İsrail'in savaşı durdurmak için bir anlaşmaya ihtiyacı var mı?

img
İsrail'in savaşı durdurmak için bir anlaşmaya ihtiyacı var mı? YDH

"Hochstein bugün, son büyük sınavıyla karşı karşıya. Tıpkı bir borsa simsarı gibi, ya kazandığı ekstra avantajlarla sevinçle zıplayacak ya da hayal kırıklığına uğrayıp en yakın sandalyeye yığılarak çıkış kapısını arayacaktır."




YDH - Amos Hochstein’in bölgeye dönüşü, Lübnan ve İsrail arasındaki savaşın durdurulması için "diplomatik bir fırsat" olarak görülüyor. Ancak, bu sürecin başarılı olabilmesi Siyonist rejimin, Lübnan’a “teslimiyet belgesi” dayatmamasına bağlı. El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin'e göre Lübnan cephesinde, direniş ve devlet arasındaki koordinasyonun güçlü ve İsrail’in savaş hedeflerine tam anlamıyla ulaşamadığı bir durumda, ateşkesi sağlayabilecek bir anlaşma gündeme gelebilir. Bununla birlikte, İsrail tarafında, ordu ve siyasi liderler savaşın sürdürülebilir olmadığı görüşünde. ABD'de bu süreçte aktif bir rol oynuyor ve anlaşmanın başarıya ulaşması hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi taraflar için siyasi bir kazanç sağlayabilir. Fakat el-Emin'e göre Hochstein’in görevi, taraflar arasında bir denge kurmak yerine sadece mesaj taşıma düzeyinde kalırsa, müzakerelerin başarısız olma riski mevcut.

ABD’li özel temsilci Amos Hochstein'in bölgeye dönüş yapacağına dair açıklama, olumlu bir hava yarattı. Bunun nedeni ise, Hochstein'in daha önce, Lübnan cephesinde bir anlaşmaya yol açacak ilerleme sağlanmadıkça geri dönmeyeceğini söylemiş olmasıydı.

Ancak, bu ziyaretin bir anlam ifade etmesi için İsrail'in, Lübnan'ın kendisine bir "teslimiyet belgesi" imzalamasını beklediğini düşünmemesi gerekiyor.

Yine de iyimserler başka nedenler de sıralıyor. Bunlar arasında, mevcut anlaşma taslağının tamamen kötü olmadığı ve genel çerçevesinin, İsrail’in savaşla tüm hedeflerine ulaşabileceğine işaret etmediği görüşü bulunuyor.

Lübnan’daki tartışmalar, gerçekte dar bir çevrede sınırlı kalmış durumda. Pek çok güç bu süreçten haberdar olsa da herkes nihai kararın dar bir grup tarafından alındığını biliyor.

Bu grup, direnişi, Meclis Başkanı ve Başbakan ile etkili bir koordinasyon içinde kapsarken, aynı zamanda bazı Arap ve Avrupa başkentleriyle de iletişim hâlinde hareket ediyor.

Benzer şekilde, İsrail'deki tartışmalar da hükümet, ordu ve istihbarat camiasının karar mekanizmalarıyla sınırlı. Bu çevrelerde, ciddi bir görüş hâkim: Ordu, şu ana kadar elde ettiği kazanımların ötesine geçemeyecek.

Dolayısıyla, İsrail’e nispeten uzun bir ateşkes sağlayabilecek bir fırsat var. Bu görüşte olanlar, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’ya, savaşı durdurma kararı alması hâlinde halkın karşısına bir "zafer anlatısı" ile çıkabileceğini söylüyor.

İyimserler arasında, savaşın durdurulmasının ABD’deki hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimler için kesin bir fayda sağlayacağına inananlar da var.

Joe Biden yönetimi, son anda bile olsa bir başarı kazanabildiği iddiasında bulunabilir. Öte yandan, Donald Trump yönetimi Beyaz Saray’a adım atar atmaz hasada başlayabilir.

Bu, devam eden iletişimleri değerlendirmek için uygun bir perspektif sunuyor. Bu yaklaşıma destek sağlayacak pek çok unsur eklenebilir.

İlk olarak, her hafta niteliksel kapasitesi giderek azalan bir güçle savaşan işgal ordusunun durumu dikkat çekiyor.

İkinci olarak, son 14 aydır tüm cephelerde süregelen açık savaş nedeniyle yorulan askerlerin durumu öne çıkıyor.

Ekonomik boyutta ise, savaşın doğrudan neden olduğu kayıpların ötesinde, son yıllarda yakalanan büyüme ivmesini yeniden kazanma zorluğu büyük bir meydan okuma olarak duruyor.

Son olarak, "sessiz baskı" olarak tanımlanabilecek bir durumdan söz edilebilir. Bu, kitlelerin yorulmasına yol açan yıpratma savaşının etkisiyle, işgalci varlığın merkezinden Lübnan sınırına kadar uzanan bölgelerde yaşayan halktan kaynaklanıyor.

Yorgun ve tükenmiş bir toplum, mevcut durumun getirdiği sıkıntılarla baş etmeye çalışıyor.

Peki, bu savaşın durdurulması için yeterli mi?

Lübnan cephesinden bakıldığında, direnişin hesaplarında tek güç unsuru, düşmanı ateşkesin ardından hiçbir hak tanımayan bir anlaşmayı kabul etmeye zorlamak için kararlı bir şekilde çalışmaktır.

Direniş, sahada dayanma gücüne ve devletle orduyla olan gelecekteki ilişkisini yönetme kapasitesine olan güvenine dayanarak hareket ediyor.

Bu bağlamda, yaşanan hiçbir şeyin düşmana şartlarını dayatma üstünlüğü kazandırmadığı varsayımıyla hareket ediyor. Direnişin söylemindeki güçlü noktalardan biri ise, direnişi sürdürmenin bedelini üstlenmeye hazır olduğu dışında herhangi bir taahhüt veya söz vermemesi.

Gerçekler üzerinden, düşmana acı çektirme ve yerleşimcilerin kuzeye güvenli dönüşü hedefini gerçekleştirmesini engelleme kapasitesini ortaya koyuyor.

Resmi müzakereciye gelince, baştan beri baskılar karşısında geri adım atma niyetinde değil.

Konuyla ilgili nasıl bir yaklaşım sergileneceği konusunda çeşitli görüşlerin olduğu yönündeki tartışmalar —gerçek ya da abartılı olsun— bir yana bırakılırsa, dolaşıma giren belgeler ve aracılara iletilen mesajlar, resmi müzakerecinin İsrail’in işine yarayacak veya iç çatışmaya yol açacak herhangi bir maddeyi kabul etmeye yanaşmadığını gösteriyor.

Bu noktada özellikle Meclis Başkanı Nebih Berri’nin, taviz vermesi gereken bir pozisyonda olmadığı anlayışıyla hareket ettiği görülüyor.

Bu, onun fedakarlıkların büyüklüğünü kavrayamadığı anlamına gelmez; bilakis, ülkeyi bir anda 40 yıl geriye götürecek şartları kabul etmenin maliyetini herkesten daha iyi biliyor.

Berri, bu durumu yalnızca direniş, egemenlik ve halkın güvenliği açısından değil, aynı zamanda Lübnan sistemindeki temsil gücü açısından da değerlendiriyor.

Direnişten kurtulmayı hedefleyen rakiplerin aklında neler döndüğünü de iyi biliyor. Bununla birlikte, yalnızca direnişle ilgili değil, daha pek çok meselede de bu bilinçle hareket ediyor.

Yukarıda anlatılanlar bizi tekrar başa döndürüyor: Amerika ve İsrail'in Lübnan'da savaşı durdurmaya ihtiyacı var mı?

Bu sorunun cevabı önümüzdeki günlerde netleşecek. Zira sadece müzakereler başlamış olduğu için değil, aynı zamanda müzakereleri yürüten Amerikan “arabulucusu” Amos Hochstein’in, şu an hem mevcut Amerikan yönetiminin hem de göreve başlayacak yeni yönetimin ortak aklını temsil ediyor olması nedeniyle.

Hochstein, Başkan seçilen Donald Trump’ın talebi olmadan -onayı değil, sadece talebiyle- bu görevi sürdürmeye devam edemezdi.

Bu talebin ilk yansıması, Hochstein’in Washington’da İsrailli Bakan Ron Dermer’i beklemesiyle görüldü.

Dermer, Tel Aviv’den değil, Florida’dan geldi. Hochstein, Dermer ile görüştüğünde, İsrail hükümetinin Trump’tan Hochstein’in görevine devam etmesine onay veren mesajı aldığını öğrendi.

Müzakereler esnasında, Dermer ile yapılan görüşmede İsrail’in çıkarlarına uygun bir taslak oluşturuldu.

Dermer’e bu taslağı Trump’a iletmesi, ardından Tel Aviv’e dönmesi talimatı verildi. Dermer, bu talebi yerine getirdi ve Trump ekibinden taslağın desteklendiği yanıtı geldikten sonra Hochstein taslağı Beyrut’a gönderdi.

Amerikalıların taslağı desteklediği doğru ama Hochstein, taslakta Lübnan’ın kabul edemeyeceği unsurlar bulunduğunun farkında.

Bu noktada, herkes şu temel soruya geri dönüyor: Hochstein’in görevi, engelleri aşmak ve taslağı Lübnan’ın da kabul edebileceği şekilde revize ederek bir anlaşmaya varmak mı? Yoksa sadece bir “sessiz arabulucu” olarak, elinde bir kâğıt ve kalemle Lübnan’ın yanıtlarını not alıp Tel Aviv’e mi götürecek, ardından İsrail’den birileri çıkıp, “Lübnan öneriyi reddetti, çabaları baltaladı ve savaşı sürdürmeye karar verdi” mi diyecek?

Buradaki asıl mesele, Hochstein’in ne saf bir oyuncu rolünü üstlenebilecek bir pozisyonda olması ne de her şeyin anahtarını elinde tutan bir kurtarıcı gibi davranabilmesidir.

Onun gerçek pozisyonu hem Lübnanlıların hem de İsraillilerin çok iyi bildiği bir konumdur; bu ne sahte gülümsemelerle ne de ifadesiz suratla gizlenebilecek bir durumdur.

Hochstein bugün, son büyük sınavıyla karşı karşıya. Tıpkı bir borsa simsarı gibi, ya kazandığı ekstra avantajlarla sevinçle zıplayacak ya da hayal kırıklığına uğrayıp en yakın sandalyeye yığılarak çıkış kapısını arayacaktır.

Çeviri: YDH