Türk-Amerikan ilişkileri: 1975 krizi ve günümüz çelişkileri arasında bir karşılaştırma

img
Türk-Amerikan ilişkileri: 1975 krizi ve günümüz çelişkileri arasında bir karşılaştırma YDH

"Sachs'ın Antalya'daki konuşması bu çelişkileri yansıtan bir ayna oldu. Türkiye, ABD ile olan karmaşık dansında aynı anda hem ortak hem de rakip olmaya devam ediyor."




YDH - Gazeteci İslam Özkan, el-Ahbar gazetesinde kaleme aldığı makalede, AKP dönemi Türk-Amerikan ilişkilerindeki çelişkileri ve algı yönetimini, 1975 Kıbrıs Krizi sırasındaki gerçek yüzleşmeyle karşılaştırıyor. Özkan, Prof. Jeffrey Sachs'ın Antalya Diplomasi Forumu'ndaki konuşmasının, Türkiye'nin Suriye politikasındaki ABD ile işbirliği ve çelişkileri yeniden gündeme getirdiğini belirtiyor. Özkan, medyanın Erdoğan için yaratılan "meydan okuyan lider" imajı ile pragmatik geri adımlar arasındaki farkı nasıl gizlediğini vurguluyor ve tutarlı bir dış politikanın önemine işaret ediyor.

Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye hükümetinin düzenlediği Antalya Diplomasi Forumu, pek çok açıdan dikkatleri üzerine çekti.

Forum, farklı ülkelerden devlet başkanları, siyasetçiler, uluslararası kuruluşların yetkilileri ve akademisyenlerin Türkiye'yi yakından ilgilendiren konularda görüş alışverişinde bulunduğu canlı bir platform oluşturdu.

Ancak en çok tartışma yaratan konuşma, Harvard'da eğitim görmüş, Columbia Üniversitesi'nde profesör olan ve son dört Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ne danışmanlık yapmış Amerikalı Profesör Jeffrey Sachs'ın konuşmasıydı.

Suriye'de 600 bin kişinin hayatına mal olan çatışmalardan büyük ölçüde ABD, İsrail, İngiltere ve Fransa'yı sorumlu tutan Sachs'ın konuşması, hem alkış hem de eleştiri alarak geniş yankı uyandırdı.

Sachs'ın tezi iki ana eksene dayanıyordu:

Birincisi, eski ABD Başkanı Barack Obama'nın Merkezi İstihbarat Teşkilatı'nı (CIA) Beşşar el-Esed'i devirmekle görevlendirdiği ve bu operasyonun milyarlarca dolarlık silah ve mühimmatın aşırılıkçı örgütlerin eline geçmesine yol açtığıydı.

İkincisi, ABD öncülüğündeki Batı'nın, erken bitirilebilecek olan Suriye'deki çatışmayı, Suriye'nin askeri kapasitesi İsrail tarafından yok edilene ve İsrail Suriye topraklarının büyük bölümünü kontrol altına alana kadar uzattığıydı.

Dikkat çekici olan, Sachs'ı foruma davet edenin, onun eleştirel görüşlerinden tamamen haberdar olan Türkiye Dışişleri Bakanlığı olmasıydı.

Hatta Bakanlığın, ABD politikalarına yönelik eleştirel tutumu nedeniyle —ki bu tutum kısmen Türkiye'nin resmi söylemiyle de örtüşüyor— onu kasıtlı olarak seçmiş olabileceği söylenebilir.

Ancak Sachs'ın konuşması Türkiye'de çelişkili tepkilere yol açtı.

İlk gün, ABD'nin Suriye politikasına ve YPG'ye yönelik sert eleştirileri nedeniyle hükümet yanlısı çevrelerden sıcak bir karşılama gördü.

Fakat ikinci günden itibaren rüzgâr tersine döndü; hükümet yanlısı medya ve sosyal medya aktivistleri, Sachs'ı gerçekleri çarpıtmakla suçlayarak saldırmaya başladı.

Sebep? Muhalefete yakın yazarlar ve gazeteciler, onun konuşmasını Türkiye'nin Suriye politikasını eleştirmek için kullandılar ve Türkiye'nin Esed'i devirme girişimlerinde ABD ile işbirliği yaptığına işaret ederek Türk dış politikasının çelişkilerini ortaya çıkardılar.

İşbirliği ve çelişkiler

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı döneminde Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler, stratejik işbirliği ve derin güven krizlerinin bir karışımı şeklinde gelişti.

Suriye, bu ilişkinin en karmaşık sahnesiydi. Türkiye, Esad rejimini devirmek için farklı aşamalarda, özellikle eğit-donat programları ve ortak operasyonlar aracılığıyla ABD ile işbirliği yaptı.

Fakat ABD'nin 2014'ten sonra IŞİD örgütüyle mücadelesi kapsamında YPG'ye verdiği destek, Türkiye'nin güvenlik algılarını derinden sarstı.

Türkiye, YPG'yi PKK'nın bir uzantısı olarak görürken, ABD onu sahada etkili bir güç olarak değerlendirdi ve bu durum ilişkilerde bir çatlak yarattı.

Diğer yandan Rusya farklı bir tutum benimsedi; Ankara'nın Washington ile aşırı yakınlaşmasını önlemek amacıyla Türkiye'nin Suriye'deki operasyonlarına karşı çıkmadı ve Türkiye'yi bölgede bir denge unsuru olarak tuttu.

Böylece Türkiye, kendisini Washington ve Moskova arasında karmaşık bir diplomatik dansın içinde buldu.

Ancak bu dans, Türk kamuoyuna farklı bir şekilde sunuldu. AK Parti, medyanın gücünü kullanarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı ABD'ye meydan okuyan bir lider olarak tasvir etti, oysa gerçekler yüzleşmeden çok esneklikle karakterize edilen pragmatik bir yaklaşıma işaret ediyordu.

Algı yönetimi: Davos'tan Brunson'a

Medya, AK Parti döneminde Türk-Amerikan ilişkileri hakkındaki kamuoyu algısının şekillenmesinde kritik bir rol oynadı.

Erdoğan'ın 2009'daki Davos Zirvesi'nde "one minute" (bir dakika) diyerek oturumu terk ettiği meşhur çıkışı, bunun en belirgin örneklerinden biriydi.

Erdoğan, İsrail'in Filistin politikalarına sert eleştiriler yöneltmiş, ardından moderatörün uyguladığı zaman kısıtlamasına sinirlenerek "Benim için Davos bitmiştir," diyerek oturumu terk etmişti.

Bu tavır, Erdoğan'ı Arap dünyasında bir kahraman haline getirdi ve Türkiye içindeki milliyetçi ve İslamcı tabanının bütünlüğünü destekledi.

Fakat daha sonra eleştirisinin İsrail halkına veya Şimon Peres'e değil, moderatöre yönelik olduğunu açıklaması, söylemdeki bir çelişkiyi ortaya çıkardı.

Türkiye ile İsrail arasındaki iktisadi ve askeri ilişkilerin devam etmesi bu çelişkiyi artırdı.

Ancak hükümet yanlısı medya, bu çelişkileri örtbas etmeyi başararak Erdoğan'ı anti-emperyalist bir lider olarak sundu.

Bu algı yönetimi, Trump'ın mektubu krizi ve Rahip Brunson krizinde de açıkça görüldü.

2019'da ABD Başkanı Donald Trump, Erdoğan'a bir mektup göndererek Suriye'deki Barış Pınarı Harekâtı'nı eleştirmiş ve "Aptal olma!" gibi aşağılayıcı bir dil kullanmıştı.

Erdoğan bu mektuba karşı sessiz kalmayı tercih ederek, "Cevabı zamanı gelince verilecektir," açıklamasını yaptı.

Bu sessizlik içeride bir meydan okuma tavrı olarak sunulsa da, aslında Washington ile gerilimi tırmandırmaktan kaçınmaya yönelik dikkatli hesapları yansıtıyordu.

2018'deki Rahip Brunson krizinde ise Erdoğan başlangıçta sert bir şekilde, "Bir papaz almadan papazı vermeyeceğiz," demiş, ancak ABD'nin iktisadi baskıları ve Türk Lirası'nın değer kaybı onu geri adım atmaya ve Brunson'ı serbest bırakmaya zorlamıştı.

Dışarıda bu geri adım birçoklarına baskılara boyun eğme gibi görünse de, hükümet yanlısı medya Erdoğan'ı ABD'ye meydan okuyan bir muzaffer olarak resmetti.

Böylece medya, söylem ile eylem arasındaki çelişkileri gizleyen paralel bir gerçeklik yaratmayı başardı.

1975 krizi: Gerçek bir yüzleşme

AK Parti dönemindeki algı yönetiminin aksine, Türkiye 1970'lerde ABD ile gerçek bir yüzleşme yaşadı.

1974'te Türkiye, Yunanistan destekli darbe girişiminin ardından Kıbrıs Türklerini korumak için Kıbrıs'ta Barış Harekâtı'nı başlattı.

Fakat ABD, harekâtı "işgal" olarak nitelendirdi ve Şubat 1975'te 1961 tarihli Dış Yardım Yasası'na dayanarak Türkiye'ye silah ambargosu uyguladı.

Ambargo, NATO müttefikinin tutumunu ihanet olarak gören Türkiye'de halkın ve siyasetçilerin öfkesine yol açtı.

Buna karşılık Türkiye, 25 Temmuz 1975'te, stratejik İncirlik Üssü de dâhil olmak üzere topraklarındaki Amerikan askeri üslerinin faaliyetlerini askıya aldı; bu durum Soğuk Savaş döneminde Amerika'nın çıkarlarına yönelik doğrudan bir tehdit oluşturdu.

Türkiye'nin söz konusu Bakanlar Kurulu kararına ilişkin ABD'ye sunduğu notada şunlar belirtiliyordu:

1) Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında 3 Temmuz 1969 tarihinde imzalanan Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması ve bununla ilgili diğer tüm anlaşmalar hukuki geçerliliğini yitirmiştir.

2) Bu durum ışığında, münhasıran Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) görevlerine tahsisli kalacak olan İncirlik ortak savunma tesisi hariç olmak üzere, Türkiye'deki tüm ortak savunma tesislerinin faaliyetleri yarından, yani 26 Temmuz 1975'ten itibaren durdurulmuştur.

3) Faaliyetleri durdurulan tüm tesisler, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tam kontrol ve denetimine devredilecektir.

Bu kararlı yanıtın öncülüğünü Başbakan Süleyman Demirel yapmıştı ve bu durum, Amerikan üslerinin Sovyetler Birliği'ne karşı istihbarat operasyonları için hayati bir merkez olduğu bir dönemde Türkiye'nin meydan okuma yeteneğini gösterdi.

Kriz, Türkiye'yi savunma sanayisinde dışa bağımlılığını yeniden değerlendirmeye zorladı ve Aselsan gibi kurumların kuruluşunu teşvik etti.

Kriz, 1978'de ABD Başkanı Jimmy Carter'ın baskısıyla ABD'nin ambargoyu kısmen hafifletmesiyle yatışmaya başladı ve 1980'de üslerin yeniden açılmasını ve yardımların yeniden başlamasını sağlayan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile tamamen çözüldü.

Ancak bu kriz, güvende derin bir yara bıraktı ve Türk kamuoyunda Amerika karşıtı duyguları güçlendirdi.

Medyanın rolü ve çelişkiler

AK Parti dönemindeki Türk-Amerikan ilişkileri, işbirliği ve çelişkilerle dolu bir anlatı oluşturdu.

Medya, bu hikâyeyi kamuoyuna sunmada merkezi bir rol oynadı; Erdoğan'ı anti-emperyalist bir kahraman olarak resmederken, söylemleriyle eylemleri arasındaki çelişkileri gizledi.

Davos'ta, Trump'ın mektubu krizinde ve Brunson krizinde, tutumlar güçlü sloganlarla başladı ancak iktisadi ve diplomatik baskılar karşısında pragmatik geri adımlarla sonuçlandı.

Yandaş medya, bu geri adımları hayali zaferlere dönüştürmeyi başararak gerçeklikten farklı bir algı yarattı.

Jeffrey Sachs'ın Antalya Forumu'ndaki konuşması bu çelişkileri açıkça ortaya koydu.

Konuşma, ABD'yi eleştirmesi açısından resmi Türk söylemiyle uyumlu görünse de, muhalefet tarafından Türkiye'nin Suriye'de Washington ile işbirliğini ortaya çıkarmak için kullanıldı ve bu durum hükümeti zor durumda bıraktı.

Böylece medya, gerçekleri ortaya çıkarmak yerine çelişkileri gizlemek için bir araç haline geldi.

Buna karşılık, 1975 krizi Türkiye'nin algı yönetimine dayanmadan ABD'ye kararlı bir duruşla karşı koyma yeteneğini gösteriyor.

Amerikan üslerinin kapatılması ulusal egemenliğin bir ifadesiyken, AK Parti dönemi fiilen gerçekleştirmek yerine yüzleşme imajını yaratmak için medyaya dayandı.

AK Parti dönemindeki Türk-Amerikan ilişkileri, işbirliği ve çelişkilerden oluşan karmaşık bir tablo çizdi. Medya, algı yaratma gücüyle Erdoğan'ı Batı hegemonyasına meydan okuyan bir lider olarak tasvir edebildi, ancak Davos, Trump'ın mektubu ve Brunson krizi gibi olaylar söylem ile gerçeklik arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Ulusal bir kararlılık gösteren 1975 krizindeki gerçek yüzleşmenin aksine, AK Parti dönemindeki dış politika, kararlı duruşlar sergilemekten çok algı yönetimine dayandı.

Sachs'ın Antalya'daki konuşması bu çelişkileri yansıtan bir ayna oldu. Türkiye, ABD ile olan karmaşık dansında aynı anda hem ortak hem de rakip olmaya devam ediyor.

Bu dansın ritmini bulmak, medyanın sadece algı yaratma gücüne değil, tutarlı ve gerçekçi bir dış politikaya sahip olmayı gerektiriyor.

Çeviri: YDH