"İslami cemaatler, onlarca yıldır İngiliz ve ardından Amerikan himayesinde ümmetin bedeninde kök salmış şeytani bir bitkiden başka bir şey değildir. Bu bitki ümmetin bilincinden sökülüp atılmadıkça, onun yeniden dirilişi mümkün olmayacaktır."

YDH - Ensarullah Hareketi Siyasi Büro Üyesi Muhammed el-Buhayti, Telegram kanalında yer verdiği yazıda, İslami cemaatlerin tarih boyunca mağduriyet söylemini bir propaganda aracı olarak kullanıp şiddet ve kargaşanın başlıca failleri hâline geldiğini vurguluyor. Buhayti, bu cemaatlerin dış güçlerle ilişkilerinde aşağılık kompleksine kapıldıklarını ve dini meşruiyet maskesi altında İslam’ın itibarını zedelediklerini kaydediyor. Ensarullah’ın bu ikiyüzlülüğe karşı duruşunu örnek gösteren Buhayti, Arap halklarının bu “şeytani bitkiden” kurtulmadıkça dirilişinin mümkün olmayacağını vurguluyor.
İslami cemaatler, kendilerini sürekli olarak başkalarının zulmüne uğramış mazlumlar olarak sunmayı alışkanlık hâline getirmiştir. Bu gruplar, mağduriyet söylemini genç Müslümanları saflarına çekmenin temel aracı olarak kullanır. Bunu yaparken tarihî olayları bağlamından koparır, nedenlerini ve eşlik eden koşullarını görmezden gelirler.
Örneğin, Hasan el-Benna’nın suikastını sıkça gündeme getirir ve bu olayı, ıslah çağrısı yapan bir davetçinin haksızca öldürülmesi olarak sunarlar. Oysa bu suikast, cemaatin Mısır Başbakanı Mahmud en-Nukraşi’yi öldürmesine bir karşılıktı; ancak bu gerçeğe asla değinmezler.
Cemal Abdünnasır’ın Müslüman Kardeşler’i bastırmasını, din âlimlerine düşmanlık gibi gösterirler. Oysa bu baskı, onların Nasır’a yönelik suikast girişiminin bir sonucuydu.
Hama faciası üzerine döktükleri timsah gözyaşlarıyla acındırırlarken, bu trajedinin Beyrut’un İsrail tarafından işgal edildiği günlerde örgütün öncülüğünde başlatılan bir silahlı ayaklanmanın sonucu olduğunu gizlerler. Oysa bu olaydan önce Baasçı subaylara yönelik bir dizi suikast düzenlemiş, topçu taburunda onlarca Alevi askeri katlettikleri bir katliama da imza atmışlardı.
Derinlemesine bakıldığında, ümmetin yaşadığı en karanlık ve kanlı dönemlerin bizzat bu grupların eylemleriyle şekillendiği görülür. Haremeyn topraklarındaki Vahhabi çetelerinin işlediği suçlardan, Cezayir, Mısır, Irak, Yemen, Suriye, Batı Sudan, Somali, Pakistan ve Hindistan’daki İslami örgütlerin katliamlarına; Moskova, New York, Londra, Madrid gibi şehirlerde masum sivilleri hedef alan kanlı eylemlerine kadar uzanan bir çizgi vardır.
Bu gruplar, camiler, pazarlar, toplu taşıma araçları, düğünler ve cenazeler gibi kalabalık yerleri kasten hedef alarak diğer suç örgütlerini geride bıraktı. Ayrıca, bıçaklama, yakma, yüksekten atma, hamile kadınların karınlarını yarma, kurbanların ciğerlerini yeme, kadın cesetlerine saldırma gibi en korkunç öldürme ve işkence yöntemlerini geliştirdiler.
Tüm bunlara rağmen, medya söylemlerinde ve kültürel literatürlerinde hâlâ mağdur rolünü oynamaya devam ediyorlar. İşledikleri suçların enkazını ve İslam’ın imajını karartmadaki tarihî sorumluluklarını görmezden geliyorlar. Böylece ümmeti şiddet ve karşı şiddetin karmaşık girdabına sürüklüyorlar.
Doğrudur, bu grupların bazı liderleri bugün Suudi Arabistan’da önemsiz gerekçelerle cezaevlerinde tutulmakta ve işkenceye maruz kalmaktadır. Ancak onların yazılı eserlerine bakıldığında, aslında “zincirlenmiş şeytanlar” oldukları görülür. Bu bir iftira değil; zira pek çoğu, dini bahane ederek şiddetin hüküm sürdüğü ülkelerde korkunç suçları kışkırtan başlıca isimlerdendi.
İslami cemaatlerin narsisizmi, insanı yalnızca dininden koparmakla kalmaz; aynı zamanda onun insani fıtratını da kökünden söküp atar. Çağdaş tarih bunun sayısız örneğiyle doludur.
11 Eylül saldırılarının ardından Yemen’in devrik lideri Ali Abdullah Salih, özellikle Afganistan’dan dönen İslami cemaat mensuplarına karşı geniş çaplı bir baskı kampanyası başlattı. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’ne yaklaşma çabasının bir parçasıydı. Öyle ki, Amerikalı soruşturmacılara tutuklularla doğrudan görüşme izni bile verdi.
O günlerde hiçbir cemaat lideri bu uygulamalara karşı çıkmaya ya da kınamaya cesaret edemedi. Şeyh Abdülmecid ez-Zindani’nin Amerikalılara teslim edilmesine karşı çıkan tek taraf, Seyyid Hüseyin Bedreddin el-Husi liderliğindeki Ensarullah oldu.
O dönemde Ensarullah, yaşanan ihlallere ve Amerikan işgaline tepki olarak “Amerika’dan Kurtuluş” sloganını benimsedi. Bu tutum, sonunda rejimin onlara karşı savaş ilan etmesine yol açtı.
İlginçtir ki, Ensarullah’ın dini ve milli kardeşlik duygusuyla destek verdiği o gruplar, kısa sürede Sa’ada Savaşı’nın ilk günlerinden itibaren onlara saldırının öncüsü hâline geldi.
Tarih, insan toplulukları arasında bu kadar büyük bir alçaklık örneğini kaydetmemiştir; ne ilk cahiliye döneminde ne de başka bir zamanda. Bu, Rasulullah’ın (s.a.v) “İki cahiliyet arasında gönderildim; ikincisi birincisinden daha kötüdür” hadisinin bir tecellisidir.
Ahlaki çöküşün bu düzeyi, Aksa Tufanı’ndan sonra bir kez daha ortaya çıktı. San’a hükümeti, Gazze’deki soykırımı durdurma ve ablukayı kaldırma mücadelesiyle meşgulken, o gruplar Yemen’e karşı hem askerî hem medyatik bir savaş hazırlığı içindeydi.
Üstelik San’a’daki hükümeti devirmeyi, Şam senaryosunu tekrarlamayı amaçlayarak Amerikalılardan ve İsraillilerden bu çatışmaya dahil olmalarını istediler. Gazze kan gölüne dönerken, Yemen’in destek operasyonlarını durdurmak için Ensarullah liderlerinin hedef alınmasını da tavsiye ettiler.
İslami cemaatlerin narsisizmi, yalnızca Nazizm, Faşizm ve Siyonizm gibi ideolojilerde görülen kendini yüceltmeden kaynaklanmaz; aynı zamanda yerel düzeydeki narsisizmlerini sürdürebilmek için dış güçlere karşı duydukları aşağılık kompleksinden ve bu güçlerin desteğine olan bağımlılıklarından da beslenir.
Bu grupların, terörist olarak sınıflandırılmalarına ve kendilerine karşı işlenen suçlara rağmen Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan yönetimlerine duydukları sarsılmaz bağlılık, ne kadar aşağılık bir konumda olduklarını gösteriyor.
Sonuç olarak, İslami cemaatler, onlarca yıldır İngiliz ve ardından Amerikan himayesinde ümmetin bedeninde kök salmış şeytani bir bitkiden başka bir şey değildir. Bu bitki ümmetin bilincinden sökülüp atılmadıkça, onun yeniden dirilişi mümkün olmayacaktır.
Eğer ümmet, Allah’ın ve Resûlü’nün bu gruplar hakkındaki uyarılarına kulak vermiş olsaydı, şeytanın boynuzundan fışkıran o kaynaktan içmez, küfür ve nifakta en ileri giden kimseleri kendisine örnek edinmezdi.
Çeviri: YDH