"Bugünkü gerilim, İran, Rusya veya Çin'in kaybıyla değil, bizzat ABD'nin kalbinde yaşanacak bir iç patlamayla sonuçlanabilir."

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Muhammed Ali Fakih, İran'ın Rusya ve Çin'in desteğiyle giderek güçlenen bir eksen oluşturduğunu ve Batı'nın hegemonyasının zayıfladığını ifade ediyor. ABD'nin Irak ve Afganistan gibi geçmişteki stratejik başarısızlıklarının, yeni bir çatışma durumunda İsrail'in nükleer tehditleriyle birleşerek Amerikan iç politikasını çökertebileceğini belirten yazara göre bu mücadele, sömürgeciliğe karşı direnişi temsil eden İran ile çökmekte olan Batı sistemi arasında bir hak-batıl savaşı olup, küresel güç dengelerinin yeniden şekilleneceğinin habercisi.
Son günlerde Batı medyasında yer alan haberler, Çin'den kalkan dört kargo uçağının İran'a indiğini ortaya koydu. Kargonun niteliği açıklanmadı ancak bu durum, eğer doğruysa, Tahran'a son derece hassas bir zamanda gelişmiş askeri destek ulaştığına dair inancı güçlendiren bir işaret.
Batı gazetelerinde ve kaynaklarında yayılanların doğruluğundan bağımsız olarak, İran'ın dostu olan ülkelerin dışişlerinden gelen açıklamalar stratejik anlamlar taşıyor: İran yalnız değil, aksine Çin ve Rusya tarafından teknik ve lojistik olarak desteklenen, Batı hegemonyasına karşı uluslararası bir ekibin içinde sağlam bir eksen haline geldi.
Batı'nın baskılarına ve ambargoya rağmen İran, silah envanterinde veya gerilimi tırmandırma kapasitesinde bir eksiklik yaşıyor gibi görünmüyor.
Aksine, düşmanı İsrail'in çok katmanlı hava savunma sistemlerinin kullanımını rasyonelleştirmeye başvurduğu konuşuluyor.
Bu, görüşleri YouTube kanallarını dolduran Douglas Macgregor, Andrey Martyanov ve Scott Ritter gibi askeri uzmanların görüşüdür. Onlara göre İran, düşman İsrail'den fersah fersah üstün.
Amerikan sığınak delici bombalarının (Bunker Busters) İran'ın nükleer tesislerini hedef almadaki etkinliğinin sorgulanması, bu tesislerin ya çok derine gömüldüğü ya da gelişmiş sistemlerle korunduğuna dair artan bir farkındalığı yansıtıyor.
Bu, Amerikan askeri kurumunu müdahale kararını ertelemeye iten birçok sorudan biri.
Çatışmanın tırmanması halinde Tahran, "önleyici caydırıcılık" olarak bilinen konsept dahilinde caydırıcı bir seçenek olarak nükleer programını hızlandırmak zorunda kalabilir. Bu da bölgeyi tarihi bir dönüşümün eşiğine getirir.
Irak veya Suriye'deki Amerikan üslerinin ya da Körfez'deki gemilerin, onlarca veya yüzlerce kişinin ölümüne yol açacak hassas saldırılara maruz kalması durumunda (ki aynı askeri uzmanlara göre bu olasılık yüksek), Amerikan kamuoyu temkinli destekten her türlü ek müdahaleye yönelik gürültülü bir ret tavrına hızla geçebilir veya tam tersine topyekûn bir savaş talep edebilir.
Bu çelişki ve bölünme, sıkıcı seçim kutuplaşması çerçevesinde kalmayıp, Amerikan devletinin tamamını tehdit eden büyük bir kaos şeklinde kitlesel bir öfkeye dönüşebilir.
Fakat her iki seçenek de potansiyel bir felaket taşıyor: Ya yeni bir bataklığa saplanmak ya da Amerikan askeri ve siyasi kurumuna olan güven krizini derinleştirecek aşağılayıcı bir geri çekilme.
En karanlık senaryo, İsrail'in açık bir askeri yenilgiye uğraması durumunda nükleer silah kullanma ihtimali.
Bu seçenek, eğer gerçekleşirse, çatışmayı bölgesel çerçevesinden çıkarıp küresel bir nükleer çatışmaya taşıyacaktır.
Özellikle Çin veya Pakistan gibi diğer nükleer güçlerin kendi çıkarlarını veya ittifaklarını savunmak için karşılık vermeye karar vermesi durumunda sonuç, karşılıklı caydırıcılık sisteminin çöküşü ve nükleer bir "kıyamet günü" sarmalına girilmesi olacaktır.
Amerikan askeri doktrini, Rambo ve benzerlerinin imajında görüldüğü gibi teknolojik üstünlüğe ve medya propagandasına dayanır.
Fakat tarihsel gerçekler farklı bir hikaye anlatıyor. Kore'den Vietnam'a, Afganistan'dan Irak'a, son her zaman aynıydı: Taktiksel başarılara rağmen stratejik bir fiyasko.
Bu dersler, özellikle Batı'nın sözde askeri üstünlüğüne rağmen hegemonyasını dayatmakta başarısız olduğu Ukrayna ve Yemen'de tekrarlandığında, göz ardı edilemez.
Bir uçak gemisine yönelik büyük bir darbe veya Amerikan kuvvetlerinin kesin bir karşılık veremeyecek şekilde doğrudan hedef alınması, Amerikan iç politikasını sarsmaya yeter.
"Sonu gelmeyen savaş" sahnesinin tekrarlanması, Amerikan halkının geniş kesimlerini şu soruyu sormaya itecektir: Bu kayıpların anlamı ne?
Ekonominin kırılganlığı ve keskin siyasi kutuplaşma ortamında, bahsettiğimiz gibi, halkın öfkesi bizzat sistemin bütünlüğünü tehdit eden bir meşruiyet krizine dönüşebilir.
ABD Gazi İşleri Bakanlığı'nın verileri (Mayıs 2007), Körfez Savaşı'na dair şaşırtıcı rakamlar ortaya koyuyor.
Bu, Amerikan savaşlarının sonuçlarının savaş meydanlarıyla sınırlı kalmadığını, aksine Amerikan iç yapısını sosyal, sağlık ve psikolojik olarak kemirdiğini kanıtlıyor.
Hatta bu rakamlardan çıkarılan gerçek şudur ki, Amerika savaşlarında çok şey kaybediyor ve bunu kolayca yapıyor.
İran'ı çevrelemek için Irak'ı işgal eden ABD, nihayetinde aşağılayıcı bir şekilde geri çekildi ve arkasında Direniş Ekseni'ne daha yakın, çatışmaya daha hazır bir Irak bıraktı.
Afganistan'da ise Taliban, Amerika ve müttefiklerine trilyonlarca dolara, binlerce ölüye ve milyonlarca mülteciye mal olan bir savaşın ardından yönetime geri döndü.
Ukrayna'da Batı, yüzlerce milyar dolar akıtmasına ve Kiev'i en modern sistemlerle donatmasına rağmen stratejik hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremedi.
Savaş, sonuçları inkar edilemeyecek uzun bir yıpratma savaşına dönüştü: Avrupa'da halk desteğinin aşınması, ABD'de iç siyasi bölünmeler ve Rusya'yı sahada caydırmada bariz bir acizlik. Sonuç? Yavaş yavaş belirginleşen ve küresel güç dengelerini Amerikan kutbundan uzağa taşıyarak yeniden düzenleyen stratejik bir yenilgi.
Tüm bu deneyimlere rağmen, Donald Trump ve Washington'daki benzeri şahinler hâlâ tek cevabın "güç" olduğunu düşünüyor. Fakat bugünkü gerilim, İran, Rusya veya Çin'in kaybıyla değil, bizzat ABD'nin kalbinde yaşanacak bir iç patlamayla sonuçlanabilir.
Ve Trump, kendisini uyaranları iyi dinlemeli: İsrail'in kaybetmeye devam etmesi ve nükleer silah imasında bulunması veya kullanması, tüm dünyanın dengesini altüst edecek ve Amerikan hegemonyasından geriye anılardan başka bir şey bırakmayacaktır.
Sonuç
Bu savaş, tüm boyutlarıyla, zaten derin bir iç kırılganlıktan mustarip olan Batı'nın lehine sonuçlanmayacaktır.
Bu kırılganlık, kangren haline gelmiş ekonomik, sosyal ve demografik krizlerden kaynaklanıyor.
Batı sistemi, dünyaya ahlaki veya siyasi bir vizyon sunma yeteneğini kaybetmiş, pusulası çıkarların ve kibrin ağırlığı altında çöktü.
Bugün yaşananlar açıkça bir hak ile batıl savaşı: İran, halkların iradesini, egemenliği ve modern sömürgeciliğe karşı direnişi temsil ediyor. İsrail ve Batı ise tarihin defalarca reddettiği üstünlük ve hegemonya doktrininin birer cisimleşmiş hali.
Eğer savaşlar teçhizat ve mühimmatla ölçülüyorsa, Batı'nın elinde yeteri kadarı yoktur. Eğer ahlaki ve manevi ölçütle ölçülüyorsa, Batı'nın bundan hiç payı yoktur. Burada şüphe yok ki kefe, hakikati seçenlerden yana ağır basar, hayale bel bağlayanlardan değil.
Çeviri: YDH