"California Irvine Üniversitesi'nde Dr. Tiffany Willoughby-Herard'a yönelik saldırılar, ülke genelinde Filistin kampüs hareketinin karşı karşıya kaldığı baskıyı yansıtıyor. Ancak daha önceki diğer kurtuluş hareketleri gibi aktivistler de güçlü kalmaya devam ediyor ve desteğimize ihtiyaçları var."
YDH - 15 Mayıs 2024’te UCI kampüsünde Gazze’deki soykırıma karşı düzenlenen protestolar sonrası 50 kişi tutuklanmış ve bu olay, kampüslerde giderek artan baskının sembolü haline gelmiştir. Tutuklananlar arasında akademisyen Dr. Tiffany Willoughby-Herard da bulunuyor. Dr. Willoughby-Herard’ın durumu, üniversitelerin ifade özgürlüğüne yönelik baskılarını ve militarize güvenlik önlemlerini gözler önüne seriyor. Bu baskılar, barışçıl protesto hareketlerini şiddetle bastırmayı ve Filistin yanlısı söylemleri susturmayı hedefliyor. Mondoweiss'ta kaleme aldığı makalede Amira Jarmakani, kampüslerdeki baskılara rağmen, Filistin yanlısı öğrenci ve akademisyen hareketlerinin büyümeye devam ettiğine dikkat çekiyor.
Bu aralık ve aralık aylarında, 15 Mayıs 2024'te Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü'nde (UCI) gerçekleştirilen ve Gazze soykırımına karşı düzenlenen protestoda tutuklanan 50 gösterici mahkemeye çıkarılacak.
Bu öğrenci protestocular ve destekçilerinin sessiz sedasız yapılan mahkemeye çağrılmaları, bu sonbaharda üniversite kampüslerinde yaygınlaşan sessiz baskının yalnızca bir ayağı.
Bu baskılar arasında, öğrencilerin kampüslerden uzaklaştırılması ve konuşmalarını caydırmaya yönelik cezaların uygulanması da yer alıyor.
Mahkemeye çıkarılacak isimlerden biri, öğrenci protestolarını desteklerken tutuklanan Dr. Tiffany Willoughby-Herard.
Bu tutuklama, onun üniversite tarafından zorunlu kılınan kriz yönetimi ve gerilimi düşürme (de-escalation) eğitimini, bizzat maruz kaldığı şiddetle etkisiz hale getirdi.
Kuzey Amerika ve Güney Afrika’daki ırksal karşılaştırmaları ele alan küresel çalışmalar uzmanı olan Dr. Willoughby-Herard, özgürleşme hareketlerinin tarihine son derece hâkim bir akademisyen.
Ödüllü akademik çalışmaları ve genç akademisyenlere adadığı mentorluklarıyla tanınan Dr. Willoughby-Herard, ülkede tutuklanan veya başka şekilde yaptırımlara maruz kalan pek çok öğretim üyesinden yalnızca biri. Üstelik bu isimler, yalnızca işe alındıkları görevi yerine getirirken cezalandırıldılar.
Dr. Willoughby-Herard'ın tutuklanmasının ardından, kendisi Amerikan Siyaset Bilimi Derneği (American Political Science Association) ve Amerikan Çalışmaları Derneği (American Studies Association) gibi kuruluşlardan ve 11 binden fazla imzacının destek verdiği açık bir mektup ve dilekçeden destek aldı.
Halk, Tiffany Willoughby-Herard'ın yanında duruyor çünkü halk, eğitimin dönüştürücü gücünün yanında duruyor; ister sınıfın içinde ister dışında olsun.
Küresel ve Uluslararası Çalışmalar profesörü ve uzun süredir Siyaset Bilimi ve Siyah Çalışmaları alanında uzman bir akademisyen olan Dr. Willoughby-Herard, üniversitenin eleştirel düşünceyi teşvik etmedeki rolünün toplumsal değişimi tetikleyebileceğini çok iyi biliyor. Onun hatırlattığı gibi, “Bir öğrenci liderliğindeki öğretim ve öğrenim deneyimi olan bir kamp kurulmasından korkmak, bizzat üniversitenin misyonundan korkmak gibidir.”
Bu mahkemeye çağrılmalar, bahar döneminde düzenlenen barışçıl protestolar ve kamp kurma eylemleri sırasında tutuklanan 3 bin 200 öğrencinin yalnızca bir kısmının cezalandırılmasına yönelik adımlar.
Bu baskıcı taktikler, protestoları üniversite kampüslerinden sistematik bir şekilde “yok etmeyi” amaçlıyor. Amaç, hareketin öldüğüne inanmamızı sağlamak. Bu niyet, geçtiğimiz aralık ayında New York Üniversitesi'nde (NYU) barışçıl öğrenci protestolarını desteklerken tutuklanan öğretim üyelerine yönelik alınan sert kararla da açıkça kendini gösterdi.
NYU yönetimi, bu öğretim üyelerini “istenmeyen kişi” (persona non grata) ilan etti: Bu karar, öğretim üyelerinin kendi ofislerine ve dersliklerine erişimlerini engelledi. Ancak öğretim üyeleri –ve daha da önemlisi, öğrenci hareketine olan desteğimiz– ortadan kaybolmayacak.
Filistin için Adalet Öğretim Üyeleri (Faculty for Justice in Palestine) ağının büyümeye devam etmesi, bizim hâlâ burada olduğumuzu ve hiçbir yere gitmediğimizi kanıtlıyor. Özgürleşme hareketlerinin tarihini bilen bizler için bu mücadelenin uzun bir yolu olduğunu çok iyi biliyoruz.
Tiffany Willoughby-Herard’a Yönelik Suçlamaların Düşürülmesini Talep Etmemizin İki Önemli Nedeni:
1) Öğrenci protestoları, üniversitenin pedagojik amaçlarını somutlaştırır ve çoğu zaman, bugün bu protestoları bastırmaya çalışan kurumların bizzat övdüğü şiddetsiz direniş mirası üzerine inşa edilir.
2) “Güvenlik” kavramının militarize edilmiş polis varlığıyla sağlanabileceği varsayımını reddediyoruz. Çünkü biliyoruz ki “güvenlik” kavramı, hareketlerimizi bastırmak için silah haline getirilmiştir.
Bugün tanık olduğumuz öğrenci protesto hareketi, Gazze’de “eşi benzeri görülmemiş bir ölçekte” gerçekleşen canlı yayınlanan bir soykırım bağlamında ortaya çıkıyor.
Can kaybı sayısı şimdiden 180 binin çok üzerinde olduğu tahmin edilen bu soykırımın tam boyutu hâlâ hesaplanmamış durumda. İsrail’in eylemlerinin soykırımla uyumlu olduğunu belirten UAD (Uluslararası Adalet Divanı) ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların kararlarına ve İsrail liderliğinin açıktan ilan ettiği soykırım niyetine rağmen, bu soykırımı adıyla anmak bile ifşa edilme, baskı ve suçlanma riski taşıyor.
Protestolar, Gazze’deki tüm üniversitelerin kuşatma sonucu yok edilmesi bağlamında ve kampüslerdeki tutuklamaların ardından daha fazla yıkım yaşanmış bir ortamda (kuzey Gazze’deki soykırım içinde bir soykırım, doktorların işkence görmesi ve öldürülmesi, gazetecilerin suikasta uğraması ve insani yardımların apokaliptik şekilde engellenmesiyle kitleler halinde açlıktan ölümler) ortaya çıkıyor.
Bu bağlamda, üniversite kampüsleri protestoların merkezi bir düğüm noktası haline geldi, tıpkı 1960’ların sonlarında Kent State, Columbia Üniversitesi, Minnesota Üniversitesi ve daha birçok kampüste olduğu gibi.
Kent State katliamından sağ kurtulanlardan biri, Ulusal Muhafızlar tarafından yapılan saldırıya atıfta bulunarak şöyle demişti: “Eğer üniversite kampüslerinde değilse, toplumumuzda ve bu demokraside başka nerede insanlar bir araya gelerek dünyaya dikkat kesilebilir ve karşı çıktıkları şeylere karşı [örneğin, ABD’nin milyarlarca dolarlık askeri yardım ve teçhizatla bir soykırım harekâtına suç ortaklığı yaptığı bu durumda] stratejiler geliştirebilirler?”
Öğrenciler, üniversitelerin askeri endüstriyle olan bağlantıları göz önüne alındığında, Gazze’deki soykırımın neden olduğu insanlık krizine karşı ahlaki açıdan tek doğru seçeneğin yatırımların geri çekilmesi (divestment) olduğunu savundular.
Bu, öğrenci aktivistlerinin bir apartheid rejimine karşı yürüttüğü ilk kampanya değil. 1980’lerde, dünyanın dört bir yanındaki kampüslerdeki öğrenciler ve öğretim üyeleri, üniversitelerinin Güney Afrika apartheid rejiminden yatırımlarını geri çekmelerini talep ederek benzer barışçıl taktiklerle (kampüs alanlarını işgal etmek gibi) dikkatleri acil bir şekilde harekete geçme ihtiyacına çekmişlerdi.
Kamp alanları genellikle şiddet mekânları olarak yanlış tanıtılmış olsa da ülke genelindeki öğretim üyeleri, bu alanların popüler eğitim ve dayanışma alanları olarak gücüne tanıklık etmiştir.
Bu alanlar, “öğrenme ve bakım için topluluk mekânları” olarak işlev gördü; kütüphanelere, yemek dağıtım noktalarına ev sahipliği yapmış, Cuma namazları ve Şabat yemekleri düzenlendi ve aynı zamanda Filistin istisnasının epistemik şiddetine karşı çıkılan yerler oldu.
Resmî kurumların baskıyı destekleyen politikalar benimsediği ve üniversite yöneticilerinin Filistin yanlısı protestocuları cezalandırma konusunda hiç olmadığı kadar cesur göründüğü bir bağlamda, bu kamp alanları, toplu halde adalet, özgürlük ve kurtuluş hayalini kurmak için alanlar inşa etti. Bu, bugün pek çok üniversitenin kutladığı önceki protesto geleneklerinin bir devamı.
Binaları işgal etme gibi şiddetsiz taktikler, 60’ların sonlarında öğrenci grevlerinden miras alındı. Bu grevler, üniversitelerini kurumsal ırkçılık konusunda hesap vermeye zorlamak ve Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için yapılmıştı.
Bu durum, Martin Luther King Jr. suikastından sadece iki gün sonra, kurumsal ırkçılığı protesto eden Tuskegee Enstitüsü’ndeki (bir HBCU kurumu) öğrencilerin, mütevelli heyetinin toplandığı binayı kuşatmasında görüldü. 1968’de gerçekleştirilen bu eylemin zamanlaması, MLK’nin ırkçılık, yoksulluk ve militarizm arasındaki bağlantıları analiz eden görüşleri düşünüldüğünde oldukça anlamlıydı.
60’ların öğrenci protestoları, ABD’de kurumsallaşmış siyah karşıtlığı ile yurt dışındaki emperyalizm arasındaki bağlantıları kritik bir şekilde analiz ettiklerini göstermişti.
Öğrenci protestoları, zaman ve mekân boyunca mücadeleleri birleştirir. Örneğin, Minnesota Üniversitesi’nde, yeniden adlandırılmış Halimy Hall binasında (1969’da kurumsal ırkçılığı protesto etmek için 70 Siyah öğrencinin işgal ettiği bina), soykırıma ortaklık yapan üniversite politikalarını protesto etmek için bu binayı işgal eden 7 öğrencinin uzaklaştırılması gündemde.
Öğrenci protestoları aynı zamanda mekânsal olarak da mücadeleleri bağlar. Cape Town Üniversitesi’nde, bir Cecil Rhodes heykelinin kaldırılması talepleri, “dönüşüm ateşiyle” körüklenmiş ve apartheid geçmişinin yapısal adaletsizlikler aracılığıyla yaşamaya devam ettiği bilinciyle hareket edildi.
Columbia Üniversitesi’ndeki Hamilton Hall işgalleri de bu bağlamda önnemli; 1968, 1985 ve 2023 yıllarında öğrenciler bu binayı işgal ederek benzer pratiklerle adalet talep etmişti.
Morgan State Üniversitesi’ndeki 1990’daki oturma eylemi, Maryland’in HBCU’larına on yıllarca süren yetersiz finansmanı telafi etmek için 2021’de 577 milyon dolarlık bir anlaşmanın tohumlarını arttı.
Soykırım karşıtı öğrenci protesto hareketinin sona erdiğini ilan edenler, bu tür hareketlerin etkisinin çok daha uzun süre yaşadığını göz önünde bulundurmalı.
Öğrenci kamplarının dağıtılması ve kampüs protestolarının ezilmesi, üniversitelerin iddia ettiği gibi güvenlik sağlamakla ilgili değil; Filistin hakkındaki konuşmaları susturmakla alakalı.
Bu, kampüslerde uzun süredir var olan bir akademik baskı biçimi ve 7 Ekim 2023’ten çok önce başladı. Bunun en bariz örneği, 2011 yılında UCI’de “Irvine 11” davasında görüldü.
Bu olayda, Orange County Savcılığı, Müslüman Öğrenci Birliği (Muslim Student Union) üyesi öğrencilerin barışçıl protestolarına cezai suçlamalar yönelterek kampüsteki ifade özgürlüğünü ve öğrenci aktivizmini ciddi şekilde baskı altına aldı.
Bu olay, son on yılda yoğunlaşan ve “Filistin İstisnası” olarak adlandırılan sistematik Filistin yanlısı savunuculukları cezalandırma çabalarının bir parçası. Bu istisna, özellikle “asılsız ve kışkırtıcı antisemitizm ve terörü destekleme suçlamaları” ile öğrenci, öğretim üyesi ve personel örgütleyicilerini hedef almak için kullanılıyor.
Bu sonbahardaki sessiz baskı dalgası, Filistin yanlısı örgütlenmeyi engellemeyi amaçlayan çeşitli cezaları içeriyor.
Bu cezalar arasında, öğrencilerin evlerine sürpriz baskınlar düzenlenmesi ve görünüşte geçen dönem kampüste meydana gelen vandalizm olaylarıyla ilgili delil arama bahanesiyle evlerin basılması da yer alıyor.
Bu önlemler, Filistin İçin Adalet Öğrencileri (Students for Justice in Palestine) üyelerini ve anti-Siyonist Yahudi öğrencileri hedef aldı. Bunun bir örneği, bu sonbaharda dokuz farklı kampüste üniversite yöneticilerinin sukka (Yahudi hasat bayramı için kurulan geçici barınaklar) yapılarını tahrip etmesidir.
Bu tür eylemler bir araya geldiğinde, öğrenci protestolarını etkin bir şekilde kriminalize ediyor ve –Dr. Tiffany Willoughby-Herard’ın durumunda olduğu gibi– öğrencilerle dayanışma gösteren öğretim üyelerinin askıya alınmasını ve işten çıkarılmasını da içeriyor.
Bu sonbaharda görülen mahkemeye çağrılmaların çoğu, yaz boyunca uydurulan suçlamalara dayanıyor ve alarm verici yeni stratejiler içeriyor.
Örneğin, Illinois Üniversitesi Urbana-Champaign (UIUC) kampüsünde bir grup öğrenci, yaz aylarında yapılan bir soruşturma sonrasında “çete eylemi” (mob action) suçlamasıyla yargılanıyor. Bu soruşturmada, plaka okuyucular ve sosyal medya gözetimi gibi teknolojiler kullanıldı.
Bu teknolojiler, son on yılda siyah karşıtı kökenli polis şiddeti protestolarını kriminalize etmek için kullanılan araçların aynısını şimdi soykırım karşıtı protestolar için de kullanılıyor.
Bu, protestocuların ırksal profilini otomatikleştirerek Siyah ve kahverengi toplulukların tutuklanmasını hedef alan tarihsel bir eğilimi daha da kötüleşiyor.
Bu bağlam, Dr. Willoughby-Herard’ın o gün tutuklanan 50 Irvine öğrencisi ve öğretim üyesi arasında en ağır şekilde ırksal motivasyonlu suçlamalarla karşı karşıya olduğunu açıklıyor.
Onun davası, protestoların “isyan” olarak nitelendirilmesi ve Siyah ve kahverengi protestocuların doğası gereği şiddet yanlısı olarak çerçevelenmesi gibi utanç verici bir mirası gözler önüne seriyor.
Bu tür çerçeveleme, bu yılın bahar döneminde UCI’de de görülmüştür. UCIPD’nin (UCI Polis Departmanı) kampüs çapında yayımladığı bir duyuruda, 200 öğrencinin Fizik Bilimleri Amfi Salonunu işgal ettiği büyük bir abartıyla belirtildi ve bu eylem yanlış bir şekilde “şiddet içeren protesto” olarak yaftalandı.
Daha sonraki e-postalarda bu iddialar geri çekilmiş olsa da ilk uyarılar fazladan polis gücünün çağrılmasına zemin hazrıladı. Hamilton Nolan’ın bir tweetinde belirttiği gibi: “Polisin protestoları şiddetle bastırıp sonra onları ‘şiddet içerikli protestolar’ olarak nitelendirmesi eski bir numara. Bu numara yalnızca basın bu tuzağa düştüğünde işe yarar ve şu anda olan da budur.”
Irvine Belediye Başkanı Farrah Khan’ın üniversiteye durumu fiziksel polis gücü olmadan yönetme çağrısına rağmen, UCI polis departmanı –son on yılda bütçesi yüzde 179 artan bir kurum– Orange County Şerif Departmanından, Irvine polisinden ve komşu kolluk kuvvetlerinden yardım istemeye karar verdi.
Bu yardım, tam teçhizatlı, yüzlerce ağır silahlı çevik kuvvet polisi şeklinde geldi. Benzer durumlar Emory Üniversitesi, UCLA ve diğer pek çok kampüste de yaşandı. Kamu Kayıtları Yasası (PRA) aracılığıyla alınan belgelere göre, yalnızca UCI’deki birkaç haftalık kamp alanı protestosunu polisle bastırmanın maliyeti, fazla mesailer dahil 420 bin doların üzerinde.
Bu, özgürlükçü eğitimin derslerine dayanan öğrenci hareketlerini şiddetle bastırmanın çok daha büyük maliyetinin yalnızca bir parçası.
Üniversite, Dr. Willoughby-Herard’a karşı suçlamaların Orange County Savcılığı tarafından yapıldığını belirterek bu suçlamalardan uzaklaşmaya çalışsa da bu tür bir açıklama, üniversite polisi ile çevredeki kolluk kuvvetleri arasındaki sözde “karşılıklı yardım” ilişkilerini gizliyor.
Bu ilişkiler, kampüslerin tehlikeli bir şekilde militarize edilmesine katkıda bulunuyor. Kent State’de olduğu gibi –FBI’ın katliamla ilgili raporunda Ulusal Muhafızların “nefsi müdafaa” iddialarının olay sonrasında “uydurulduğunu” belirttiği durum– bu tür taktikler, ölümcül gücü kampüslere çağırmayı haklı çıkarmaya yönelik uzun süredir kullanılan yöntemler.
Dr. Willoughby-Herard’ın davası, üniversitelerin, ölümcül gücü kampüse çağırmanın tehlikelerine dair tarihsel dersleri göz ardı ettiğini gösteriyor.
İronik bir şekilde, bu tür baskıları seçen üniversiteler için, geniş çaplı anti-soykırım öğrenci protestoları, üniversitelerin sıklıkla savunduğu ideallerin bir örneği: Bu protestolar hem toplumu kapsayan öğretim ve öğrenim alanları oluşturarak topluluk katılımını artırır hem de küresel bağlantılar kurmayı hedefler.
Dr. Willoughby-Herard’ın tutuklanması, bir muhabirin kendisine işini kaybetmekten korkup korkmadığını sorması üzerine verdiği yanıtla viral olmuştur: “Öğrencilerin geleceği yoksa benim işim nedir ki?” Bu soru, üniversitelere daha iyi yöneltilmeli.
Özellikle uydurulmuş kültür savaşı söylemleri karşısında şu soruyu sormalıyız: Üniversiteler, şiddet içermeyen protesto hakkı ve ifade özgürlüğü gibi demokrasinin temel kurumlarını savunmuyorsa, neye hizmet ediyor? İşte, öğretim üyelerinin öğrenci hareketine verdiği destek tam da bunu amaçlıyor.
Hesap verin. Çekilin. Durmayacağız, dinlenmeyeceğiz!
Çeviri: YDH