"Hafıza, son savaş cephesidir. Ulusun bu projeye karşı yapabileceği en büyük şey, 7 Ekim’i kolektif hafızasında görkemli bir gün olarak korumaktır."

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Taha Hüseyin, 1973’teki Yom Kippur Savaşı ile 2023’teki Aksa Tufanı herakatı paralel biçimde ele alarak İsrail’in tarihsel “inkâr” döngüsünü anlatıyor. Her iki dönemde de istihbarat uyarılarının göz ardı edilmesinin, “kavramsalcılık” denen zihinsel körlüğün sembolü olduğuna işaret eden Hüseyin, 2023’teki saldırının sadece askerî bir olay değil, İsrail’in kendine dair efsanesinin çöküşü ve bölge bilincinin yeniden uyanışı olduğunu vurguluyor.
İsrail’i nasıl yeneriz? Bu, artık yedinci boyut olarak anılan alana bir katkıdır. Bu alanda psikolojik ve algısal operasyonlara devletin ve sivil kurumların, araştırma merkezlerinin, strateji merkezlerinin ve çeşitli özel olmayan birimlerin yanı sıra uzman askerî birlikler katkıda bulunur. (Hasbara, Lahav 450, 9900, 8200, BDS, Meir Amit İstihbaratı) ve derin devletin başka kurumları, yalnızca direnişçileri silahlarından koparmayı değil, aynı zamanda zihinlerini devrimden ayırmayı amaçlar. Bu alandaki sloganlar, sayılara ve gerçeklere dayanmayan, havaya sıkılan sevinç mermileri gibidir. Makaledeki olaylar ve analizler, gerçekte olduğundan daha eksik veya uzak değildir. Anlatının amacı, her saat başı üzerlerine atılan yanılsamalardan yıpranmış ruhları özgürleştirmektir.
Cuma sabahı saat sekizdi; tarih 5 Ekim 1973. Hava sonbahar güzelliğindeydi, Kudüs’te sıcaklık 18 dereceydi. Yom Kippur sabahında yollar neredeyse boştu. Havanın berraklığı görüşü mükemmel kılıyordu, tıpkı başbakan Golda Meir’in ofisinin altındaki sarı odanın havasızlığı gibi. Meir, o sabahki toplantıya gelen ilk kişiydi, zira o gece hiç uyumamıştı. Savunma Bakanı Moşe Dayan birkaç dakika sonra geldi ve Genelkurmay Başkanı David Elazar ile istihbarat şefi Eli Zeira’nın tartışmasına tanık oldu. Ardından dışişleri ve maliye bakanları geldi. Sadece Yisrael Galili elinde çantası olmadan hazır bulundu.
Elazar şöyle anlatır: “Toplantıya giderken savaşın eşiğinde olduğumuzu biliyordum. Sina ve Golan’dan gelen saha raporları güneş kadar açıktı; olup biten bir manevra değil, çatışma hazırlığıydı. Dördüncü oruç saatimde odaya girdim. Dayan solgundu, Golda gergindi. Oruç tartışmayı daha keskinleştirmişti.”
Meir toplantıyı açtı: “Rahatsızlık hissediyorum. Mısır ve Suriye cephelerindeki konuşlanma raporları kaygı verici.” Ardından Eli’ye döndü ve doğrudan sordu: “Eli, durumun nihai değerlendirmesi nedir?”
Zeira hiçbir belgeyi karıştırmadan, kağıtlarını düzeltti ve şöyle yanıtladı: “Hanımefendi, sayın bakanlar, fazla iyimser görünmek istemem ama elimizdeki tüm bilgiler savaş ihtimalinin son derece düşük olduğunu gösteriyor.” Ardından düşman hazırlıklarını kısaca açıkladı ve değerlendirmesini şöyle tamamladı: “Yakın vadede bir taarruz niyeti görmüyorum.”
Savunma Bakanı istihbaratın değerlendirmesini hızla benimsedi. Pozisyonunun gerektirdiği temkinle, devletin bayramını bozmayacak ve hazinenin cebini sarsmayacak basit önlemler önerdi.
Genelkurmay Başkanı hemen araya girdi: “İstihbaratın değerlendirmesine saygı duyuyorum ama ben daha az iyimserim. Konuşlanmanın boyutu benzeri görülmemiş. İhtimaller düşük olsa bile yanlış değerlendirmenin sonuçları felaket olur. Kuzey cephesinde tehlike daha büyük olduğundan 40 ila 50 bin yedek askerin önleyici seferberliğini bir kez daha talep ediyorum. En kötü senaryoya hazır olmalıyız.”
Zeira oturduğu sandalyede doğrularak sözünü kesti: “Didi (Elazar’ın lakabı), abartıyorsun. Seferberlik gereksiz. Alarm ekonomiyi felce uğratır ve halkta yersiz panik yaratır. Elimdeki bilgiler bunu haklı kılmıyor.”
Dışişleri ve maliye bakanları hızla istihbaratçıyı destekledi. Böylece dışişleri bakanı durmadan sürecek telefon görüşmelerinden kurtuldu; maliye bakanı ise seferberliğin günlük maliyetinden, milyonlarca şekel harcamaktan çekindi.
Sınırların her iki yanındaki devasa askerî hareketlilik toplantıyı doksan dakikadan fazla uzatmadı. Katılımcılar güven duygusunun yanılsamasıyla ayrıldılar. Golda Meir’in imzaladığı dört karar, ileride İsrail’in yenilgilerine dönüşecek belgeler hâline geldi:
1) Genelkurmay Başkanının geniş çaplı yedek kuvvet seferberliği talebi reddedildi.
2) Suriye cephesindeki zırhlı birliklere sembolik bir takviye onaylandı (sadece bir tugay).
3) Hava Kuvvetlerinin alarm seviyesi “Gimel”e (dört seviyeden üçüncü) yükseltildi.
4) Askerî istihbarat başkanına gelişmeleri takip etme ve herhangi bir değişiklik olduğunda derhal Başbakana bildirme görevi verildi.
David Elazar’ın, ölümünden sonra eşi tarafından Savaş Zamanında Genelkurmay Başkanı başlığıyla yayımlanan anılarında, 5 Ekim toplantısına ayrılmış bir bölüm vardır. Başlığı “Kapalı Oda: Her Şeyi Kaybettiğimiz Gün”dür. 136. sayfada şöyle yazar:
“Eli Zeira akademik bir ders veriyormuş gibi konuştu. Dedi ki: ‘Teorim savaşın olmayacağını söylüyor.’ Ben de şöyle karşılık verdim: ‘Eli, teoriler sahada test edilir, harekât odalarında değil.’ Ancak o, sanki kavramsalcılık kutsal bir doktrinmiş gibi ısrar etti.”
Kavramsalcılığı ve dinî doktrinleri bir kenara bırakalım; onlara daha sonra döneceğiz. Çünkü savaşın başarısızlıklarını soruşturan Agranat Komitesi’nin vardığı sonuçları anlamak için önce zemini görmemiz gerekir.
Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine adlı eserinde “anlık sezgi” dediği kavramı vurgular: Komutanın, operasyon sahasında olup biteni hızla okuyup güçleri ne zaman ve nasıl harekete geçireceğini belirlemesini sağlayan, mekân ve zaman algısına dayalı özgün bir yetenektir. Bu sezgi, yalnızca bir içgüdü değil; deneyim, zihinsel değerlendirme ve bağlam bilincinin hızlı bir sentezidir. Değişkenlerin iç içe geçtiği ve olayların hızlandığı anlarda karar almanın belirleyici unsurudur.
Ertesi gün olanlara bakarsak, ayrıntılar dolgu gibi görünebilir ama zihnini işgalden korumak isteyen herkes için gereklidir. Toplantıdan 45 dakika sonra, kuzey cephesi komutanı Tümgeneral Rafael Eitan görev emri 89/73’ü imzaladı. Emirde şöyle yazıyordu:
“188. Zırhlı Tugay derhal Shmaryahu üssünden Golan Tepeleri’ne hareket ederek Şavit taburunun bölgesinde, düşmanı provoke etmeyecek biçimde, yol 988 üzerinden orta alarm durumunda konuşlanacak.”
Zırhlı tugayın tamamı zamanında ulaşamasa da, bu tedbir ön hatta hazırlığı yüzde 96’ya çıkardı. Karşı tarafta beş tümen, yüzlerce tankla konuşlanmıştı.
Aynı dakikalarda, Mossad Başkanı Zvi Zamir Londra’daki Dorchester Otelinden çıktı ve Big Ben saatine göre 12.30’da güvenli bir dairede, Kensington 45 numarada “Kaynak 216” ile buluştu. Bu kişi, Ashraf Marwan’dı ve elinde kesin bilgiler vardı.
Londra Mossad istasyonu 13.15’te şu acil telgrafı gönderdi:
“Alıcı: Başbakanlık, Savunma Bakanlığı, Ordu Komutanlığı.
Gönderen: Zvi Zamir, Londra.
Kaynak 216 doğruluyor: Taarruz yarın, 6 Ekim saat 14.00’te Kahire saatiyle iki cephede başlayacak.
Doğruluk: Yüksek.
Tavsiye: Derhal seferberlik.”
Zamir, El Al Hava Yollarının Londra–Tel Aviv seferine bilet aldı. Uçağın planlanan kalkışı 18.30’du. Kalkıştan önce Golda Meir ile yedi dakikalık, Moshe Dayan ile dört dakikalık telefon görüşmesi yaptı. Ancak tüm çabaları, uçağın Kudüs saatiyle 23.50’de inişinden önce boşa çıkmıştı.
Birkaç saat önce Dayan, Zamir’in uyarısını Meir’e iletmek için aramıştı. Meir, Zeira’nın görüşünü sordu. Dayan, hâlâ bunun bir aldatmaca olduğunu düşündüğünü söyledi. Meir, “Risk alamayız, liderliği tekrar toplayın” dedi.
Acil durum protokolüne göre (Ulusal Güvenlik Belgesi, 1968), herhangi bir savaş uyarısı şu adımları gerektirir: Bakanlar Kurulunun 60 dakika içinde toplanması, kısmi yedek seferberliğinin derhal uygulanması ve alarm seviyesinin kırmızıya çıkarılması.
Ama hiçbir şey yapılmadı. Başbakanlık arşivinde o güne dair son kayıtlar şunlardı:
— 15.30–15.45: Dayan ile görüşme.
— 16.00–17.30: Kayıtlı toplantı yok.
— 18.00: Golda Meir’in ofisten eve ayrılışı.
Sekreter Luisa Kadish ifadesinde şöyle anlatır: “Sordum: ‘Golda, bakanları toplantıya çağırıyor muyuz?’ Bana yorgun bakıp dedi ki: ‘Hayır, bugün onları yeterince yorduk. Hafta sonunda rahatsız etmeyelim.’”
Dayan ise anılarının 457. sayfasında şöyle yazdı: “Golda ile görüştükten sonra liderliği tekrar toplamadım. Bitkindim ve Zeira’nın haklı olduğuna inanmıştım. Bu, benim en büyük hatamdı.”
“Hakunseptsya” (kavramsalcılık) kavramı, olayların her yönüne nüfuz eder. Agranat Komitesi, bunu askerî akademilerde ve karar alma çevrelerinde istihbarat kavramı olarak yerleştirdi. Böylece yalnızca zihinsel kalıpları değil, kolektif aklı da aşması amaçlanmıştı. Belki de bu terimin kendisi bir inkâr biçimidir; “seçilmiş halk” mitinin tükenmiş yalanının yerini almıştır.
O dönemin gerçekliğine dönersek, saatlerce süren yanılgı ve inkâr görüyoruz. Golda ofisten ayrıldığında Yom Kippur orucunun iftar vaktiydi. 6 Ekim Cumartesi sabahı cephelerde ibadetler yapılırken haberler akmaya başladı ve İsrail liderliğini yeni bir toplantıya zorladı.
Kudüs’teki Başbakanlık binasında Bakanlar Kurulunun 71/73 numaralı oturumu toplandı. Devlet arşivine göre Golda Meir toplantıyı “Londra’dan gelen uyarı” sorusuyla açtı.
Katılımcıların bakışları birbirine döndü. Dayan tereddütlüydü ve “Mısır ile Suriye büyük güçlerin desteği olmadan kapsamlı bir savaşa cesaret edemez; hareketleri daha çok psikolojik baskıya benziyor” dedi.
Operasyon odasında uykusuz bir geceden yorgun düşmüş Elazar, göstergelerin açıkça savaşa işaret ettiğini ve yanlış değerlendirmenin bedelinin ağır olacağını yineledi. Ancak inkâr galip geldi. İstihbaratın kavramsalcılığı savaşa makul bir ihtimal tanımadığı için, toplantı sadece hava kuvvetlerinde ve bazı topçu birliklerinde kısmi alarm yükseltilmesi kararıyla son buldu; geniş çaplı seferberlik fikri ertelendi.
Dayan daha sonra anılarında o saatlerin bulanık geçtiğini, 13.30’a kadar tehlikeyi ciddiye almadığını yazar. Mısır’ın hareketlerini hâlâ “güç gösterisi” olarak görüyordu.
Elazar, Agranat Komitesine (12. oturum) şöyle demişti: “Saha verileri eksik değildi; eksik olan onlara inanmaktı. Tüm göstergeler açıktı ama biz kendimize inanmayı seçtik, sahaya değil. Mısır topçusu ateşe başladığında şaşırmadım. Sadece neden daha önce harekete geçmediğimize şaşırdım.”
RA/73/10/6 kayıtlarına göre saat 10.00’da Golan’dan ön hatlara doğru yoğun zırhlı hareketlilik bildirimleri geldi.
İki saat sonra, yaklaşık 12.20’de, kanaldaki keşif birimleri geçiş hazırlıklarını bildirdi: hafif köprüler kuruluyor, derinlikten motor sesleri duyuluyordu. Gözlemler kaydedildi ama emir hâline dönüştürülmedi. 13.55’te güney cephesindeki ön mevzilere ilk topçu ateşi düştü. Aynı kayıtta Genelkurmay Başkanının “Başlıyorlar” dediği duyulur.
Saat 14.05’te kanal boyunca çatışmalar başladı. Yüzlerce Mısır botu, yoğun topçu ve hava desteği altında karşıya geçti. Bu sahne, “Hakunseptsya”nın, yani kavramsalcılığın körlüğünün ilk çöküşüydü.
O an, yalnızca savaşın yönünü değiştirmedi; İsrail düşünce yapısındaki daha derin bir çıkmazı açığa çıkardı: teoriye iman etmek, sahaya değil analize güvenmek, anlamak yerine güce sığınmak. Agranat Komitesi daha sonra raporunda şöyle yazdı: “Düşman bizi hareketiyle şaşırtmadı; biz kendimizi, gerçeği inkâr etme ısrarımızla şaşırttık.”
Savaşın sonuçlarını saatlerce değil, birkaç saat düşünmek bile geleceği felaketlerden uzak kılmak için yeterlidir. Agranat Komitesinin yüzlerce tavsiyesinden biri özellikle dikkat çekicidir. Raporun ikinci cildinin 22. paragrafında komite, düşmanın niyetine dair günlük değerlendirme mekanizması kurulmasını, sonuçlarının düzenli olarak üst düzey liderliğe sunulmasını önerdi. Bu mekanizma daha sonra Genelkurmay’da “öğle oturumu” olarak bilinen ve şu ünlü sorunun sorulduğu uygulamaya dönüştü: “Devlet yarın bir saldırı tehdidiyle karşı karşıya mı?”
Haydi elli yıl ileriye, 6 Ekim 2023’e gidelim ve Tel Aviv’deki Kirya’daki Genelkurmay Karargâhına girelim. İlk kavramsalcılık nasıl insanın inkârından doğmuşsa, ikincisi de yarım yüzyıl sonra algoritmik bir biçim almıştı. Sezgiyle değil, yapay zekâyla aydınlatılmış bir salonda öğle oturumu toplandı. Bu oturum, aynı kibirle besleniyor ve Gazze’den gelen bilgileri entegre eden merkezi platforma dayanıyordu. Çok sayıda göstergeye rağmen karar oybirliğiyle alındı: “Önümüzdeki yirmi dört saatte geniş çaplı bir tırmanma ihtimali yok.”
Ancak İsrail Ulusal Güvenlik Araştırma Merkezi (INSS) tarafından Ocak 2024’te yayımlanan analize göre, saldırıdan önceki yirmi dört saatte en az yedi uyarı işareti vardı:
1) Gazze içinde yoğun şifreli telsiz iletişimi faaliyeti,
2) Sektörün kuzey sınırına yakın sivil bölgelerin sahadan tahliyesi,
3) Tünellerde komandoların olağan dışı hareketleri,
4) Elektronik gözetim ağları aracılığıyla tespit edilen Hamas iç alarm mesajları,
5) Güneyden gelen, açıklanmayan acil nitelikteki Askerî Polis talimatları,
6) “Algoritmik güven” zayıf olduğu gerekçesiyle dikkate alınmayan insan istihbaratı raporları,
7) Önceden kaydedilmiş tatbikatlarla sahadaki gerçek hareketlilik arasındaki zaman kesişmeleri; sistem bu durumu “veri uyumu” olarak yorumlamış, “niyet uyumu” olarak görmemişti.
Daha sonra bu göstergeler “okunmamış uyarılar” olarak tanımlandı. Yani sistemde görünürlerdi, ancak bilinç tarafından reddedilmişlerdi.
6 Ekim 1973’te kanal üzerindeki radarlar, doğuya doğru hareket eden küçük botları kaydetmişti. Telsiz nöbetçisi, “Sanırım karşıya geçiyorlar!” diye bağırdı. Komut merkezinden gelen yanıt kısa ve soğuktu: “Tekrar kontrol et, belki eğitimdir.” Dakikalar sonra Mısır tankları kıyıya ulaşmıştı.
Elli yıl sonra, 7 Ekim 2023’te, bir sınır gözcüsü gözetleme kulesinden seslendi: “Telde patlama var, duman yükseliyor!” Nöbetçi subay aynı soğukkanlı ifadeyle yanıt verdi: “Lensini kontrol et, bu sadece ses bombası olabilir. Acele etme.” Bu, ondan duyulan son cümle oldu. Ardından sinyal kesildi.
İki çığlık arasında yarım asırlık teknoloji farkı vardı ama yankı aynıydı: inkâr. Algoritmalar, görmek istemeyenin doğasını değiştiremiyordu.
Bu anlatı, savaş belgelerinin tekrarı veya “kavramsalcılık” sendromunun yeniden hatırlatılması değildir. Daha derin bir meseleyi, yani hakunseptsya maskesi takmış bir istihbarat hatasının ötesine geçen zihinsel yapıyı ortaya koymak için bir giriş niteliğindedir.
İsrail ordusu, dünyanın en gelişmişlerinden biri olarak sunulsa da, onu yenilgiye uğratan şey yalnızca sahadaki gaflet veya zihinsel kalıpların donukluğu değildi. Aynı zamanda kendisini kutsal bir yazgının sahibi olarak gören, ötekini ise yok sayan düşünce doktrinidir.
7 Ekim’de yaşananlar, sadece güvenlik çöküşü değil; kendini görmemekte ısrar eden İsrail bilincinin derin katmanlarının patlamasıydı.
Saldırının ilk anlarından itibaren İsrail, olan biteni kronik bir işgale karşı meşru bir direniş eylemi olarak değil, eski bir Tevrat mitinin tekrarı olarak okudu: Çölde yeniden beliren Amalek.
Benyamin Netanyahu ve bakanlarının konuşmalarında “anılarını sileceğiz”, “ışığın çocukları ile karanlığın çocuklarının savaşı”, “İsrail peygamberlerinin saati” gibi ifadeler tekrarlandı. Ordu, Tesniye veya Samuel kitaplarındaki şu ayetin neredeyse birebir tercümesi gibi konuştu: “Git, Amalek’i vur; onlara her şeyi haram kıl, erkekleri ve kadınları, çocukları ve bebekleri öldür.”
Bu sözler bir dil sürçmesi değildi. Savaşın artık bir “örgütle” değil, bir fikirle, bir hafızayla, yok edilmesi gereken bir varlıkla yürütüldüğünü açıkça ilan ediyordu.
Savunma Bakanı Yoav Gallant şöyle dedi: “Anılarını sileceğiz. Hiçbir şey kalmayacak.”
Netanyahu: “Bu, İsrail peygamberlerinin saati… Amalek’in anısını silme zamanı,” dedi.
İçişleri Bakanı Itamar Ben-Gvir ise hedefi özetledi: “Ruhunu kırmalıyız, umudunu yok etmeliyiz.”
Bu söylemde kavramsalcılık artık bir istihbarat hatası olmaktan çıkmış, inkârın teolojisine dönüşmüştü. Böylece öldürme, kutsal bir eylem hâline geldi; metin ile mızrak birbirine karıştı.
Sahada yalnızca birkaç yüz kişi vardı. Bunlar, İzzeddin el-Kassam Tugaylarının savaşçılarıydı. Direnme hakları kutsaldı, fakat kullandıkları silahlar bölgedeki en zayıf Arap ordularının silahları kadardı. Buna rağmen birkaç saat içinde İsrail ordusunun bir tam tümenini yok ettiler, üç askerî bölgeden birinin temellerini sarstılar ve Kudüs’e, peygamberlerinin mirasına yaklaştılar.
Kimi kısa sürede, “Evet, bu oldu. Hepimiz başta sevindik ama gerçeğe bakalım, bedeli neydi?” diyecektir.
Bedeli ve sonucu konuşmak için Clausewitz’e dönmek yeterlidir: “Muharebelerin sonuçları savaşın sonu değil, ilk bölümleridir. Yenilgi bazen bir zafer gibi görünür, zafer ise erken okuyan için bir tuzak olabilir.”
7 Ekim 2023’ten sonra İsrail’den gelen açıklamalar, tehdidin yalnızca Hamas’tan değil, İsrail’in kendi imajının yıkılmasından kaynaklandığını ortaya koydu. Ocak 2024 tarihli Ulusal Güvenlik Araştırma Merkezi raporunda şu değerlendirme yer aldı: “İsrail’de artık tartışma, nasıl kazandık ya da kaybettik üzerine değil; devletin vatandaşlarını hâlâ koruyup koruyamayacağı üzerine.”
Bu, güç sorusundan varoluş sorusuna geçişti.
Begun–Sadat Stratejik Araştırmalar Merkezi Şubat 2024’te yayımladığı “Algı ve Caydırıcılık Savaşı: 7 Ekim’den Sonra İsrail” başlıklı raporunda şöyle yazdı: “Gazze’deki savaş artık tünellerde veya kulelerde değil, algı düzleminde sürüyor. Algı savaşının ilk raundunu kaybettik.”
Askerî İstihbarat Şubesi (Aman) Mart 2024’te yayımladığı Kavramsalcılığın Gözden Geçirilmesi başlıklı raporda, elli yıl önce Elazar’ın sözlerini neredeyse birebir tekrar etti: “Bilgi toplamayı değil, ona inanmayı başaramadık.”
Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsünün “Varoluşsal Yara” adlı çalışması ise şöyle diyordu: “Savaş askerî açıdan sona erse bile, zaman sınırlaması olmayan bir algı savaşı başlamıştır.”
Yahya es-Sinvar ve Muhammed ed-Dayf’in adamlarının 7 Ekim 2023’te yaptığı şey bir çılgınlık değil, stratejik bir dönüm noktasıydı. Bu olay, mümkün olanla imkânsızın tanımını yeniden çizdi.
O gün İsrail için en tehlikeli olan, güvenlik açığı değil; sembolik kırılmaydı. Bu kırılma, bölgenin sesini geri verdi ve dünyaya işgalin kader olmadığını hatırlattı. Filistinli savaşçı surları aştığında yalnızca yeni bir cephe açmadı; aynı zamanda şu varoluşsal soruyu sordu: “İşgal üzerine kurulu bir varlığın geleceği nedir?”
Buradaki tek delilik, geçici bir yapının “kalıcılık kavramsalcılığına” inanmasıdır. Bugün İsrail’in amacı yalnızca caydırıcılığını onarmak değil; tarihsel izini silmektir.
Düşmanın bugün işlediği soykırım suçları, “Aksa Tufanı”nın anısını bölgenin kolektif bilincinden kazımaya yöneliktir. Bunu ancak kan ve ateşle başarabileceğini sanmaktadır; sanki inkâr, kaybettiği üstünlüğü geri getirebilirmiş gibi.
Bugünün algı savaşı, bir orduyla bir grup savaşçı arasındaki mücadele değil; biri sonsuzluk arayışındaki bir anlatı, diğeri aynasında hayatta kalmaya çalışan bir hikâye arasındaki mücadeledir.
Hafıza, son savaş cephesidir. Ulusun bu projeye karşı yapabileceği en büyük şey, 7 Ekim’i kolektif hafızasında görkemli bir gün olarak korumaktır. O günü, maddi üstünlüğün çatışmanın doğasını değiştirmediğini; haklılıkla silahlanmış iradenin bir efsaneyi, bir devleti ve bir orduyu alt edebileceğini hatırlatan bir gün olarak yaşatmaktır.
Bu günün en çarpıcı dersi şudur: İsrail, örümcek ağından bile zayıftır.
Çeviri: YDH