"Bugün yaşananlar, askerî, güvenlik, diplomatik ve psikolojik araçların bir bileşiminden yararlanan, uzun vadeli ve aşamalı bir stratejidir. Bu strateji, hedef ülkelerdeki güç boşluklarına ve mevcut siyasi–toplumsal bölünmelere dayanarak, acele etmeden fakat istikrarlı ve kesintisiz biçimde ilerlemektedir."

Giriş
13 Ağustos 2025’te İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, i24 haber kanalına verdiği mülakatta, görünüşte ideolojik bir ifade gibi duran, ancak aslında bu rejimin stratejik planlarının derinliğine bir pencere açan bir cümle sarf etti. Şöyle dedi: “Büyük İsrail vizyonuna son derece bağlıyım. Bu benim tarihî ve manevi görevimdir; geçmişteki Yahudi nesillerin hayalini kurduğu ve gelecek nesillerin de kuracağı bir görevdir.”
Bu cümle yalnızca sembolik bir tutum değildir. Aynı zamanda jeopolitik, güvenlik ve hatta dinî mesajlar taşır ki, bunları anlamak Ortadoğu’daki gelecekteki gelişmelerin seyrini daha iyi tahmin etmeyi mümkün kılar.
“Büyük İsrail”, bazı Siyonist ve dinî akımların zihniyetinde yalnızca kısa vadeli bir siyasi hedef değil; kutsal metinlere dayanan ve Nil Nehri'nden Fırat'a kadar uzanan sınırları kapsayan uzun vadeli bir projedir.
Bu nedenle, bu makalede aşağıdaki başlıkları ele alacağız:
1) Nil’den Fırat’a uzanan fikrin ideolojik kökenleri
2) Günümüz dünyasında Büyük İsrail’in siyasi anlamı
3) Arap ülkelerinin tepkisi ve Batı’nın sessizliği
4) Suriye: Caydırıcı setten nüfuz alanına
5) Davut Koridoru; stratejik bağlantı halkası
6) İbrahim Anlaşmaları; diplomatik örtü ve güvenlik sonuçları
7) Lübnan ve Hizbullah’ın zayıflatılması
8) Irak: Haşd Şabi’nin kontrol altına alınması
9) İran: Çok yönlü baskının nihai hedefi
10) Türkiye’ye uyarı
11) Stratejik değerlendirme ve sonuç
Nil’den Fırat’a uzanan fikrin ideolojik kökenleri
“Büyük İsrail” fikri, dinî yorumlarda Tanrı ile İbrahim arasında Tevrat’ta yapılan ahde dayandırılır. Bu vaat, çeşitli ayetlerde dile getirilmiştir; bunlardan bazıları şunlardır:
Yaratılış 15:18: O gün Rab, İbrahim ile antlaşma yaptı ve şöyle dedi: “Bu ülkeyi, Mısır Nehri’nden büyük nehir Fırat’a kadar soyuna verdim.”
Çıkış 23:31: “Sınırlarını Kızıldeniz’den Filistin Denizi’ne, çölden Fırat Nehri’ne kadar belirleyeceğim.”
Tesniye 11:24: “Ayağınızı bastığınız her yer, çölden Lübnan’a, Fırat Nehri’nden batıdaki denize kadar sizin olacaktır.”
Eğer bu sınırlar günümüz haritası üzerinde çizilecek olursa; Mısır’ın bir kısmı (Sina Yarımadası), tüm işgal altındaki Filistin, Ürdün, Suriye ve Irak’ın büyük bölümleri, Suudi Arabistan’ın bazı kısımları ve hatta Türkiye’nin güney ve güneydoğusundaki bazı bölgeler dâhil olur.
Bu aşırı yoruma göre, Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynak bölgeleri olan Şanlıurfa, Mardin ve Hakkâri illeri de bu “Vaat Edilmiş Topraklar”ın bir parçası sayılmaktadır. Böyle bir fikrin gerçekleşmesi, İsrail’e Şam ve Mezopotamya’nın su kaynakları üzerinde kontrol imkânı sağlayarak hayati bir jeopolitik üstünlük kazandırır.
Günümüz dünyasında “Büyük İsrail”in siyasi anlamı
Çağdaş İsrail siyasetinde “Büyük İsrail” terimi, görünüşte 1967 Savaşı’ndan sonra işgal edilen toprakların tamamen ilhakı anlamına gelir; yani Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri. Bu, İsrail’in resmî söyleminde ve medyasında en sık duyulan tanımdır.
Ancak bu günlük ifadenin ardında, kökleri Tevrat ayetlerine ve dinî Siyonizm yorumlarına dayanan çok daha geniş bir zihinsel harita bulunmaktadır.
Birçok sağcı İsrail lideri, “Nil’den Fırat’a” ifadesini açıkça dile getirmeseler bile, fiiliyatta İsrail’in nüfuz alanını kademeli olarak genişletecek politikalar izlemektedir. Bu genişleme, her zaman resmî işgal ve bayrak değişimi anlamına gelmez; daha çok şu yollarla sürdürülür:
— Hedef bölgelerin demografik yapısını değiştirmek
— Güvenlik tampon bölgeleri oluşturmak
— Askerî ve istihbarî varlığı kalıcı hâle getirmek
— Çevre ülkelerde ekonomik ve siyasi nüfuzu artırmak
Bu yöntem, resmî toprak ilhakı olmaksızın İsrail’in kilit bölgeler üzerinde stratejik bir kontrol elde etmesini sağlar. Örneğin, Golan Tepeleri’nin işgali ve resmî ilhakı sadece meselenin bir boyutudur; diğer boyut ise, Suriye’nin güneyini kalıcı bir nüfuz alanına dönüştürmek ve burayı doğuya doğru atılım için bir sıçrama tahtası olarak kullanmaktır.
Bu çerçevede denilebilir ki, “Büyük İsrail” günümüz siyasetinde uzak bir ideal veya slogan değil; mevcut işgal bölgelerinin pekiştirilmesiyle başlayan, ardından nüfuz halkalarının ve coğrafi bağlantıların oluşturulmasıyla adım adım “Nil’den Fırat’a” uzanan daha geniş sınırlara yönelen çok aşamalı bir yol haritasıdır.
Arap ülkelerinin tepkisi ve Batı’nın sessizliği
Netanyahu’nun “Büyük İsrail” vizyonuna açıkça destek veren sözleri, Arap dünyasında sert tepkilere yol açtı. i24 kanalına verdiği röportajın yayımlanmasının hemen ardından, çeşitli Arap başkentlerinden bu açıklamanın sonuçlarına dair uyarılar içeren resmî bildiriler ardı ardına geldi.
Mısır, Dışişleri Bakanlığı üzerinden yaptığı açıklamada bu ifadelerin “bölgedeki istikrarsızlığın bir unsuru” olduğunu ve İsrail’in “barışı reddettiğinin” göstergesi sayıldığını belirtti. Kahire, söz konusu açıklamalar hakkında resmî izahat talep ederken, bu tür görüşlerin bölge ülkelerinin barış ve ortak güvenlik hedefleriyle tamamen çeliştiğini vurguladı.
Ürdün, daha sert bir üslup kullandı. Dışişleri Bakanlığı, Netanyahu’nun sözlerini “tehlikeli ve kışkırtıcı bir tırmanış, devletlerin egemenliğine tehdit, uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın açık ihlali” olarak nitelendirdi. Açıklamada ayrıca İsrailli yetkililerin “hayal ürünü iddialarının” Filistin halkının meşru hak ve tutumlarını değiştirmeyeceği, ancak Gazze ve Batı Şeria’daki şiddet ve çatışma döngüsünü şiddetlendirebileceği uyarısında bulunuldu.
Katar, yayımladığı resmî bildiride bu tutumu, “gurura dayalı işgalcilik politikalarının ve devletlerin egemenliğinin açık ihlalinin” devamı olarak niteledi ve bölgede adil, kapsamlı ve kalıcı barış çabalarına tam destek verdiğini açıkladı.
Suudi Arabistan, İsrailli yetkililerin “yayılmacı fikir ve projelerini” açıkça reddetti ve “Filistin halkının bağımsız devlet kurma konusundaki tarihî ve yasal hakkını” bir kez daha vurguladı.
Arap Birliği, bu eğilimleri “Arap ortak ulusal güvenliği için ciddi bir tehdit” olarak tanımladı.
Filistin Yönetimi ve Hamas, her ikisi de bu açıklamaları kışkırtıcı olarak nitelendirdi ve İsrail’in yayılmacı niyetlerinin bölgenin güvenlik ve istikrarını tehdit ettiğini belirtti.
Türkiye, henüz bu konuyda resmi bir açıklama yapmadı.
Bununla birlikte, analitik açıdan daha önemli olan husus, Batılı ve Amerikalı yetkililerin bu sözler karşısındaki tam sessizliğidir. Ne Washington ne de Avrupa başkentleri, bu tutumu sembolik düzeyde bile kınamamıştır.
Bu sessizlik, fiilen Tel Aviv için diplomatik bir “yeşil ışık” olarak yorumlanabilir. O halde İsrail’e verilen örtülü mesaj şudur: Batı dünyası, en azından resmî düzeyde, bu tür görüşleri görmezden gelmeye veya tolere etmeye hazırdır.
Eski Suriye önleyici bir setti, şimdiki Suriye İsrail'in nüfuz alanına dönüştü
Suriye daha önce, İsrail’in bölgedeki yayılmacılığına karşı en önemli stratejik barajlardan biriydi. Hafız Esed ve Beşşar Esed yönetimi, Golan’ın işgaline karşı kararlı bir tavır sergilemiş, direniş eksenine verdiği destek ve İran ile Hizbullah’la kurduğu iletişim hatlarını korumasıyla, Tel Aviv’in projelerine karşı adeta bir jeopolitik set oluşturmuştu.
Ancak bu set 8 Aralık 2024'te çöktü. Geçmişte Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri olarak tanınan, bölgesel ve bölge dışı aktörlerle karmaşık ve çelişkili ilişkilere sahip Ebu Muhammed el-Colani iktidar oldu. Şam’daki iktidar değişikliği, İsrail’in Suriye’nin savunma ve askerî altyapılarına yönelik geniş çaplı ve hedefli saldırılarıyla eş zamanlı gerçekleşti.
Bu değişimin hemen ardından İsrail, bir dizi hava ve füze operasyonuyla Suriye’nin tüm stratejik imkânlarını ve savunma sistemlerini ya imha etti ya da ciddi şekilde zayıflattı. Hava üsleri, mühimmat depoları, radar sistemleri ve Suriye ordusunun komuta merkezleri hedef alındı; böylece Şam’ın askerî caydırıcılık kapasitesi neredeyse sıfira indirildi.
Aynı dönemde İsrail güçleri, Golan bölgesinde saha ilerlemelerine girişerek mevzilerini sağlamlaştırdı ve bu bölgedeki nüfuzlarının derinliğini artırdı. Bu ilerlemeleri kolaylaştıran unsur ise Suriye’deki yeni yönetimin sessizliğiydi; öyle ki bu sessizlik, İsrail’in Golan’daki adımlarına ciddi bir itiraz getirmediği gibi, Colani’nin Tel Aviv ile doğrudan çatışmadan kaçınma yönündeki genel tutumuyla da örtüşüyordu.
Böylece, bir zamanlar bölgesel caydırıcılıkta etkin bir aktör olan Suriye; yönetim değişikliği, savunma yapısının çöküşü ve siyasi önceliklerin değişmesi sonucunda, İsrail’in sessiz ve kademeli ilerleyişine açık bir nüfuz alanına dönüşmüş oldu. Bu durum, Tel Aviv’in sonraki projeleri – özellikle de Davut Koridoru’nun oluşturulması – için kritik bir zemin teşkil etmektedir.
Davut Koridoru; stratejik bağlantı halkası
Davut Koridoru, mevcut aşamada İsrail’in en önemli projelerinden biridir ve Tel Aviv’in, Suriye’deki güç boşluğundan ve bölgesel dengelerin kendi lehine değişmesinden nasıl yararlandığını açıkça göstermektedir.
Bu koridor, temelde bir kara ve lojistik hattıdır; işgal altındaki Golan Tepeleri’nden başlar, Suriye–Ürdün–Irak üçgeninde yer alan ABD üssü Tenef’e ulaşır ve buradan Suriye’nin kuzeydoğusundaki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki bölgelere kadar uzanır.
Koridorun temel amacı, eşzamanlı olarak birkaç işlevi yerine getirecek bir nüfuz ve bağlantı kuşağı oluşturmaktır:
— Golan’ı doğrudan Fırat’ın doğusuna bağlamak: Bu bağlantı, İsrail’i fiilen Fırat Nehri’ne yaklaştırır ve “Nil’den Fırat’a” ideolojik coğrafyasının bir bölümünü hayata geçirir.
— Kuvvet ve teçhizat naklini kolaylaştırmak: ABD ve yerel müttefiklerle işbirliği içinde, bu hat Suriye’nin ve hatta Irak’ın farklı bölgelerine silah, personel ve istihbarat aktarımı için güvenli bir güzergâh sağlayabilir.
— Suriye devletinin coğrafi bağını koparmak: Bu koridorun varlığı, Suriye’nin doğu ve güney bölgelerinin merkezi hükümetin denetiminden daha da çıkmasına yol açar.
Davut Koridoru’nu daha tehlikeli bir proje hâline getiren unsur, ABD’nin güvenlik şemsiyesi ve “İbrahim Anlaşmaları”nın genel çerçevesiyle uyumlu olan bazı Arap ülkelerinin gayriresmî desteğidir. Bu koridor, fiiliyatta yalnızca İsrail’in askerî stratejisinin bir parçası değil, aynı zamanda Şam bölgesindeki güç dengelerini değiştirecek jeopolitik bir araçtır.
Stratejik açıdan bu koridorun tamamlanması, İsrail’in Golan’dan doğu ve kuzeydoğu Suriye’ye, oradan da Irak sınırına kadar operasyonel erişim sağlaması anlamına gelir. Böyle bir konum, Irak’taki Haşd Şabi’ye doğrudan baskı uygulama ve İran sınırlarına daha yakın bir tehdit oluşturma imkânı verir.
Ancak projenin etkileri sadece Suriye ve Irak’la sınırlı değildir; Türkiye de bu plana son derece hassas yaklaşmak zorundadır.
Golan’ın, SDG’nin kontrolündeki bölgelere bağlanması, ABD’nin müttefiki olan PYD'nin Kuzey Suriye’deki siyasi ve askerî konumunu güçlendirmek demektir. Güney sınırlarında herhangi bir bağımsız Kürt varlığına şiddetle karşı çıkan Ankara için, böyle bir hattın kalıcı hâle gelmesi sahadaki dengeyi ciddi şekilde Türkiye aleyhine değiştirebilir.
Bu nedenle Davut Koridoru, “Nil’den Fırat’a” fikrinin aşamalı şekilde hayata geçirilmesi için İsrail’in operasyonel halkalarından biri olarak değerlendirilmelidir; öyle bir halka ki Suriye, Irak, İran ve özellikle Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan tehdit etmektedir.
İbrahim Anlaşmaları; diplomatik kisve ve güvenlik sonuçları
2020 yılından itibaren ABD’nin arabuluculuğuyla İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında imzalanan ve “İbrahim Anlaşmaları” olarak adlandırılan proje, görünüşte siyasi ve ekonomik ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik bir mutabakattı. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan, bu anlaşmayı kabul eden ilk ülkeler oldu ve Tel Aviv ile resmî işbirliği kapılarını açtı.
Ancak gerçekte, İbrahim Anlaşmaları yalnızca bir diplomatik pakt değildi; bölgedeki yeni güvenlik mimarisinin bir parçasıydı. Bu mimarinin temel amacı, İran'ın 'Direniş Ekseni' ile İsrail’e karşı oluşturduğu siyasi–güvenlik cephesini kırmak ve Arap dünyası ile İsrail arasında istihbarat ve askerî işbirliği için zemin oluşturmaktı.
Stratejik açıdan bakıldığında, İbrahim Anlaşmaları İsrail’in projeleri için birkaç önemli işlev taşımaktadır:
— Tel Aviv üzerindeki siyasi baskının azaltılması
Önceden, İsrail’in her türlü yayılmacı hamlesi veya askerî operasyonu Arap ülkelerinden sert kınamalarla karşılanıyordu. Ancak İbrahim Anlaşmaları’na birkaç kilit ülkenin katılmasıyla bu eleştirel cephe kırıldı ve bazı Arap hükümetleri fiilen Tel Aviv’in adımları karşısında sessiz kalmaya veya uyum sağlamaya başladı.
— Güvenlik ve istihbarat işbirliği kanallarının oluşturulması
İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasındaki gizli güvenlik işbirliği uzun bir geçmişe sahipti, ancak İbrahim Anlaşmaları sonrasında bu ilişkiler resmî ve açık bir boyut kazandı. Bu çerçeve, Davut Koridoru gibi projelerde veya Lübnan ve Suriye krizlerinin yönetiminde kullanılabilecek bir altyapı sağlar.
— Hassas coğrafyalarda varlık için diplomatik örtü
İsrail, bazı Arap hükümetleriyle kurduğu resmî ilişkiler sayesinde bölgedeki stratejik noktalardaki varlığını meşrulaştırabilir. Bu durum özellikle Suriye, Ürdün ve Irak sınır bölgelerinde önem taşır; zira doğrudan veya dolaylı İsrail varlığı, bu diplomatik örtü olmaksızın çok daha hassasiyet yaratırdı.
— Direniş ekseninin zayıflatılması
İbrahim Anlaşmaları dolaylı olarak Hizbullah, Hamas, Haşd Şabi ve Yemen gibi Direniş Ekseni'nin bileşenleri üzerindeki baskıyı artırır. Bu baskı; ekonomik abluka, lojistik kısıtlamalar veya hatta koordineli istihbarat faaliyetleri şeklinde olabilir.
Bu çerçevede, İbrahim Anlaşmaları’nı İsrail’in projeleri için bir tür siyasi kalkan olarak görmek gerekir; öyle bir kalkan ki, Tel Aviv’in sahadaki adımlarının maliyetini yalnızca düşürmekle kalmaz, aynı zamanda Nil’den Fırat’a uzanan jeopolitik program gibi planların adım adım hayata geçirilmesini mümkün kılar.
Bu husus, Türkiye açısından da özel bir önem taşır; zira İsrail, İbrahim Anlaşmaları üzerinden güvenlik işbirliğini Suriye’nin kuzeyine ve SDG hakimiyetindeki bölgelere taşıyabilirse, Türkiye’nin güney sınırlarındaki güç dengesi ciddi biçimde değişecektir.
Lübnan ve Hizbullah’ın zayıflatılması
Lübnan, İsrail’in güvenlik dengelerinde en hassas cephelerden biridir. Hizbullah’ın, işgal altındaki Filistin’in kuzey sınırlarında en güçlü direniş gücü olarak varlığı, Tel Aviv için her zaman temel bir caydırıcı unsur olmuştur. 2006’daki 33 Gün Savaşı tecrübesi, Hizbullah’la yaşanacak geniş çaplı bir çatışmanın İsrail’e ağır bedeller getirebileceğini açıkça göstermiştir.
Bu caydırıcılık, 7 Ekim 2023 sonrasındaki son savaşta da bir kez daha kanıtlandı. İsrail, Gazze’de Hamas ile yoğun bir savaş yürütürken, kuzey cephesi Hizbullah’ın İsrail’in askerî merkezlerine, radar sistemlerine ve kritik üslerine yönelik nokta atışı ve planlı saldırılarıyla aktif kaldı.
Tel Aviv’in güvenlik değerlendirmeleri, o dönemde İsrail ordusunun ağır kayıp ve hasarlarının bir kısmının doğrudan Hizbullah’ın bu operasyonlarından kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Bu nedenle, bugün Hizbullah’ın askerî kapasitesini sınırlandırmak veya tamamen ortadan kaldırmak, İsrail ve müttefikleri için başlıca önceliklerden biri hâline gelmiştir. Bu doğrultuda, şu aktörleri kapsayan fiilî bir askerî-siyasi koalisyon oluşmuş durumdadır:
— Amerika Birleşik Devletleri
— Birkaç Avrupa ülkesi
— Tel Aviv’le aynı çizgide olan bazı Arap hükümetleri
Bu koalisyonun hedefi, Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve gelecek bir savaşta bu örgütün güçlü bir caydırıcı güç olarak devreye girmesini engelleyecek şartları oluşturmaktır.
Bu hedefe ulaşmak için izlenen yöntemler şunlardır:
— Siyasi ve diplomatik baskı: Önceki kararlar (örneğin 1701 sayılı BM kararı) temel alınarak, Hizbullah’ın silahsızlandırılması planına görünürde meşruiyet kazandırmak amacıyla BM Güvenlik Konseyi ve uluslararası platformların kullanılması.
— Ekonomik yaptırım ve abluka: ABD ve Avrupa ile koordineli şekilde, Hizbullah’ın mali ağlarının, ekonomik destekçilerinin ve silah tedarik hatlarının hedef alınması.
— Lübnan’daki iç krizlerin derinleştirilmesi: Mezhepçi ve siyasi ayrılıkların körüklenmesi, buna eşlik eden ekonomik baskılarla Hizbullah’ın Lübnan içindeki popülaritesinin ve etkisinin azaltılması
— Suriye’deki gelişmelerden yararlanma: Şam’daki yönetim değişikliği ve direniş ekseninin lojistik kapasitesinin zayıflatılması sayesinde, Hizbullah’ın Suriye yönünden aldığı destek hattının sınırlandırılması.
Bu adımların nihai amacı, olası büyük bir çatışma başlamadan önce Hizbullah’ı etkisiz hâle getirmektir; özellikle de Tel Aviv, bir sonraki savaşta Hizbullah’ın füze ve İHA kapasitesiyle geçmişe kıyasla çok daha ağır darbeler indirebileceğinin farkındadır.
Bu çerçevede Lübnan, bugün yalnızca aktif bir cephe değil, aynı zamanda direniş eksenini zayıflatmaya yönelik stratejik bulmacanın bir parçasıdır. “Davut Koridoru” gibi projeler ve Suriye ile Irak’a yönelik çok yönlü baskılarla birlikte, İran ve müttefiklerine karşı oluşturulacak kuşatma halkasının tamamlanmasını sağlayabilecek kritik bir unsur konumundadır.
Irak: Haşd Şabi’nin kontrol altına alınması
Irak, coğrafi konumu ve direniş eksenindeki stratejik yeri nedeniyle İsrail ve müttefiklerinin güvenlik ve jeopolitik projelerinin en önemli hedeflerinden biridir. Bu ülke, İran, Suriye ve Lübnan arasında ana kara köprüsünü oluşturur ve direniş ekseninin lojistik desteğinin önemli bir bölümü bu hat üzerinden sağlanır.
Bu denklemin merkezinde Haşd Şabi bulunur; 2014 yılında Ayetullah Sistani’nin IŞİD'e karşı cihat fetvası sonrasında kurulan bu halk seferberlik gücü, zamanla Irak’ın ulusal güvenliğinin ve bölgesel caydırıcılığının temel direklerinden biri hâline gelmiştir.
İsrail’in bakış açısından, Haşd Şabi çok yönlü bir tehdit oluşturmaktadır:
— Askerî açıdan: Kara harekâtlarında ve asimetrik savaşta yüksek kapasiteye sahiptir.
— Coğrafi açıdan: İran–Irak–Suriye–Lübnan iletişim hatlarına yakın bölgelerde konuşlanmıştır.
— Siyasi açıdan: Bu gücün bir kısmı, İran’la ideolojik ve operasyonel bağlara sahiptir ve bölgesel krizlerde İsrail ile ABD’nin çıkarlarına karşı harekete geçebilir.
Bu doğrultuda, Haşd Şabi’yi kontrol altına almak veya zayıflatmak, İsrail, ABD ve bazı Arap ülkelerinin ortak hedeflerinden biri hâline gelmiştir. Bu hedef birkaç farklı yoldan takip edilmektedir:
— Doğrudan ve dolaylı saldırılar
İsrail, son yıllarda Irak topraklarında ve hatta Suriye sınırında Haşd Şabi’ye ait mevzileri ve mühimmat depolarını birçok kez hedef almıştır. Bu saldırılar bazen “kimliği belirsiz operasyonlar” adı altında veya İHA saldırıları kılıfiyla gerçekleştirilmiştir.
— Siyasi ve hukuki baskı
Haşd Şabi’nin yetkilerini sınırlamayı veya tamamen orduya entegre ederek operasyonel bağımsızlığını ortadan kaldırmayı amaçlayan yasaların Irak Parlamentosu’ndan geçirilmesi için girişimlerde bulunulmaktadır.
— Medya ve psikolojik savaş
Haşd Şabi’nin Irak ve Arap dünyasındaki kamuoyunda olumsuz bir imajla anılması için, mezhepçilik veya insan hakları ihlali suçlamaları merkezli propagandalar yürütülerek bu gücün meşruiyeti zayıflatılmaya çalışılmaktadır.
— Destek hatlarının kesilmesi
İran’dan Suriye ve Lübnan’a ekipman veya personel aktarımını sağlayan kara ve sınır koridorlarının işleyişine engel olunmaktadır. İşte bu noktada Davut Koridoru gibi projeler özel bir önem kazanmaktadır; zira Golan’ı Fırat’ın doğusuna bağlayarak Suriye topraklarından Irak sınırına baskı yapılmasına imkân verir.
İsrail için Haşd Şabi’yi zayıflatmak yalnızca askerî bir hedef değil, Direniş Ekseni'nin halkalarını kırmaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçasıdır. Bu halka Irak’ta zayıflatılır veya ortadan kaldırılırsa, İran’ın Suriye ve Lübnan ile kara bağlantısı ciddi şekilde sekteye uğrayacaktır ki bu da “Büyük İsrail” projesinin ve nihayetinde “Nil’den Fırat’a” hedefinin tam olarak ihtiyaç duyduğu şeydir.
İran: Çok yönlü baskının nihai hedefi
İsrail’in bölgede yürüttüğü tüm plan ve hamlelerde – doğrudan savaşlardan, Davut Koridoru veya İbrahim Anlaşmaları gibi dolaylı projelere kadar – tek bir nihai hedef açıkça öne çıkar: Direniş Ekseni'nin ana direği olan İran’ı zayıflatmak ve kontrol altına almak.
İran, yalnızca coğrafi açıdan Doğu ve Batı Asya’yı birbirine bağlayan kilit bir konumda bulunmakla kalmaz; askerî, sanayi, enerji ve ideolojik açıdan da öyle bir aktördür ki, İsrail’in Ortadoğu’da arzuladığı hiçbir güvenlik düzeni, bu ülke ortadan kaldırılmadan veya etkisiz hâle getirilmeden kalıcı olamaz.
Tel Aviv’in bakış açısına göre, İran’ı kontrol altına almak birkaç temel boyuta sahiptir:
— İran’ın bölgesel müttefikleriyle bağlantısının kesilmesi
En önemli hedef, İran’ın Suriye, Lübnan ve Irak’a yönelik kara ve hava ikmal hatlarını koparmaktır. Bu, Haşd Şabi’nin zayıflatılması, Suriye’nin istikrarsızlaştırılması, Lübnan’a baskı uygulanması ve Davut Koridoru projesinin devreye sokulmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
— Güvenlik kuşatması oluşturulması
Golan, Fırat’ın doğusu, Kuzey Irak gibi kilit noktalarda ve hatta bazı Körfez ülkeleriyle işbirliği yaparak İsrail, İran’ı batıdan kuşatabilir ve üzerinde sürekli stratejik baskı kurabilir.
— Ekonomik baskı ve uluslararası yaptırımlar
İran’ın ekonomik gücünü aşındırmak ve Tahran’ın bölgesel projelerine kaynak sağlamasını sınırlamak amacıyla, İsrail’in ABD ve Avrupa ile tam uyum içinde hareket ederek yaptırımları sürdürmesi ve ağırlaştırması, bu stratejinin temel taşlarından biridir.
— Doğrudan savaş ve bir sonraki çatışma için planlama
İran ile İsrail arasında yaşanan 12 günlük savaş, Tel Aviv’in tam ABD desteği ve Avrupa’nın eşlik etmesi şartıyla, aracısız biçimde maliyeti yüksek bir çatışmaya girmeye hazır olduğunu gösterdi. İsrail’in İran’ın kritik altyapılarına yönelik ağır saldırılarıyla başlayan ve Tahran’ın geniş çaplı karşılık verdiği bu savaş, bölgenin güvenlik dengelerinde bir dönüm noktası oldu.
Bugün İsrail, bu tecrübeyi yalnızca geride bırakmış değil, aynı zamanda bir sonraki savaşın planlamasını yapmaktadır.
İsrail’in askerî ve istihbarî yapıları, ABD ile doğrudan işbirliği ve Avrupa’nın lojistik ile siyasi desteği sayesinde, daha büyük çaplı bir çatışmanın başlatılması veya bu tür bir çatışmaya cevap verilmesi için çok sayıda senaryo hazırlamış durumdadır. Bu karşılaşmanın amacı yalnızca askerî darbeler indirmek değil, İran’ın bölgesel kapasitesini stratejik olarak zayıflatmaktır.
— Psikolojik savaş ve medya operasyonu
İran’ı istikrarsızlığın kaynağı olarak gösteren söylemlerle İran ve bölge kamuoyunu hedef almak, bu stratejinin bir parçasıdır. İsrail, psikolojik savaşın, sert adımlar için toplumsal ve siyasi zemini hazırlayabileceğinin farkındadır.
Sonuç olarak, Suriye’den Lübnan’a, Irak’tan diğer cephelere kadar tüm bu yollar tek bir noktada birleşmektedir: İran’a, ya bölgesel hedeflerinden vazgeçmesi ya da bu hedefleri gerçekleştirme kapasitesini kaybetmesi için çok yönlü baskı uygulamak. Bu baskı, “Büyük İsrail” projesinin ve nihayetinde “Nil’den Fırat’a” hedefinin ana sütunudur; çünkü İran ortadan kaldırılmadan veya kontrol altına alınmadan böyle bir haritanın hayata geçirilmesi fiilen imkânsızdır.
Türkiye’ye Uyarı
Ortadoğu’daki son gelişmelerden ve İsrail’in projelerinden etkilenen ülkeler arasında Türkiye’nin özel bir yeri vardır. Bu önemin nedeni, hem coğrafi konumu hem de Suriye, Irak ve Kürdistan’daki gelişmelere karşı sahip olduğu güvenlik ve siyasi hassasiyetlerdir.
“Nil’den Fırat’a” fikrinin azami yorumuna göre, Türkiye’nin güney ve güneydoğusundaki bazı bölgeler – Şanlıurfa, Mardin ve Hakkâri gibi iller – bu planın varsayımsal sınırları içinde yer almaktadır. Bu bölgeler, Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynak noktalarıdır ve “Büyük İsrail”in ideolojik tasarımcılarının gözünde bu suların kontrolü hayati bir jeopolitik avantaj anlamına gelmektedir.
Ancak Türkiye’ye yönelik tehditler yalnızca ideolojik haritalarda değil, sahadaki gerçeklikte de ciddi işaretler göstermektedir:
— Davut Koridoru ve Kuzey Suriye’deki Kürtlerin güçlendirilmesi
Golan Tepeleri’nin, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki Kuzeydoğu Suriye bölgelerine bağlanması, ABD’nin müttefiki olan PKK-PYD gibi Kürt örgütlerin siyasi ve askerî konumunu fiilen güçlendirmektedir. Bu durum, güney sınırlarında herhangi bir bağımsız Kürt varlığına kesinlikle karşı çıkan Ankara için doğrudan bir ulusal güvenlik tehdidi anlamına gelir.
— İsrail’in Türkiye’nin güney sınırlarına yakınlaşması
Davut Koridoru’nun tamamlanması, İsrail ve müttefiklerini Suriye üzerinden Türkiye’ye yakın sınır bölgelerine ulaştıracaktır. Bu varlık, potansiyel askerî tehdidin yanı sıra, Türkiye’nin sınır bölgelerinde istihbarat nüfuzunu ve gizli operasyonları artırma riski taşır.
— Ankara’nın bölgesel nüfuzuna yönelik çok yönlü baskı
İsrail ve ABD’nin Suriye ile Irak’taki projeleri kalıcı hâle gelirse, Türkiye’nin Ortadoğu’nun derinliklerine uzanan geleneksel nüfuz hatları ciddi zorluklarla karşılaşacaktır. Özellikle Tel Aviv, bu durumu kullanarak Türkiye’nin Şam bölgesindeki rolünü sınırlamaya yönelebilir.
— Bölgesel diplomatik anlaşmalarla uyum
Bazı Arap ülkeleri, İbrahim Anlaşmaları veya benzeri mutabakatlar çerçevesinde Davut Koridoru gibi projelere aktif destek verirse, Ankara karşısında, Türkiye’nin millî çıkarlarıyla doğrudan çelişen geniş bir siyasi–güvenlik cephesi ortaya çıkacaktır.
Dolayısıyla Türkiye, bu gelişmeleri geçici bir tehdit olarak değil, “Nil’den Fırat’a” uzanan uzun vadeli projenin bir parçası olarak değerlendirmelidir. Bu sürece kayıtsız kalmak, önümüzdeki birkaç yıl içinde geri döndürülemez yeni saha gerçekliklerinin oluşmasına yol açabilir. Böyle bir senaryonun önüne geçebilmek için Ankara’nın hem önleyici güvenlik adımlarını hem de İsrail ve müttefiklerinin etki alanını sınırlamaya yönelik aktif diplomasiyi kapsayan çok katmanlı bir stratejiye ihtiyacı vardır.
Genel değerlendirme ve stratejik sonuç
Bu makalenin önceki bölümlerinin gözden geçirilmesi, bugün Ortadoğu’da yaşananların bütüncül ve tutarlı bir resmini ortaya koymaktadır. Bu resimde, İsrail’in hamleleri birbirinden kopuk adımlar değil, stratejik bir zincirin birbirine bağlı halkalarıdır. Bu zincir, Benyamin Netanyahu’nun “Büyük İsrail” fikrine bağlılığını açıkça dile getirmesiyle başlamakta ve “Nil’den Fırat’a” idealinin aşamalı olarak hayata geçirilmesine yönelik sahadaki ve diplomatik çabalara kadar uzanmaktadır.
Bu sürecin anahtar kavramı süreklilik ve hedef odaklılıktır. Her halka, bir sonrakini güçlendirmektedir:
— Suriye’de yönetim değişikliği ve Muhammed Colani’nin iktidara getirilmesi, İsrail’in Şam’daki savunma ve askerî altyapıyı imha etmesiyle birleşerek Bilad-ı Şam'daki önceki stratejik seti ortadan kaldırdı.
— Davut Koridoru, lojistik ve askerî bir hat olarak Golan’ı Fırat’ın doğusuna bağlamakta ve İsrail’in nüfuzunu Irak sınırına kadar genişletecek zemin hazırlamaktadır.
— İbrahim Anlaşmaları, İsrail’in hamlelerinin maliyetini düşüren ve hatta bazı Arap hükümetlerinin örtülü desteğini kazandıran diplomatik bir kalkan yaratmaktadır.
— Lübnan’da, ABD, Avrupa ve bazı Arap ülkelerinin Hizbullah’ı silahsızlandırmaya yönelik koordineli planı, bu kuşatma halkasını tamamlayan unsurdur; özellikle de Hizbullah’ın 7 Ekim sonrası savaşta İsrail’e ağır darbeler indirmesinin ardından.
— Irak’ta, Haşd Şabi’ye yönelik çok yönlü baskı ve İran’ın Suriye ile Lübnan’la olan bağlantı hatlarının kesilmesi çabası, doğrudan bu stratejiye hizmet etmektedir.
— Ve nihayetinde, tüm bu yollar İran’a çıkmaktadır; rolü zayıflatılmadan veya ortadan kaldırılmadan “Büyük İsrail” projesinin hayata geçirilmesi mümkün değildir. 12 Gün Savaşı, İsrail’in doğrudan çatışma iradesinin pratik bir örneğiydi ve mevcut veriler, Tel Aviv’in ABD ile işbirliği ve Avrupa’nın desteğiyle bir sonraki savaş için hazırlık yaptığını göstermektedir.
Ancak bu süreçte, Türkiye bu yolun getirdiği tehlikeleri göz ardı etmemelidir. İsrail’in Ankara’nın güney sınırlarına yakın bölgelerde operasyonel varlık göstermesi, Kuzey Suriye’deki Kürt güçlerinin güçlendirilmesi ve Türkiye’nin güneydoğusundaki bazı bölgelerin “Nil’den Fırat’a” ideolojik haritalarına dâhil edilmesi, ciddiye alınmadığı takdirde gelecekte yapısal ve geri döndürülemez bir tehdide dönüşebilecek bir alarm sinyalidir.
Temel sonuç:
Bugün yaşananlar, askerî, güvenlik, diplomatik ve psikolojik araçların bir bileşiminden yararlanan, uzun vadeli ve aşamalı bir stratejidir. Bu strateji, hedef ülkelerdeki güç boşluklarına ve mevcut siyasi–toplumsal bölünmelere dayanarak, acele etmeden fakat istikrarlı ve kesintisiz biçimde ilerlemektedir.
Bu tür bir sürece karşı, bu projenin hedefinde olan ülkeler – özellikle İran, Suriye, Lübnan, Irak ve Türkiye – önleyici ve çok boyutlu bir ittifaka ihtiyaç duymaktadır. Bu ittifak, hem sert güvenlik ve askerî tedbirleri hem de Tel Aviv ve destekçilerinin hesaplarını bozacak aktif diplomasiyi kapsamalıdır.
Bu süreci görmezden gelmek, bölgenin jeopolitiğinde kademeli bir değişimi kabullenmek anlamına gelir; öyle bir değişim ki tamamlandığında, geri döndürülmesi neredeyse imkânsız olacaktır.