Devletin gücü ve direnişin konumu: Net bir bakışa doğru

img
Devletin gücü ve direnişin konumu: Net bir bakışa doğru YDH

"Lübnan'ın uluslararası ilişkilerinin ve Güvenlik Konseyi'nin onu Siyonist soykırımcı rejimden koruyacağına inanmak için insanın ya ahmak ya da münafık olması gerekir."




YDH - Lübnan'da direnişin silahsızlandırılması tartışmalarını ele alan yazar ve akademisyen Hristo el-Murr, uluslararası hukukun İsrail'e karşı koruma sağlamada yetersiz kaldığını ve kara işgalini yalnızca direnişin engelleyebildiğini vurguluyor. Yazar, silahsızlanma yerine ordunun güçlendirilerek direnişin devletin savunma stratejisine entegre edilmesini öneriyor.

Siyasi sahtekârlık ve üstü kapalı işbirliği döneminde, Lübnan'da Siyonist varlıkla "ilişkilerin normalleştirilmesi" veya "barış" meselesi, sanki meşru siyasi seçenekmiş, hatta süregiden krizden çıkış yoluymuş gibi sunuluyor.

Normalleşme, bazı elitlerin medya söyleminde jeopolitik değişimlerin gerektirdiği "gerçekçi" zorunluluk veya "ekonomik fırsat" olarak gösteriliyor ve herhangi işgalin veya İsrail "ihlali"nin uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk ve Güvenlik Konseyi tarafından çözüleceği varsayılıyor.

Açık olanla başlayalım; Lübnan'ın uluslararası ilişkilerinin ve Güvenlik Konseyi'nin onu Siyonist soykırımcı rejimden koruyacağına inanmak için insanın ya ahmak ya da münafık olması gerekir.

Hafızamız, işgal ordusunun Lübnan'dan çekilmesini öngören ve 19 Mart 1978'de çıkarılan Güvenlik Konseyi'nin 425 sayılı kararının, 22 yıllık uluslararası ilişkilere ve Birleşmiş Milletlere yalvarmaya rağmen uygulanmadığına hâlâ tanıktır. Üstelik bu, Güvenlik Konseyi kararıdır.

Düşman, güneyden (veya büyük bölümünden) ancak kendisine pahalıya mal olan ve onu kovan silahlı direnişin baskısı altında çekilmiştir. Bugün de tüm uluslararası yasalar, Gazze'deki halkımıza yönelik soykırımı engellemiyor.

Ayrıca, herhangi bir ülkenin başka bir ülkeyle herhangi bir konuyu görüşmek üzere "müzakere" masasına oturması, eğer o ülke güç unsurlarına sahip değilse teslimiyetten başka bir şey değildir.

Bu son derece açık, ancak açıklayıcı olması için bir örnek verelim: Filistin Kurtuluş Örgütü, taş intifadasını ve silahlı mücadeleyi durdurup tüm güç kartlarını teslim ettiğinde, İsrail'i tanıyarak dünyaya onunla ilişki kurma kapısını araladığında ve Birleşmiş Milletlerin, Siyonizmin ırkçılığın bir biçimi olduğuna dair kararını iptal etmesinin yolunu açtığında, bu bir teslimiyet ilanıydı.

Bu yüzden kapsamlı çözüm ve Filistin devletinin ilanı için varsayılan müzakereler başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü güç yokluğunda başarısızlık kaçınılmazdır.

Bu nedenle, Lübnan'da aklın ve bilgeliğin gereği, düşmanın toprakları işgal etmesini engelleyebilen —son savaşta (ki henüz bitmedi) bile— yegâne silahın elden alınması yönündeki çağrılardan ve çabalardan kaçınmaktır. Bu, devasa bir iştir, önemsiz bir iş değil!

Direnişin Lübnan'ı korumada başarısız olduğunu söyleyenler aceleci davranıyor. Bu doğru değil. Direniş, caydırıcılık denkleminde başarısız oldu ancak Lübnan'ı korumada tamamen başarısız olmadı; düşmanın birkaç yüz metreden fazla ilerlemesini engelledi.

Ateşkes anlaşması, Lübnan halkının işgalin ilerlemesini önlemek için yaptığı fedakârlıkları boşa çıkardı (Biliyorum ki ahmak, kinci ve münafık olanlar güney halkını bizim halkımız olarak görmüyor, fakat ahmaklık, kin ve münafıklık gerçeği değiştirmez).

Yani direniş tamamen başarısız olmadı, aksine kapasitesinin sınırları net bir şekilde ortaya çıktı: Kara saldırısını püskürtmek. Bütün Arap ülkelerinin —özgür Yemen de dâhil— Siyonist düşmanın hava gücünü caydırabilecek füze kapasitesine sahip olmadığını hatırlarsak, direnişin varlığının yokluğundan daha iyi olduğu açıktır.

Zira direniş kara saldırısını püskürtmeye olanak tanırken, yokluğu ne karada ne de havada hiçbir gücün kalmaması anlamına gelir.

Bu yüzden, aklı başında olan ve Lübnan'daki insanları gerçekçi bir şekilde savunduğunu iddia eden (veya öyle görünen) ve onların hayatlarını önemseyen herkesin, karadan koruma sağlayabilen tek güce tutunması ve bu yegâne silahı nasıl elden alacağını düşüneceğine, bu kapasiteyi ulusal orduya benzer bir yetenek kazandırarak nasıl genişletebileceğini ve ülkeye hava savunma kabiliyeti nasıl sağlayabileceğini düşünmesi gerekir.

Bunun Amerika'nın baskısı nedeniyle mümkün olmadığını düşünenler ise (ki ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum), bu durum onları ülkedeki mevcut tek güce daha fazla sarılmaya itmelidir.

Her şeyin net olduğu ve ülkeyi sadece ordunun koruduğu ideal devletleri sevenlere gelince; onlar, silahların devlet tekelinde olmasının teorik zorunluluğu hakkında pervasızca konuşmak yerine, ordunun kapasitesini artırıp insanların hayatını koruyabileceğini halka kanıtlayabilirler.

Ancak mevcut karmaşık ve gerçek şartlarımız altında biraz düşünelim: Silahların devlet tekelinde olması ilahi bir emir değil, devletler hakkında lehte ve aleyhte yanları olan insani bir fikirdir ve dünyadaki tek olası yenilik de bu değildir.

Neden koşullarımızda, halkın askeri direnişinin varlığı ile ülkenin ordusunun varlığını uzlaştırabilecek bir yol düşünmeyelim?

Biz insanlar, bugün medeniyette her gün karşımızda gördüğümüz şeyleri icat ettik; ordu ile halkın silahlı gücü arasında ülkeyi savunmada dayanışma için bir çerçeve de icat edebiliriz.

Böylece direniş, devletin veya onun savunma stratejisinin bir parçası olur. Bu imkânsız mı? Kesinlikle hayır. İnsanlık, binbir meselede en iyi çözümleri üretecek en iyi beyinlere sahiptir.

Niyetler halis olur ve direniş ile devleti inşa etme fikrine sadık olanlar arasında güven tesis edilirse, böyle bir mesele bize zor gelmeyecektir. Önemli olan, vizyonun insanların hayatını korumak olmasıdır.

Şimdi pek çok okurun zihninin arka planında beliren soruya cevap verelim: Direnişi neden eleştiriden muaf tutuyoruz? Mevcut direniş eleştiriden uzak ve kusursuz mu? Hayır, asla.

Zayıf ve güçlü yönlerini, hatalarını ve bariz siyasi günahlarını ortaya koymak için eleştirilebilir: Bankalar ve yolsuzluk yapanlarla kurduğu fiili ittifak, mevcut adaletsiz düzeni canla başla savunması ve ulusal birliğin kurulmasını engellemesi gibi.

Bu meseleler, insanların hayatını savunma kabiliyetiyle bağlantılıdır. Artık direnişin destekçileri bile onun zulmü savunmasını ve korumasını, sadece çözülme üreten ve çoğu insanı ezen bir sistemi (insanların bankalar tarafından soyulmasına izin veren sistem zalim değil midir?) himaye etmesini, her türlü seçimde siyasi düşmanlarıyla bile işbirliği yaparak mevcut iktidarda herhangi bir değişikliği fiilen engellemesini ve halkını birleştirecek bir proje sunmaktan veya desteklemekten kaçınmasını kabul edemez.

Kapsamlı sağlık güvencesini fiilen reddetmek ve seçimlerin doğum yerine ikametgâh esasına göre yapılmasını fiilen reddetmek, modern bir devlet projesine yönelik, direnişin siyasi temsilcilerinin başkalarıyla birlikte katıldığı bir sabotajın parçası değil midir?

Geleceğimiz, tüm insanların hayatı için birlikte yürüme konusundaki kolektif yeteneğimize bağlıdır. Biz, tüm insanlar için hayatı sevenler ve onu daha bol sevenler, aynı gemideyiz; ya birlikte batarız ya da birlikte kurtuluruz. Hiçbir vatanda tek başına kurtulan bir grup yoktur.

Çeviri: YDH