olduğunu" varsaymaktır. İkincisi ise Aksa Tufanı Operasyonu’nu, Filistin Devleti ve temel haklara yönelik tüm istekleri yok etmeyi amaçlayan bir rejime karşı son derece insani bir tepkiyi açıklamak için tarihsel bağlamı kullanarak, onlarca yıllık şiddet, etnik temizlik ve apartheida karşı bir tepki olarak görmektir.

Yorumunuzu oluşturduktan sonra, bir sonraki adım duruma stratejik olarak bakmaktır. Neden mi? Çünkü bu bize Filistin halkının özgürlüğünü gerçekten elde edebileceği yöntemleri analiz etme imkânı verir. Dünyanın büyük bir kısmının Filistinlilerin hakları ve devlet olma fikrini tartışıyor olmasının tek nedeni hem Aksa Tufanı Operasyonu hem de İsrail'in buna verdiği soykırımcı tepkidir.

7 Ekim'den önce Filistin sorunu uluslararası siyasette dikkate alınan bir konu bile değildi, şimdi ise bu çağın birincil ahlaki meselesi haline geldi. Yani Hamas liderliğindeki askerî harekât sadece İsrail ordusuna istenen darbeyi vurmakla ve şu anda 21 bin Filistinli esirle takas etmek üzere esir almakla kalmadı, aynı zamanda Filistinlilerin hakları ve devlet olma davasını yeniden canlandırmayı da başardı.

Bunu takip eden soru genellikle "ama Hamas neden silahlarını bırakmıyor?" şeklinde oluyor. Öncelikle, İsrail rejimi soykırım yapma niyetini ifade etti ve şu anda Gazze'de bunu gerçekleştiriyor ve bir esir değişimi anlaşması imzalansa bile, İsrailliler sadece "Hamas'ın yenilgisine" kadar değil, Gazze'nin Filistinliler tarafından yönetilmeyeceği bir durumu güvence altına alana kadar savaşı sürdürme isteklerini ifade ediyorlar.

Bunun da ötesinde, Filistinli direnişçiler silahlarını bırakıp kaçtıklarında neler olduğuna dair tarihi bir örneğimiz var. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lübnan'ı boşaltmayı ve silahlarını bırakmayı kabul ettiğinde, yaklaşık 20 bin Filistinli ve Lübnanlının öldürüldüğü 1982 Lübnan Savaşı'nın sonunda tam da bu senaryo gerçekleşmişti. Filistin direnişi ayrıldığında, Siyonist rejim Güney Lübnan'ı işgal etti, Filistin mülteci kamplarını savunacak kimse yoktu, bu da tüm çatışma tarihindeki en kötü sivil katliamlardan bazılarına, özellikle de 3 bin 500 masum insanın öldürüldüğü Sabra ve Şatilla katliamına yol açtı.

Bunları biliyorlar. Sol ilkelere bağlı bazı Batılılar, bağlamın çoğunu anladıkları halde Hamas'ı kınıyor ve onlara "sağcı bir grup" olarak saldırıyor. Bu analiz Filistin toplumu, siyaseti, kültürü ve tarihsel olarak direniş hareketlerinin doğası hakkında tam bir cehaletten kaynaklanıyor. Aynı zamanda İslami direniş gruplarına yönelik eğitimsiz ya da bilinçaltında oryantalist bir yaklaşımdan da kaynaklanıyor. Direniş gruplarının baskın kolu 1970'lerin sonlarında Laik Arap Milliyetçi ve Marksist grupların kurtuluşa ulaşmada başarısız olmasıyla ortaya çıkmaya başladı, bu sırada İran İslam Cumhuriyeti de doğdu. İran örneğinde, bir yan not olarak, devrimcilerin çoğu aslında İslami Sosyalistlerdi ve Ali Şeriati gibi figürlerin ideolojik yaklaşımları üzerinde büyük bir etkisi vardı, ki bu genellikle tarih kitaplarından çıkarılır.

Direnişin doğal evrimi bugün hepimizin bildiği İslami gruplara yol açarken, seküler Arap milliyetçileri ve Marksistler hala direniş bloğunun bir parçası olarak varlıklarını sürdürüyor. Örneğin FHKC ve FDHKC, silahlı kanatları şu anda Hamas, Filistin İslami Cihadı (FİJ) ve diğer İslami gruplarla birlikte savaşan sol kanat Filistin partileridir. Var olan Filistinli partiler arasında sosyal, siyasi ve ekonomik konularda şiddetli görüş ayrılıkları olsa da, hepsi Gazze Şeridi'nde birbirlerinin yanında yer almakta ve Hamas tarafından oluşturulan birleşik bir 'Ortak Direniş Odası' altında savaşıyor. Filistin'deki sol grupların elindeki silahlar İslami partiler tarafından tedarik edilirken, gruplar ulusal kurtuluş için verdikleri ortak mücadelede bir arada var oluyor. Farklı görüşlere sahip partilerin bir arada var olduğu bu gerçeklik, tarihsel olarak da çeşitli direniş hareketleri boyunca var olmuştur.

Eğer İslami değerlerin bu kadar tiksindirici olduğu ve bunlara bağlı partilerin sağcı istenmeyenler olarak görülmesi gerektiği fikri benimseniyorsa, o zaman bunu Nat Turner ya da Martin Luther King’ın Hıristiyan ideolojilerine de uygulayın, o zaman da bu sefer modern Batılı Solcular şiddetle karşı çıkacaktır. Bir kurtuluş hareketindeki herkes ya da her grup kendi değerlerinizi mükemmel bir şekilde temsil etmek zorunda değil ve her zaman gelişime yer vardır. Filistinlilerin ve Arap dünyasının çoğunluğunun Hamas'ın silahlı direnişini desteklemesinin bir nedeni var. Bu bir Batı ülkesinde yerel adaylar için yapılan bir seçim değil. Bu bir ulusal kurtuluş mücadelesi. Hamas, etnik olarak temizlenmek/imha edilmek ile özgürlüğe kavuşmak arasındaki farkı çiziyor.

Sonuç olarak, Filistinlilerin haklarına ve bir devlete kavuşmasını gerçekten istiyorsanız, şiddet bir varsayım değil, günlük bir gerçekliktir ve Dördüncü Cenevre Sözleşmesi uyarınca bile şiddetle direnme hakkına sahiptirler. Her gün çok sayıda sivil katledilirken, silahlı direniş bir seçenek değildir. Hamas direnişe liderlik eden en güçlü gruptur dolayısıyla onları kınamanız istendiğinde Filistin direnişini kınamanız istenmiş olur ve bu sorunun aslında Hamas ve onun siyasi duruşuyla hiçbir ilgisi yoktur. En başta bu soruyu soranların çoğu size Hamas hakkında en temel gerçekleri bile söyleyemez. İdeolojileri hakkında hiçbir zaman gerçek bir tartışma yok, sadece Filistin halkını tasvir etmek için kullandıkları "basmakalıp vahşi" karikatürü var.

Çeviri: YDH