"Şurası bir gerçek ki, eğer bu adam başbakanlık görevini yürütmüyor olsaydı, bugün kesinlikle İsrail’de hapiste olurdu."
YDH - Siyonist rejimin uluslararası arenadaki ayrıcalıklı konumu, ABD’nin “İsrail’in meşru müdafaa hakkı” söylemiyle desteklenirken bu akıl tutulmasının ne kadar daha devam edeceği belirsiz. Fransa'da yaşayan akademisyen Lina el-Tabbal, el-Ahbar gazetesinde kaleme aldığı köşe yazısında, Netanyahu’nun kibir ve zalimlik üzerine kurulu politikalarının sürdürülebilir olmadığına işaret ediyor. Halkların hürriyet ve haysiyet mücadelesinin, zalimlere karşı en güçlü direniş aracı olduğunu vurgulayan Tabbal, adaletin er ya da geç tecelli edeceğini anımsatıyor.
Rivayete göre Nemrud kibirli bir kraldı. Semaya ulaşmak ve Rabbe meydan okumak için Babil Kulesi’ni inşa etme emrini verdi. Ancak Rab onu kuleyi yıkıp halkını dağıtarak, dillerini çeşitlendirip onları farklı milletlere ayırarak cezalandırdı. Nemrud, insanoğlunun kibir ve açgözlülüğünün sembolü haline geldi; adalet ve ilahi kudrete meydan okumanın somut bir örneğiydi.
Peki, bu Nemrud bize kimi hatırlatıyor? Eğer Benyamin Netanyahu’yu hatırlatmıyorsa, başka kimi hatırlatabilir ki? Halklarımıza zorbalıkla kendi iktidarını dayatan, dini ve hukuki tüm yasaları hiçe sayan bu kişi değil mi?
Benyamin Netanyahu sadece bir savaş suçlusu değil, aynı zamanda pazarlama konusunda da olağanüstü bir yeteneğe sahip.
Kendini İsrailoğullarının beklenen kurtarıcısı olarak sunmayı başardı ve "İsrail’in Kralı Bibi" lakabıyla anılır hale geldi.
Uluslararası basın, hakkında Joe Biden kadar önemli yorumlarda bulunuyor; herkes onu alkışlıyor, herkes onunla hemfikir… Ya da öyle görünüyor.
Netanyahu, dünyayı İran’dan kurtaracak adam olduğu fikrini başarıyla pazarladı ve tüm cephelerde savaşacağı imajını çizdi. Böyle bir adam, dünyayı üçüncü dünya savaşına sürükleyebilir.
Netanyahu’nun eleştiriler almasına rağmen geniş bir halk desteği var. Buna karşın, pek çok kişi için Netanyahu, İsrail’deki siyasi ve güvenlik istikrarının sembolü olmaya devam ediyor.
O sadece bir başbakan değil; İsrail’in güvenliğini tesis etme fikri üzerine kurulu bütüncül bir güvenlik yaklaşımının somutlaşmış hali. Barış umutları azaldıkça popülaritesinin artması şaşırtıcı değil… Böyle bir adamla kim kolay kolay karşı karşıya gelebilir?
Netanyahu, İran’ı savaş stratejisinin mihenk taşı haline getirdi, onu İsrail açısından varoluşsal bir tehdit olarak ilan etti ve İran’a karşı uluslararası ittifaklar kurmaya çalıştı.
Bu ülkeleri ikna etmek onun için hiç de zor olmadı. Netanyahu, İran’a karşı onlar adına savaştığını iddia ederek, uluslararası sözleşmeleri ve yasaları hatırlatmamalarını ve onu rahatsız etmemelerini istedi.
Netanyahu’nun gücünü artıran bir diğer unsur da Amerika Birleşik Devletleri’nin yaydığı bir slogandı: “İsrail’in meşru müdafaa hakkı vardır.”
Böylece Netanyahu, İsrail’in güvenliğini koruyan bir lider olarak görüldü ve olayları kendi çıkarına göre manipüle etme konusunda ustalaştı.
Devletleri birer satranç taşı gibi hareket ettiriyor, uluslararası tartışmaları kontrol ediyor ve kamuoyunu kendi gündemine göre şekillendiriyor. Gerçekten mi? Evet, çünkü meşru müdafaa hakkı bahanesiyle hâkimiyet kurulduğunda, adalet masanın dışında bırakılır… İşte bu, tehlikeli bir önerme.
Bu önerme, “kurallara dayalı uluslararası düzen” (rules-based order) adı verilen yapıyla aynı derecede tehlikelidir. Bu yapı, tüm yasaların üzerinde bir kavram olarak tasvir edilir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde, ABD dünyanın tek hâkimi olmaya karar verdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ipleri eline aldı ve dünya, ABD politikalarının rehinesi haline geldi.
İnsan hakları yasaları, uluslararası insani hukuk, Birleşmiş Milletler mekanizmaları ve tüm uluslararası örgütler, yalnızca Amerika’nın çıkarlarına hizmet eder hale geldi.
Eğer ABD’nin çıkarları tehdit altındaysa, uluslararası hukukun uygulanması söz konusu bile olamaz. Avrupa ülkeleri, bu imtiyazdan yararlanabilir ama yalnızca çıkarları ABD ile örtüştüğü sürece. Aksi halde, kendilerini oyunun dışında bulurlar.
10 Kasım 1975’te BM Genel Kurulu tarafından alınan 3379 sayılı karar, “Siyonizmin bir tür ırkçılık ve ırk ayrımcılığı” olduğunu ilan etmişti. Fakat bu karar, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte iptal edildi.
İsrail, 76 yıl boyunca çelişkilerle ve ikiyüzlülükle dolu bu “uluslararası sistemden” istifade etme fırsatı buldu. Ülkemizde bu çifte standart politikasını defalarca kınadık, sesimiz kısılana dek haykırdık.
Ancak, İsrail onlarca yıl boyunca BM kararlarını alaya aldı, diplomatları BM’nin sözleşmelerini yırttı ve genel sekreterlerin konuşmalarıyla alay etti.
İsrail’in BM’nin son üç genel sekreterine nasıl davrandığına bakmak bile bu tutumu anlamaya kafi.
Örneğin, Kofi Annan, İsrail tarafından sürekli “taraflı olmakla” ve İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarına yeterince önem vermemekle suçlandı.
Ban Ki-moon ise, İsrail’in iddiasına göre, “karşı karşıya oldukları güvenlik tehditlerini yeterince dikkate almadığı” gerekçesiyle sert eleştirilerin hedefi oldu.
Son olarak, mevcut Genel Sekreter António Guterres de İsrail’in öfkesinden payını aldı; İsrail kendisini açıkça ülkesinde istenmeyen kişi ilan etti.
İsrail için her şey mübah. Gazze’de 50 bin kişinin, Lübnan’da binlerce kişinin öldürülmesi, şehirlerin yerle bir edilmesi, hastanelerin bombalanması, sivillerin hedef alınması, esirlere yapılan işkenceler... Bunların hepsi cezasız kaldı.
İsrail ablukalar uyguluyor, kaynakları kesiyor ve uluslararası hukuka aykırı silahlar kullanıyor, üstelik hiçbir yaptırımla karşılaşmıyor.
Uluslararası hukuk, adeta görmezden geliniyor. İnsan hakları “meşru müdafaa” bahanesiyle ihlal ediliyor ve İsrail her defasında cezasız bırakılıyor.
Dünya bu durumu görüyor ama hiçbir şey söylemiyor. Gazze ve Lübnan’daki katliamlara yönelik uluslararası tepkiler, alışık olduğumuz o yüzeysel ve samimiyetsiz açıklamaların bile altında kaldı.
Bu “uluslararası sistem”, İsrail’in ceza adaletinden kaçmasını mümkün kıldı.
Eski Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Fatou Bensouda, görev süresi boyunca İsrail hükümetinden gelen baskılar ve tehditlerle karşı karşıya kaldı.
Görevi devralan yeni Başsavcı Karim Khan, benzer şekilde ciddi zorluklarla karşılaştı. İsrail, hızlı bir şekilde Khan’ı taraflı olmakla suçladı ve onu doğrudan tehdit etti.
İronik bir şekilde, soykırım suçlamasıyla karşı karşıya olan Netanyahu, Gazze’de işlenen savaş suçlarını araştırmaya cesaret eden Karim Khan’ı kınadı. Bu sahne, her türlü mantığı altüst eden bir durum.
Avrupa da kendi “uluslararası sistemini" yarattı ve burada çıkarlar, yasaların önüne geçiyor. Bu, sömürgeci güçlerin 19. yüzyılda sömürgelerini devrettikten sonra, büyük devletlerin çıkarlarını adalet ve eşitlik pahasına sürdürmesini sağlayan bir ayrıcalıktı.
Evet, insan haklarının koruyucusu olarak kendini lanse eden demokratik Avrupa, Netanyahu’nun kibriyle bu “adalet iddiasında bulunan sistemin” açmazlarını gözler önüne serdi.
Avrupa, İsrail’e körü körüne destek vermesine rağmen, bu kanlı savaşın seyrine itiraz edebilir. Ancak bu itirazın temel nedeni, insani kaygılar değil, tamamen kendi çıkarlarıdır.
Avrupa, İsrail’in bu savaştan zaferle çıkması durumunda Orta Doğu’daki çıkarlarının tehlikeye gireceğini biliyor. Bu karmaşık durumdan kurtulmak için çabalıyor ama aynı zamanda ABD'den gelen muazzam baskılarla karşı karşıya… Peki, ne yapılabilir?
Avrupalı liderlerin İsrail’in şiddeti karşısında yaşadığı zorluklara net bir örnek vermek istiyorum: Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron.
Macron, İsrail’in bir numaralı destekçilerinden biri olarak bilinse de bu desteği ifade ederken oldukça çekingen davranıyor.
Örneğin, İsrail’in Lübnan’da barış gücü misyonundaki Birleşmiş Milletler güçlerini (mavi miğferliler) “kasten hedef aldığı” saldırıları “kesinlikle kabul edilemez” olarak nitelendirerek kınadı.
Ancak birkaç hafta önce İsrail’in silahlandırılmasının kriz için “en iyi çözüm olmadığını” söyleyen Macron, şimdi Netanyahu’nun soykırımdaki ortağı olan bir figüre alkış tutuyor.
Bu şahıs, Gazze’deki askeri çabalar için düzenlenen bağış kampanyasında kurdele kesmek için davet ediliyor.
Evet, Macron, İsrail’deki aşırı sağcı politikacı Bezalel Smotriç’i bir Fransa-İsrail futbol maçında yanında oturtabilir, ona “barış” adına ödüller verebilir. O sırada, Gazze ve Lübnan’da masum insanların hakları fütursuzca çiğnenirken kimse vicdanını sorgulamıyor.
Netanyahu, Macron’a karşı kişisel saldırıya varan sert eleştiriler yöneltmekte tereddüt etmedi. Fakat insanın aklına şu soru geliyor: Soykırım suçlamasıyla karşı karşıya olan bir başbakan, nasıl oluyor da bir dünya gücünün liderine hakaret edebiliyor?
Bu sahne, Avrupa’da liderlerin karşı karşıya olduğu akıl tutulmasını ve çaresizliği açıkça gözler önüne seriyor. Avrupa liderleri, bir yandan etik ilkelerine bağlı kalmaya çalışırken, diğer yandan stratejik çıkarları ve uluslararası ittifakların baskıları arasında sıkışıp kalıyor.
İsrail, Netanyahu’nun liderliğinde, faşist politikalar yürüterek Avrupa’nın bu dengeyi sağlamasını daha da zorlaştırıyor.
Bu durum, Avrupa ülkelerini hem uluslararası çıkarlarını korumak hem de İsrail’in politikaları nedeniyle mağdur olan Filistin ve Lübnan halklarının haklarına saygı göstermek arasında sıkışık bir pozisyona itiyor.
Belki bu analiz size inanılmaz gelebilir ve şu soruyu sorabilirsiniz: “Avrupa, Amerika'nın liderliğindeki ‘uluslararası sisteme’ neden bu kadar kolay boyun eğiyor? Bu, kendi çıkarlarına ters düşmüyor mu?”
Cevabım şu: Birinci olarak, pek çok Avrupa ülkesi, ABD ile kurdukları stratejik ittifaklara bağımlıdır. ABD, İsrail’in ana müttefiki olduğu kadar, Avrupa’nın da güvenlik politikalarının temel taşıdır.
Bu bağımlılık, Avrupalı hükümetlerin bağımsız bir tavır sergilemesini zorlaştırıyor. Zira bu ittifaklar, özellikle Avrupa’nın ulusal güvenlik stratejileri için hayati öneme sahip.
Bu noktada şu karşı soruyu sorabilirsiniz: “Peki, bu sistem gerçekten Avrupa’nın çıkarlarına zarar vermiyor mu?” Devam edeyim…
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, ABD, uluslararası iş birliğine ve ortak kurallara dayalı bir sistem kurmada belirleyici bir rol oynadı.
Bu sistemin ana amacı, Avrupa’da başka bir savaşın çıkmasını engellemekti. Savaşın yıkıcı sonuçlarını deneyimleyen Avrupa, bu sisteme derin bir şükranla bağlı kaldı.
Marshall Planı ile yeniden inşa edilen Avrupa hem iktisadi kalkınma hem de siyasi istikrar açısından ABD’nin öncülüğünde şekillenen bu sistemden büyük ölçüde faydalandı.
Avrupalılar, iki dünya savaşının ağır travmasını hâlâ derinden hissediyor. Bu savaşlar yalnızca o dönemde yaşayanların hayatlarını değil, sonraki nesillerin kolektif hafızasını da etkiledi.
Aile hikâyeleri, romanlar ve anlatılar aracılığıyla bu korkular, nesilden nesle aktarıldı. Savaş korkusu, Avrupa’nın ortak bilincine kazınmış bir olgudur.
Bu nedenle, ABD’nin bu sistemdeki rolüne duyulan minnettarlık oldukça büyüktür. Avrupalılar, ABD’yi yalnızca bir müttefik olarak değil, aynı zamanda kıtalarını savaşın yıkıcı dehşetinden koruyan bir güvenlik garantisi olarak görüyor. Onlara göre, bu sistem Avrupa’nın barış ve istikrarını sağladı, hatta kıtanın kalkınmasını hızlandırdı.
Avrupa’nın Amerika’ya sıkı sıkıya bağlı tutumunu netleştirdiğimizde, Avrupa’dan herhangi bir çözüm beklemenin anlamsız olduğu ortaya çıkıyor.
Avrupa, seçeneklerinin esiri olarak kalmaya devam ediyor ve Washington’un izinden gitmeyi tercih ediyor.
Şimdi, yazımızın ana konusuna, İsrail ve Benyamin Netanyahu’ya dönelim: Bu tablo ışığında Netanyahu’yu ne bekliyor? Gerçekten, cinayet ve katliamlarını bu şekilde cezasız sürdürebilir mi?
Şurası bir gerçek ki, eğer bu adam başbakanlık görevini yürütmüyor olsaydı, bugün kesinlikle İsrail’de hapiste olurdu.
Nemrud efsanesi, kendi zamanının en güçlü hükümdarlarından biri olan, yenilmez bir orduya ve sınırsız bir güce sahip bir figürün hikayesidir.
Ancak bu hikâye Nemrud’un tüm kudretine rağmen, Rabbin en küçük yaratıklarından biri olan bir sivrisinek tarafından öldürülmesiyle sona erer. Bu da bize şunu hatırlatır: Savaşlardaki yenilgiler, bazen basit veya hiç beklenmeyen nedenlerden kaynaklanabilir.
Netanyahu, ilahi kudreti görmezden geldi ve uluslararası kuruluşları hiçe sayarak, beşeriyet yasalarını ve geleneklerini çiğnedi.
Fakat zalimler çoğu zaman kibirlerinin ebedi olduğunu düşünürler. Oysa tarih, baskı yapanların, ülkeleri ve kıtaları işgal edenlerin sonunda kaybettiklerini defalarca göstermiştir.
İsrail belki bugün kan ve ateşle hâkimiyet kurmaya çalışıyor ve Netanyahu askeri gücünün en uç sınırlarını kullanarak yayılmacı hedeflerini gerçekleştirmek istiyor.
Ancak güç, yalnızca asker sayısı ya da silahların miktarı ve niteliğiyle ölçülmez. Sun Tzu’nun da dediği gibi, gerçek güç, inanç ve iradeden gelir. Halkların hürriyet ve haysiyet hakkına olan inancından doğar. İşte bu yüzden, direniş zulme karşı en etkili silahtır. Ve zafer… Gecikmiş de olsa kutsal bir hak olarak mutlaka gerçekleşecektir.
Çeviri: YDH