Bagram: Çin ve İran’ın aşil topuğu

img
Bagram: Çin ve İran’ın aşil topuğu YDH

"İran artık yalnızca Batı Asya halklarının direniş kalesi değil; aynı zamanda ABD’nin dünya hâkimiyeti ve egemenliğine karşı bir savunma mevzisidir; bu mevzi, ABD’nin Çin ve Rusya sınırlarına erişimini zorlaştırmaktadır."




YDH - Islamic World News portalı, ABD’nin Batı Asya stratejisini ve Bagram Üssü’nün bu stratejideki merkezi önemini özetliyor. Washington, kara birliklerini azaltıp hava gücü ve özel kuvvetler merkezli bir modelle hızlı erişim sağlamayı amaçlıyor; Bagram aynı anda İran, Rusya ve Çin sınırlarına erişim imkânı sunduğu için kilit önemde. ABD ile İsrail’in yakın işbirliği ve “düz zemin” stratejisi hava üstünlüğü kurmayı ve bölgedeki savunma altyapılarını etkisizleştirmeyi hedefliyor; Washington, Bagram’ın kullanımına erişemezse askeri seçenekleri dışlamıyor. 7 Ekim sonrası ortaya çıkan hassas mühimmat ve yeni teknolojiler operasyonların hızını ve menzilini artırırken, İran metinde hem bölgesel direniş kalesi hem de ABD’nin büyük güçlere erişimini zorlaştıran stratejik engel olarak tanımlanıyor.

Bu metin, ABD’nin Batı Asya’daki askeri ve güvenlik doktrinini, Afganistan’daki Bagram gibi stratejik üslerin önemini ele alıyor. Amerika Birleşik Devletleri, bölgedeki hedeflerine ulaşmak için geniş kapsamlı kara birliklerinden ziyade hava gücü ve özel kuvvetleri kullanarak askeri varlığını azaltmayı amaçlıyor. Özellikle İran, Rusya ve Çin sınırları bu stratejinin odak noktası konumunda. Afganistan, Bagram Üssü sayesinde bu sınırlara hızlı ve sürekli erişim sağlayan kilit bir merkez olarak öne çıkıyor. Ayrıca ABD’nin Siyonist rejimle yürüttüğü yakın işbirliği ve bölgedeki savunma hatlarını etkisiz hale getirip hava üstünlüğü kurmayı hedefleyen “düz zemin” stratejisi inceleniyor. Nihayetinde bu stratejiler, Batı Asya’da askeri üstünlük kurarak küresel ekonomik ve siyasi koridorlar üzerinde etkili olma hedefini taşıyor.

Son haftalarda ABD’li yetkililer defalarca, Afganistan yönetiminin Bagram Havalimanı’nı Amerikan güçlerinin kullanımına açması gerektiğini vurguladı. Aksi halde Washington’un, bu havaalanını ele geçirmek için askeri güç kullanmayı öncelikli seçenek haline getireceğini açıkladı.

Batı Asya uzmanları, Amerika’nın Afganistan’daki bu havaalanına neden böylesine ısrarla sahip olmak istediğini anlamaya çalışıyor.

Özellikle ABD’nin yeni ulusal güvenlik stratejisine göre Batı Asya’daki askeri varlığını büyük ölçüde azaltmayı hedeflediği dikkate alındığında bu ısrar daha da dikkat çekici hale geliyor.

Nitekim Donald Trump’ın seçim kampanyasında da Amerikan askerlerini Batı Asya’dan çekme sözü vermesi bu çelişkiyi derinleştiriyor.

Konu daha da karmaşıklaşıyor çünkü Afganistan, son yıllarda Washington’un bu geniş ölçekli çekilme stratejisini uygulamaya başladığı ilk ülke olmuştu; ancak bugün aynı Afganistan yeniden Amerika’nın askeri planlarının merkezinde yer alıyor.

ABD’nin bölgesel varlık stratejisine bakış

Washington’un bugünkü adımlarını çözümlemek için, Beyaz Saray’ın 2022’de yayımladığı ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne yakından bakmak gerekiyor.

Bu belgeye göre Amerika, Batı Asya’daki asker sayısını asgari düzeye indirerek geniş kapsamlı kara ve zırhlı birlik operasyonlarından uzaklaşmayı; bunun yerine elit özel kuvvetlere, hızlı reaksiyon kabiliyetine ve hava gücüne dayalı bir model geliştirmeyi öngörüyor.

Usame bin Ladin ve Ebubekir el-Bağdadi’ye yönelik operasyonlar bu stratejinin uygulamadaki örnekleri. Bu yöntemde özel kuvvetler, hava desteğiyle hedef bölgeye giriyor, görevi tamamlıyor ve hızla geri çekiliyor.

Bu doktrinin mimarları, yeni güvenlik yaklaşımının ABD’nin çıkarlarını zayıflatmaması gerektiğinin farkında.

İlk bakışta çelişkili görünen bu strateji, Amerika’nın bölgedeki varlığını hava gücü merkezli bir yapıya oturtarak açıklanıyor. Hava kuvvetleri, özel operasyon birlikleriyle tam koordinasyon içinde ABD’nin çıkarlarını koruma ve hedefleri gerçekleştirme görevini üstleniyor.

Fakat bu modelin sürdürülebilmesi, stratejik noktalar üzerindeki hâkimiyetle mümkün. Doktrine göre Batı Asya’da bazı bölgeler, yaşamsal öneme sahip stratejik merkezler olarak kabul ediliyor. Bu merkezlerdeki üslerin ve havaalanlarının kontrolü Amerika’nın elinde olmalı ya da Washington bu bölgelerde yeni üsler kurmalı.

ABD artık 2001’deki gibi on binlerce askerle bölgeyi doldurmak istemiyor. Zira bölgedeki hasım güçler de silahlı ve bu tür yoğun birlik konuşlandırmaları Amerikan ordusunun kayıplarını artırabilir.

Washington, sürekli, kapsamlı, esnek, hareketli ama aynı zamanda etkili bir varlık arayışında. Bu nedenle Amerika, bölgede geniş çaplı birlikler konuşlandırmak yerine hava gücü ve özel kuvvetlere dayalı çok amaçlı askeri üs konseptine yönelmiş durumda.

Amerikan kuvvetlerlrinin konuşlanması için hayati bölgelerin özellikleri:

-İlk özellik, söz konusu bölgelerin birden fazla ülkenin ortak sınırları içinde yer almasıdır. Bu üslerin etrafında ne kadar çok ülke varsa, önemleri de o ölçüde artar.

-İkinci özellik ise bu üslerin, ABD hava kuvvetlerinin Rusya, Çin ve İran gibi Amerika’nın ulusal güvenliğini tehdit eden sınırlarına sürekli ve hızlı erişim imkânı sağlamasıdır.

Afganistan’ın Amerika’nın bölgesel stratejisindeki rolüBagram üssü, Batı Asya’da stratejik rolü olan üsler açısından ABD’nin aradığı iki özelliği bir arada barındırır. Bu istisnai havaalanı, ABD ve NATO hava kuvvetlerinin Rusya, Çin ve İran sınırlarında sürekli, hızlı ve kalıcı olarak bulunabilmesine imkân tanır.

ABD’nin Afganistan’da bulunması, bir elmasın kalbine baskı uygulamaya benzer; amaç, o yapıyı yarıp parçalamaktır. ABD stratejisi bağlamında Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve Suriye’nin (el-Kaim sınırında) gibi sınır bölgelerinin ayrı bir önemi vardır; ancak Bagram, dünya çapında ABD için en önemli stratejik konuma sahiptir.

Bagram, ABD’nin aynı anda İran, Rusya ve Çin sınırlarına ve hatta Hindistan, Pakistan ile Orta Asya’daki tüm ülkelere ulaşma imkânı ve potansiyelini sunan tek noktadır.

ABD ordusu, istediği her an en kısa sürede Rusya, Çin ve İran sınırlarının hemen kenarında bulunmak ve bu ülkelerin iç bölgelerine etkili erişim sağlamak ister.

Gerçekte ABD, bu planı hayata geçirirse, batı ve doğu sınırlarından Çin ve Rusya sınırlarına kadar kendi sınırlarının uçlarından savaş uçaklarını engelleyecek hiçbir engel kalmayacağını öngörür.

Öte yandan ABD, Afganistan üzerinde hava üstünlüğü kurarak Pakistan, Hindistan ve Orta Asya ülkeleri arasındaki ilişkilerde kalıcı bir denge oluşturma ve koruma imkânına da sahip olur. Bu denge, bölgesel ve küresel koridorların tüm tasarımını etkiler ve ABD’nin istemediği herhangi bir koridorun uygulanmasını imkânsız kılar.

Bu tür koridorlar, İran, Çin ve Rusya ekonomilerini kontrol altına alma imkânı verir ve onların çözülmesine yönelik planlamayı kolaylaştırır.

Rejimin bölgesel stratejisindeki rolü; Siyonistlerin tercih ettiği “düz zemin” stratejisi

Siyonist rejim, aslında Batı Asya ve Kuzey Afrika bölgesinde ABD ile NATO’nun gelişmiş bir kışlası rolünü üstlenir; güvenlik, askeri ve istihbarat stratejileri iki taraf için tamamlayıcı ve örtüşen bir yapı içinde tasarlanıp uygulanır.

Washington ile Tel Aviv arasındaki sürekli ve çok katmanlı işbirliği, Siyonist rejimi fiilen ABD’nin bölgesel jeostratejik hedeflerini gerçekleştiren bir bölgesel kolu haline getirmiştir; öyle ki, çoğu durumda iki tarafın stratejik yönelimleri arasında anlamlı bir fark ayırt etmek mümkün değildir.

Jeopolitik açıdan işgal altındaki Filistin’in kara konumu da özel stratejik öneme sahiptir; çünkü Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır ve Suudi Arabistan sınırlarına doğrudan erişim sağlar ve Kızıldeniz üzerinden Afrika kıtasının kuzeyine ve doğusuna bağlantı açar.

Bu nedenle Washington’un Siyonist rejime verdiği kapsamlı ve koşulsuz desteği yalnızca ideolojik bağlar veya siyasi lobi faaliyetleriyle açıklamak eksik olur; bu destek, Orta Doğu’nun kalbinde coğrafi ve askeri üstünlüğü korumaya yönelik büyük stratejinin bir parçası olarak da okunmalıdır.

Rejim, “düz zemin” stratejisinin gerçekleştirilmesini hedeflemektedir. Bu strateji, Orta Doğu’da yakılan toprağın ilham verdiği bir yaklaşımın havada ve bölgenin göğünde sürdürülmesidir.

Stratejinin temel işareti, rejimin hava kuvvetlerinin Batı Asya’nın tüm gökyüzünde, Çin ve Rusya sınırlarına kadar, sürekli ve engelsiz bir şekilde var olması gerektiğidir.

Bu stratejinin ilk aşamasını, Lübnan semalarında sürekli varlık gösterilmesi ve gerektiğinde her zaman ve her yerde askeri operasyonlar yürütme pratiklerinde görüyoruz.

Bu doktrin altında, bölgedeki ABD ve rejim hava güçlerine karşı durma ve rahatsızlık yaratma imkânı veren tüm tesis ve altyapılar yok edilmelidir; tıpkı Gazze’de başlayan ve Lübnan’a yayılan süreçte olduğu gibi ve nihayetinde Suriye’nin askeri altyapısının tamamen yok edilmesiyle İran sınırlarına ulaşılması hedeflenmektedir.

Rejimin Suriye’nin savunma ve askeri altyapılarına yönelik saldırısı ve her türlü ciddi savunma ve direniş imkânının ortadan kaldırılması, bu plan çerçevesinde anlaşılabilir ve yorumlanabilir. Bu plan, Suriye semalarını rejimin tam kontrolüne vermiştir.

İran’ın ve diğer ülkelerin Amerika ve rejimin bölgesel stratejisindeki yeriBölgede bulunan büyük ya da küçük devletlerin varlığı, eğer bu plana engel teşkil etmiyorsa, ABD ve rejim planları için başlı başına bir sorun oluşturmaz.

Bu nedenle bölge ülkelerinin ya ABD politikasına destek vermesi gerekir (örneğin bölgedeki Arap ülkeleri ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Asya ülkeleri) ya da iç sorunlarla, kargaşa ile, ekonomik zorluklarla meşgul olması gerekir (örneğin Irak ve Suriye gibi) ki ABD ve rejim planlarına karşı rahatsızlık yaratma kapasiteleri olmasın.

ABD Savunma Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı, bu strateji kapsamında yabancı egemenliğe karşı direnen ülkeleri yumuşak veya sert yöntemlerle kaosa sürüklemek, istikrarsızlaştırmak ve hatta bölmekle görevlendirilmiştir.

12 gün savaşı döneminde, İran sınırlarının batı yarısında uçuşa yasak bölge ve erişim engelleme taktiğinin uygulandığını gördük; bu uygulama aslında ABD’nin bölgesel varlığını genişletme ve rejimin “düz zemin” stratejisini yayma hazırlığının bir provasıydı.

Şimdi bu taktiğin Çin ve Rusya sınırlarına kadar genişletilmesi hedefleniyor. Böyle bir plan gerçekleşirse, ABD amaçlarını başarmış sayacak ve ABD, rejim ile NATO’nun hava gücünün birleştirilmesiyle bölgenin tamamında Çin ve Rusya sınırlarına kadar bir hakimiyet tesis edilmiş olacaktır.

Elbette mevcut İran’ın bölgedeki mecazi konumu -dünyada yeni bir düzenin doğuşunun beklendiği bu hassas dönemde- ABD ve Siyonistlerin hedeflerinin gerçekleşmesine engel teşkil etmektedir.

İran artık yalnızca Batı Asya halklarının direniş kalesi değil; aynı zamanda ABD’nin dünya hâkimiyeti ve egemenliğine karşı bir savunma mevzisidir; bu mevzi, ABD’nin Çin ve Rusya sınırlarına erişimini zorlaştırmaktadır.

7 Ekim sonrası dünyanın askeri ve güvenlik doktrininde devrim

Son iki yılda rejimin stratejileri, askeri ve güvenlik operasyonları arasındaki sınırı belirsizleştirdi. Şimdi rejimin hava kuvvetleri, hava platformundan atılan balistik mühimmat kullanarak yirmi dakikadan az bir sürede bin kilometre mesafedeki hedefleri çok yüksek doğrulukla vurma imkânına sahiptir. Bu durum, belirli bir mekânı, belirli bir zamanda ve çok kısa bir sürede hedef alma olanağının doğduğu anlamına gelir.

Bu yeni tür operasyonların önemi, İran, Çin ve Rusya sınırlarının kenarından bin kilometre uzaklıktaki bir hedefin imhasının bu ülkelerin iç derinliklerine erişmek demek olduğunu fark ettiğimizde daha da belirginleşir.

Bu doktrinin yapay zeka, elektronik istihbarat ve yeni hava mühimmatları gibi ortaya çıkan teknolojilerin güvenlik ve askeri sınırları yalnızca bulanıklaştırmakla kalmayıp yok ettiği bir dönüm noktası olduğunu unutmamak gerekir.

Geçmişte bir suikast veya yıkım operasyonunu, güvenlik paradigması kapsamında başarılı kılmak yıllarca süren istihbarat çalışması, planlama, takip ve gözetleme, casusluk ve nihayetinde bombalama veya suikast gerektiriyordu. Böyle bir güvenlik operasyonu yüksek bir başarı ihtimaline rağmen sıklıkla başarısız olma riski taşıyordu.

Ancak şimdi aynı tür operasyonlar askeri paradigma altında çok daha kısa bir zaman diliminde ve olağanüstü bir hızla gerçekleştirilebilmektedir. Bu tür askeri operasyonlara tipik örnek, 12 gün savaşında İran’ın askeri ve siyasi liderlerinin suikastları ile Beyrut’ta Hizbullah’ın askeri lider ve komutanlarının ve Doha, Katar’daki Hamas liderlerinin hedef alınmasıdır; tümü askeri araçlara dayanılarak yapılmıştır.

Fransız yazar Nicolas Blanford, “Hizbullah’ın İsrail’e Karşı 30 Yıllık Mücadelesinin İncelenmesi” adlı kitabının bir bölümünde, Güney Lübnan’daki Ensariye köyünde Siyonist komandolar tarafından gerçekleştirilen bir suikast operasyonunu aktarır.

Hizbullah güçlerinin dikkati sayesinde başarısızlığa uğrayan ve komandoların tümünün imhasıyla sonuçlanan bu askeri suikast operasyonu, geçmişteki güvenlik operasyonlarının zorluklarına bir örnektir; bugün ise yeni teknoloji ve silahlara dayanarak bunlar çok daha kolay hale gelmiştir.

Sonuç:

ABD’nin stratejisi, kayıpları ve maliyetleri azaltmak, Batı Asya bölgesinde geniş çaplı askeri varlıktan kaçınmak ve büyük savaşlardan kaçınmaktır.

Buna karşın, hava kuvvetlerine ve seyyar stratejik askeri üsler çerçevesinde İran, Çin ve Rusya sınırlarında sürekli ve derhal hazır bulunma iradesine dayanır. Bu plan, bölgede rejimin doktriniyle paralel hale gelmiştir.

ABD’nin hedefi, hava üstünlüğü aracılığıyla her türlü direnişi ortadan kaldırmak ve Rusya, Çin ile İran sınırlarına kadar Amerikan hâkimiyetini tesis etmektir.

7 Ekim sonrası dünyada askeri ve güvenlik operasyonlarının sınırlarının silinmesiyle, ABD hava kuvvetlerinin İran, Çin ve Rusya sınırları düzeyinde böyle bir varlığı, bu ülkelerin derinliklerine erişim ve bir saatin altında son derece yüksek doğrulukla suikast gerçekleştirme imkânı anlamına gelmektedir.

Çeviri: YDH