Hizbullah’ın silahları yalnızca birer silah değil, Lübnan’ın kalkanıdır. Onlar olmadan Lübnan, Suriye’nin kaderini paylaşma riskiyle karşı karşıya kalır; yabancıların sömürüsüne açık bir toprak haline gelir ve ‘barış’ ise boyun eğme anlamına gelir.

Hasan Fakih, el-Meyadin’de yayımlanan makalesinde Batılı güçlerin Suriye’yi devletsiz ve savunmasız hale getirme planının benzerinin Lübnan’a da dayatıldığını belirterek, Hizbullah’ın silahlarının ülke için tehdit değil, aksine işgale ve sömürüye karşı caydırıcı bir kalkan olduğunu ifade etti; 1982’de FKÖ’nün silahsızlandırılması sonrası yaşanan katliamları hatırlatarak, İsrail’in saldırıları sürerken direnişin silahsızlanmasının Lübnan’ı savunmasız bırakacağını vurguladı.
YDH- Suriye’nin Beşar Esad yönetiminin, el-Kaide’nin bir uzantısı olan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) güçlerinin eline geçmesinden kısa bir süre sonra, İsrail rejimi “Başan’ın Oku Operasyonu” adını verdikleri harekâtı başlattı. İncil’den alınan bu başlık, operasyonun amacının Suriye’nin güneyinin işgali olduğunu gösteriyordu.
Aynı anda, kara işgalinin yanı sıra İsrail savaş uçakları Suriye genelinde bir dizi hava saldırısı düzenleyerek, Suriye Arap Ordusu’na ait silah depolarını hedef aldı.
Bazı HTŞ yanlısı çevreler İsrail’in hava saldırılarını, devrilmiş olan Esad rejimine karşı bir darbe olarak övdü. Ancak gerçek şu ki, İsrail ordusu Suriye’nin geleceğini her türlü saldırıya karşı caydırıcı unsurlardan yoksun bırakıyordu.
Batılı güçlerin Suriye’den istediği de en başından beri buydu: 2011’de Suriye’ye karşı başlatılan savaşla rejim değişikliği projesinin temel amacı, Suriye’yi savunma kabiliyeti olmayan bir devlet kabuğuna dönüştürmekti. Böylece İsrail, ABD, Türkiye ve diğer Batı ile Körfez ülkeleri istedikleri gibi girip, kaynakları alıp çıkabilecek, hiçbir engelle karşılaşmayacaktı.
Suriye üzerindeki bu proje başarıya ulaştı. Yeni kendini atayan başkan Ahmed eş-Şaraa (eski adıyla Ebu Muhammed el-Colani), şimdi İsrail ile normalleşme yolunda ilerliyor. Buna karşılık kendisine yaptırım muafiyeti sağlanacak ve bir “terörist”ten bir “kahramana” dönüştürülmesi için imaj tazelemesi yapılacak.
Ancak eş-Şaraa’nın Tel Aviv’e yakınlaşmasına rağmen, İsrail savaş uçakları hâlâ Suriye hava sahasını ve dolayısıyla egemenliğini ihlal ediyor, devlet hedeflerini herhangi bir misilleme korkusu olmadan vuruyor.
Suriye’nin savunma silahlarının eksikliği, bu tür kapasitenin özellikle İsrail karşısında ne kadar hayati olduğunu kanıtlıyor. Bu tür silahlar bir ulusa egemenliğini koruma imkânı sağlar ve çevresindeki bölgenin dayak torbası haline gelmesini engeller.
Suriye’den sonra silahsızlandırma meselesi, İsrail işgaline karşı başarılı direnişinden sonra Lübnan Hizbullahı’nın da üzerinde dolaşan bir tehdit haline geldi.
İsrail, Batı ve Lübnan içindeki Batı destekli çeşitli taraflar, Lübnan ile Siyonist oluşum arasında normalleşmenin bir aracı olarak Suriye’dekiyle aynı sonucu elde etmeye çalışıyor. Hizbullah’ın silahlarını tartışmayı ısrarla sürdürürlerken, İsrail Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmeye devam ediyor; sivilleri hedef alan hava saldırıları düzenliyor, halkın hareketlerini gözetlemek için hava sahasını işgal ediyor, sınırdaki evleri yıkıyor. Bütün bunlar olurken, direnişin silahsızlandırılmasını isteyen Lübnan hükümeti, ABD aracılı görüşmelerle bu saldırıları durdurabileceğine dair kendini kandırıyor.
Lübnan’ın silahsızlandırma geçmişi: FKÖ örneği
Lübnan, daha önce büyük bir anti-İsrail silahlı gücün, yani Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ), 1982’de silahsızlandırılmasının yükünü taşımıştı.
Bu olayın öncesi, İsrail’in Lübnan’a ikinci işgaline dayanıyordu. İlki 1978’de gerçekleşmişti. Gerekçe, FKÖ’nün Güney Lübnan’dan işgal altındaki kuzey bölgelerine saldırılar düzenlemesiydi.
İsrail’in işgali, Lübnan’ın başkenti Beyrut’a kadar ulaşıp kenti kuşatmasına yol açtı. Bu durum, hem Lübnanlılar hem de Filistinli siviller için büyük bir krize dönüştü.
ABD öncülüğünde yürütülen dolaylı müzakereler, FKÖ militanlarının Lübnan’dan çıkarılması karşılığında şiddetin azalması ve sivillerin korunması yönünde ilerletildi. FKÖ’den istenen taleplerden biri, grubun silahlarını bırakmasıydı.
Filistinli grup, FKÖ lideri Yaser Arafat’ın silahsızlanma kararını önlemek için Suudi Arabistan’ın Washington üzerindeki etkisine güvense de Arafat sonunda 1982 Ağustos sonunda ateşkesi kabul etti. Bu anlaşmaya göre FKÖ, BM’nin 517 sayılı kararı uyarınca silahlı güçlerini Beyrut’tan çıkaracaktı.
Arafat’ın anlaşmayı kabul etmesinden kısa süre sonra, 14 Eylül’de, Falanjist komutan ve Lübnan’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Beşir Cemayel, Beyrut’un Eşrefiye semtindeki bir parti toplantısı sırasında patlamayla öldürüldü.
Operasyonun, Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’nden Habib Şartuni tarafından gerçekleştirildiğine inanılmasına rağmen, aşırı sağcı Falanjist parti, İsrail’in onayı ve gözetimiyle bu olayı bahane ederek Sabra ve Şatilla katliamını gerçekleştirdi. Bu katliamda en az 1.500 silahsız Lübnanlı ve Filistinli sivil öldürüldü. Oysa ki kampların savunma imkânı olsaydı, bu katliam önlenebilirdi.
FKÖ’nün ayrılmasının ardından diğer devrimci ve ulusalcı gruplar İsrail’e karşı operasyonlar düzenlemeye devam etti. Bunların arasında genç bir Hizbullah da vardı.
FKÖ, Beyrut’tan ayrılarak Tunus’ta merkez kurdu. Ancak Beyrut Kuşatması sırasında İsrail’e karşı operasyonlar düzenleyenler arasında yine genç Hizbullah öne çıktı.
Hizbullah, ilk operasyonlarından itibaren İsrail işgalcileri karşısında diğerlerinden daha zorlu bir güç olduğunu kanıtladı. Operasyonlar, düşman kuvvetlerine karşı hem fiziksel hem de psikolojik üstünlük sağlayan eylemlerdi.
İlk operasyonlardan biri, 11 Kasım 1982’de Sur kentindeki İsrail karargâhına düzenlenen saldırıydı. Genç Ahmed Kasır, bomba yüklü araçla karargâha girerek en az 70 İsrail askerini öldürdü.
Hizbullah’ın şehit edilmiş Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, 2022’de yaptığı bir konuşmada Kasır’ı cesareti ve kritik operasyonu nedeniyle övdü. Nasrallah, bu eylemin İsrail’in Lübnan’ı işgal etme hayalini yıktığını ve özgürlük yolunu açtığını söyledi.
Nasrallah, “Kasır’ın operasyonu düşmanı şoke etti ve Lübnan’ı İsrail çağına sokma hayallerinin çökmesine yol açtı.” dedi.
Lübnan Direnişi, yıllar içinde İsrail’e ve onun işbirlikçisi Güney Lübnan Ordusu’na (GLO) karşı asimetrik savaş kullanımıyla kendini güçlü bir güç olarak kanıtladı.
Hizbullah’ın kararlılığı ve cephaneliği, işgalci güçleri sınıra kadar püskürtmelerini sağladı. Ardından Güney Lübnan’daki yerel savaşçılar koordineli kara operasyonları başlatarak üsleri temizledi ve İsrail güçlerini ve işbirlikçilerini kovdu. İsrail, 24 Mayıs 2000 gecesi Lübnan topraklarını bir gecede terk etti. Tanıkların aktardığına göre, direniş savaşçıları terk edilmiş GLO karargâhlarına girdiklerinde, masalarda hazır yemeklerin bile işbirlikçiler tarafından dokunulmadan bırakıldığını gördüler. Bu olay, Hizbullah’ın İsrail’e karşı ilk büyük zaferini işaretledi.
Düşmana güvenmek
Bütün bu durumun temel kusuru, Lübnan halkı ve devleti, özellikle bölgedeki yayılma niyetini açıkça dile getiren anayasaya ve bölgesel düşmanına mutlak güven duymaya zorlanmasıdır.
Hizbullah ve Batı Asya’daki diğer Direniş liderleri, hahamlar ve çeşitli siyasi düşünürler defalarca İsrail’in Yahudi yerleşiminden çok, siyasi bir yayılmacı proje olduğunu ifade etmiştir.
Dolayısıyla Lübnan’dan talep edilen, zehrin yayılmayacağına güvenmektir.
Günümüz siyasi ikliminden doğabilecek sonuçları anlamanın bir başka yolu da yaşanan olayları tarihsel bağlama oturtmaktır. Hizbullah’ı, 1834’te Fransız hâkimiyetinin başladığı Kuzey Afrika’da, Fransız sömürgeciliğine karşı direnişin ana gücü olan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (FLN) benzetebiliriz.
1954’te, grubun silahlı kanadı Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN), Fransız işgalcilerine karşı gerilla savaşı başlattı.
Her milliyetçi grup, sonunda FLN’nin çatısı altında birleşerek Cezayir’in tek anti-sömürgeci hareketi haline geldi. Halk desteğini daha da sağlamlaştırdılar; çünkü Fransız sömürgecileriyle pazarlık yapmayı reddettiler. Frantz Fanon, “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabında şunu yazar: “FLN, ünlü bir bildiride, sömürgeciliğin ancak boğazına bıçak dayandığında gevşediğini söylediğinde, hiçbir Cezayirli bu ifadeleri fazla sert bulmadı. Bildiri, her Cezayirlinin yüreğinde hissettiğini dile getiriyordu: Sömürgecilik bir düşünce makinesi değildir, akıl yürütme yetisine sahip bir beden değildir.”
Cezayir’in halk direnişi, kökü kazımanın, her defasında budayıp tekrar büyümesine izin vermekten daha etkili olduğunu biliyordu. İşgalcilerle savaşmak, onları kovmanın yoluydu; sömürgecilerin yerli halktan daha haklı olduğunu düşünen bir varlıkla müzakere etmek değil.
Her türlü diplomatik girişimden önce, silahsızlanmanın uygulanması bekleniyordu. Evian Anlaşmalarına tanıklık eden iki kişi, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün, müzakereler başlamadan önce Cezayirlilerin silah bırakmasını istediğini aktarmıştı.
16 Eylül 1959’da açıkladığı “Paix des Braves” (cesurların barışı) önerisinde de Gaulle, Cezayir direnişinden “onurlu bir teslimiyetle” silahlarını bırakmasını istedi. Fransız generali, Cezayirli savaşçılar hakkındaki dış eleştirileri yumuşatmaya çalışırken, FLN’nin cesurca savaştığını söyleyip “nefretin sona ermesini” umduğunu ifade etti.
De Gaulle, “Ateş açanlar durmalı ve ailelerine, işlerine, aşağılanmadan geri dönmelidir!” dedi.
Kısaca, Fransızlar FLN’ye, teslim olmalarını ve boyunlarının vurulmasını talep etti. De Gaulle, “Cezayir’in kaderi, demokratik yol açıldığında, Cezayir’dedir.” diyordu. Ancak Cezayir direnişi, Fransız sömürgecilerinin barış vaatlerine rağmen savaşmayı sürdürdü ve sonunda topraklarını Avrupalı emperyalistlerin pençesinden kurtardı.
Hizbullah örneğinde de 1980’lerin başlarında grubun yükselişinden ve Lübnan’daki anti-İsrail gücü olarak konumunu sağlamlaştırmasından sonra, silahsızlanma çağrıları ilk kez Taif Anlaşmaları sırasında (1989–1990) geldi. Ancak grup, bir milis değil, kesin bir direniş hareketi olarak tanımlandığı için silahlarını korumayı başardı.
Varlığı boyunca Lübnan İslami Direnişi, özellikle Lübnan’ın egemenliğini hedef alan Batı emperyalizmine karşı bir güç olduğunu göstermeye devam etti.
2000’de İsrail’in Hizbullah ateşi altında Lübnan’dan çekilmesinden sonra, ABD ve Fransa gibi Batılı güçler Lübnan Direnişi’nin silahsızlanmasını talep etmeye başladı. İsrail de 1978 tarihli BM Güvenlik Konseyi’nin 425 sayılı kararına dayanarak, Hizbullah’ın silahsızlanması gerektiğini ilan etti. Bu karar, Güney Lübnan’a geçici bir güç yerleştirilmesini öngörüyordu. İsrail 2000’de Güney Lübnan’dan büyük ölçüde çekilmiş olsa da Lübnan topraklarının bir kısmını işgal etmeye devam etti ve ülkenin egemenliğini sürekli olarak ihlal etti.
Hizbullah defalarca silahsızlanma çağrılarıyla karşılaştı; özellikle İsrail’in 2006 Temmuz savaşındaki ikinci yenilgisinden sonra ve BM kararları 1559 ile 1701’in tekrarlandığı çeşitli zamanlarda.
FLN’ye olduğu gibi, Hizbullah’a da ABD’nin “onurlu teslimiyet” anlayışı üzerinden rüşvet teklif edildi.
Şehit edilen Genel Sekreter Seyyid Hasan Nasrallah, 3 Mart 2006’da yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: “...2000 yılından sonra, baştan çıkarmalar da başarısız oldu. Bize bir teklif getirildi: Adımız terörizm listesinden çıkarılacaktı, Lübnan’da bize kapatılmış olan iktidar kapıları açılacaktı, dünyanın kapıları açılacaktı çünkü onlar da kapalıydı ve işgal altındaki topraklarımızın geri kalanı, Şebaa Çiftlikleri, bize iade edilecekti. O dönemde bu girişimi getiren Amerikalı, Lübnan hükümetinden, BM’den ya da Suriye’den Şebaa Çiftlikleri’nin Lübnan’a ait olduğuna dair hiçbir onay istememişti. Bununla birlikte, Şebaa’dan çekilme, Lübnanlı esirlerin serbest bırakılması ve büyük miktarda para ödenmesi de vardı. Tüm bu cömertlik, direnişi terk etmemiz ve silahlarımızı bırakmamız karşılığındaydı.”
Yıllar sonra, 30 Mart 2020’de daha ayrıntılı bir açıklama yapan Nasrallah şöyle devam etti: “11 Eylül olaylarından sonra, daha önce ayrıntılarıyla anlattım; Amerikalı vatandaşlığı olan, Lübnan kökenli bir kişi geldi [...] O dönemde ABD Başkan Yardımcısı olan Dick Cheney tarafından şahsen gönderilmişti. Yanıma geldi, kendisini Lübnanlı gazeteci olarak tanıttı, ama aslında Amerikalıydı ve Cheney’nin mesajını getiriyordu.”
“Bana o dönemde şunları söyledi.” diye devam etti Seyyid Hasan, “Sizi hükümete ve iktidara sokmaya hazırız, size milyarlarca dolar vereceğiz; güneyi ve Bekaa’yı yeniden inşa etmeniz için, tazminat için. Adınızı terör listelerinden çıkaracağız, esirlerinizi serbest bırakacağız, vesaire.”
Nasrallah, bu tekliflerin, ABD ile güvenlik ve istihbarat alanında çalışmak ve İsrail’e karşı direnişi bırakmak şartına bağlı olduğunu belirtti.
Konuşmasının bu bölümünü, kendisini ziyaret eden ABD elçisinin adını vererek bitirdi: “Neden ismini söylüyorum? Bu anlatımın güvenilirliğini güçlendirmek için. Çünkü bugünlerde Amerika’da yaşanan skandallarda ve soruşturmalarda bu isim medyada ortaya çıktı; Katar, BAE, Suudi Arabistan, Amerikalılar ve Trump arasında bir rol oynuyor. Bu kişi, Amerikalı vatandaş, Lübnan kökenli gazeteci Corc Nadir’dir.”
Eğer Hizbullah Amerikalılara güvenmeyi seçseydi, güney ve Bekaa’da İsrail’in öldürdüğü tüm insanların ölümü boşuna olurdu ve genişlemeci projeyi yenilgiye uğratan tek direniş gücünün iradesi de sönmüş olurdu.
Lübnan Direnişi, iradesiyle, toprakla bağıyla ve hedef odaklılığıyla, FLN’nin yaptığı gibi İsrail’in hedeflerine karşı kararlılıkla ayakta durmaktadır.
Hizbullah’ın İsrail’e ve Batılı destekçilerine karşı bir direniş hareketi olarak mücadelesi sürmektedir. Dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan topraklarının koruyucusu konumu devam etmektedir. Ülkeyi, Siyonist emperyalizmden iki kez özgürleştirmiş, Suriye savaşında IŞİD dalgasının kurbanı olmasını engellemiştir. Tüm bunları, Lübnan’ın bölgedeki diğer devletler gibi bir kukla devlete dönüşmesini önleyen silah gücüyle başarmıştır. Bu tür devletlerin egemenliği yalnızca İsrail ve Amerika’nın izin verdiği kadar sürmektedir.
Seyyid Ali Hameney durumu en iyi şekilde şöyle özetlemiştir: “Lübnan ve Hizbullah’ın bağı Esmeralda ile hançeri gibidir; herkes onu ister ama kötülük dolu elleri ondan uzak tutan şey onun silahıdır.”
Çeviri: YDH