''Tekvin 20’nin kullanımı, bölgedeki İsrail eylemlerine sürekli bir ruhsal destek sağlamıştır."
YDH- El-Meyadin yazarlarından Hasan Fakih, İsrail'in tarihsel travmaları ve dini referansları kullanarak, işgal, savaş ve etnik temizliği nasıl meşrulaştırdığını tartıştığı yazısında, Siyonist anlatıların, eleştiri ve sorgulamayı engelleyen, “Yahudilere karşı olmak”la eşdeğer tutulan bir korku siyaseti yarattığını vurguluyor; işgal rejiminin “tarihsel mağduriyet” ve “dini meşruiyet” kurguları üzerinden inşa ettiği manipülasyon mekanizmalarını ortaya koyuyor.
Avrupa Yahudilerinin Batı Asya’ya kitlesel göçüyle başlayan süreçten itibaren, İsrail işgal rejimi, savaşlarını, işgal politikalarını, etnik temizliğini ve uluslararası normlara aykırı ayrıcalıklı konumunu meşrulaştırmak üzere kurguladığı anlatılar eşliğinde, on binlerce kişiyi cezasızlıkla öldürmüş ve sakat bırakmıştır.
Tel Aviv’in yapısının merkezinde, tarihsel travmanın stratejik kullanımı ile dinin çarpıtılması yer alır.
Bu iki unsur birleştiğinde, dışarıdan gelen sorgulamaları veya müdahaleleri zorlaştıran güçlü bir anlatı ortaya çıkar; biri bunları sorguladığında da tüm Yahudilere 'düşman' olarak etiketlenecektir.
İsrail liderleri, bu yapay varlığın zorla kurulmasından itibaren, Holokost ve dini simgeleri sadece ortak bir travmalı geçmişi hatırlatmak amacıyla değil, Siyonist askeri yönteme sempati toplamak ve insanlığın manevi yönünü çarpıtmak için meşruiyet üretmek üzere kullanmıştır.
Tarihsel baskı
Nazi Holokost’u, İsrail yetkililerinin komşu ülkelere yönelik askeri saldırıları haklı çıkarmak için duygusal bir unsur olarak ağızlarından düşürmedikleri bir kavramdır. Batı Asya’da bu yapay varlık dayatıldığından beri, İsrailli yetkililer Holokost’u ve Avrupa Yahudilerine yönelik soykırımı, uluslararası toplum önünde diplomatik söylemin merkezine yerleştirmiştir.
Bu hassas konuya derinlemesine girmeden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu bölümde İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da yaşanan tarihsel acıların geçerliliği inkâr edilmeyecektir. Nazi suçlarının, komünistlere, sendikacılara, Slavlara, Yahudilere ve Nazi’nin “ideal” insan imajına uymayan diğerlerine karşı işlediği suçların gerçekliği burada tartışma konusu değildir.
İsrail rejimi, Holokost gibi vahşi bir tarihsel anıyı stratejik olarak kullanarak kendini bölgeye karşı varoluşsal bir savaşın içinde konumlandırır; zira kasıtlı olarak Yahudi varlıklarının yok edilmek istendiği algısını yaratmaktadır.
Oysa bölgede, bu toprakların tarihini bilen hiç kimse Yahudi nüfusunun varlığını inkâr etmemektedir. Sonuçta, İbrahimî dinler Batı Asya ve Kuzey Afrika’da doğmuştur; İsviçre’de değil.
İsrailli politikacılar Holokost’u, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudiler ve diğer mağdurların yaşadığı acıların hatırlatıcısı olarak değil, “bir daha asla, ama sadece bizler için” politikası doğrultusunda yabancı desteği toplamak için bir araç olarak kullanmaktadır. Amaç, tüm bölgeyi ve hatta dünyayı, Siyonist nüfusu hedef alınmış ve çaresiz gösteren bir korku imgesiyle şekillendirmektir.
David Ben-Gurion'dan Benjamin Netanyahu'ya kadar siyasetçiler bu taktiği büyük bir başarıyla kullanarak, uluslararası liderlerin İsrail'in askeri eylemlerine göz yummasını sağlamış ve Siyonist güçlerin köyleri cezasız bir şekilde yerle bir etmesine olanak tanımıştır.
Bazı örnekler arasında, Ben-Gurion'un 1949'daki konuşması yer almaktadır; bu konuşmada, Holokost sırasında uluslararası ilgisizliği, 1948 savaşında BM planlarına ve İngiltere'nin kısıtlamalarına karşı gelmeyi haklı çıkarmak için kullanmış ve komşu Arap devletlerine karşı askeri eylemlerin başka bir soykırımı önlemek için gerekli olduğunu belirtmiştir:
"Eğer saldırganlara (Araplara) karşı koyamasaydık... Yahudi Kudüsü yeryüzünden silinirdi, Yahudi nüfusu yok edilirdi ve İsrail Devleti kurulmazdı"
Holokost’un sürekli kullanımı, İsraillilerin savaşta zayıf olduklarını pekiştirmeleri gereken her durumda sürdürülmüştür. Elbette bu zayıflık yapaydır çünkü Tel Aviv, Batı’dan ekonomik, siyasi ve askeri tam destek almaktadır.
1967’de Arap devletlerine karşı yürütülen İsrail saldırı savaşının ardından, Holokost anısı yalnızca askeri eylemleri değil, aynı zamanda yerleşimci genişlemeyi de meşrulaştırmak için araçsallaştırılmış; Yahudilerin Batı tarafından terk edildiği vurgusu yeniden öne çıkarılmıştır. Bu dönem, Siyonist politikacıların, İsrail’in yayılmacı doğasına yönelik eleştirileri Yahudilere karşı ahlaki bir ihanet olarak çerçevelemek üzere bu tarihi travmayı daha yoğun kullanmaya başladığı zaman dilimidir.
1973’te ise İsrailli politikacılar, komşu ülkelerin varoluşsal bir tehdit olduğu söylemini artırmış; ani saldırıların Siyonist projeye felaket getirebileceğini ifade etmişlerdir. O yıllarda, İsrail rejiminin dışişleri bakanı Abba Eban, anti-İsrail söylemi ile antisemitizm arasındaki farkı bulanıklaştırmak için çalışmış; makul eleştiri ile Yahudi inancına yönelik nefreti birbirine karıştırmaya çalışmıştır.
1973’te Amerikan Yahudi Kongresi dergisi için yazdığı makalede, “Hıristiyan dünyasıyla yapılacak herhangi bir diyalogda başlıca görevlerden biri, antisemitizm ile anti-Siyonizm arasındaki bir fark falan olmadığını kanıtlamaktır,” demiştir.
1982’de Lübnan’a yapılan ikinci işgal sırasında, eski İsrail Başbakanı Menaşem Begin, destek toplamak ve hem uluslararası toplumu hem de yerleşimci nüfusu Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı zorlamak için FKÖ üyelerini Nazilerle kıyaslamıştır. Begin, yurtdışındayken de Holokost benzetmelerini kullanarak rakiplerini Nazi Almanyası’nın halefleri olarak göstermeye devam etmiştir.
Bu döneme ait İsrail siyasi retoriğinin akademik analizleri, düşmanın Nazi benzeri soykırımcı katiller olarak tasvir edilmesinde ısrar edildiğini ortaya koyar. Politikacılar, aldıkları her kararı “bir daha asla” sloganıyla ilişkilendirerek, önleyici ve yasa dışı saldırı savaşları ile işgalleri meşrulaştırmıştır. Akademik çalışmalar, bu dilin esasen Batılı halklar ve elitlere yönelik olduğunu; aynı zamanda İsrail askerlerine karşı sempati uyandırıp, varoluşsal bir tehdide karşı gerekli ve kaçınılmaz bir güç kullanımını meşrulaştırmayı amaçladığını göstermektedir.
1990’lardan itibaren, özellikle Netanyahu döneminde, Holokost söylemi çoğunlukla İran’ın sivil nükleer programı bağlamında kullanılmıştır. Netanyahu, bu konuya sık sık atıfta bulunan en görünür kullanıcıdır. Bölgedeki direniş gruplarını Nazi benzeri örgütlerle ilişkilendirmiş; uluslararası dinleyiciler karşısında, ayrım gözetmeksizin düzenlenen bombalama kampanyalarına destek toplamak için bu söylemi devam ettirmiştir.
Bu örnekler, İsrailli politikacılar ve yerleşimcilerin gayrimüslimlere yönelik kullandığı söylemin çok özel detaylarına girmeden, İsrail dış politikasını çevreleyen korku siyaseti üretiminin varlığını kanıtlamaktadır.
İsrailli politikacılar, sömürge rejimine daha fazla yabancı destek sağlamak için sahte bir mağduriyet kompleksi kullanmakta, Batılı hükümetleri manipüle etmekte ve onları kamuoyu baskısının köşesine sıkıştırmaktadır.
Avrupa Yahudilerinin yok edilmesine dair hikâyeleri sürekli gündeme getirerek, Siyonist yetkililer kendilerini tamamen farklı tarihsel bir bağlamda olan Araplar tarafından ikinci bir Holokost tehdidi altında gibi göstermektedir.
Bu durum, İsrail’in “güçle barış” askeri stratejisini küresel bir ahlaki pusulaya dönüştürmüştür; zira F-35 jetlerinin çadır kentlere bunker delici bombalar atması eleştirildiğinde, eleştirmenler antisemitik olmakla yaftalanıyor ve kamudan silinerek, yerlerine soykırıma karşı 'daha hoşgörülü' figürler getiriliyor.
Dahası, büyük oranda farklı kültürel ve etnik kökenlere sahip Yahudi gruplar arasında ortak bir ulusal tarihsel Yahudi vizyonu formüle ederek, işgal altındaki topraklarda ciddi iç anlaşmazlık ve bölünmelerin önüne geçiliyor.
Düşmanların korkunçluğu ve yakın tehdit olduğuna dair propaganda ne kadar yaygın olursa, yerleşimciler Siyonist politikalarını kendi temel ideolojileri olarak o kadar sıkı benimsemektedir.
Dinî meşrulaştırma
Uluslararası toplumun ahlaki algısını çarpıtmaya paralel olarak, İsrailli politikacılar ve savunucular aynı zamanda insanın ruhsal ve psikolojik doğasına, dini inancına yönelik doğrudan saldırılar gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.
İsrail rejiminin zorla kurulmasından itibaren, Siyonist liderler bu varlığı Kutsal Kitap temelli bir çerçeveyle meşrulaştırmış; Levant bölgesine dönüşü ve askeri zaferleri kutsal bir dini kanıt olarak sunmuşlardır. Hatta kurucularının çoğu kendini ateist olarak tanımlasa da, bazıları saldırganlığı kutsal bir savaşın parçası olarak nitelendirmiştir.
Çoğu Siyonist, Tanrı’nın varlığına inanmaz, ancak Tanrı’nın onlara Filistin’i vaat ettiğine inanırlar. —Ilan Pappé
İsrail’in askeri ideolojik yönlendirme taktiklerini inceleyen çalışmalar, propaganda yöntemlerinin modern savaşları tarihsel Tevrat savaşlarına benzetmek suretiyle ortaya konduğunu göstermektedir; bu taktiklerde “İsrail”e saldıran herkesin Tanrı tarafından cezalandırılacağına dair ifadeler kullanılmaktadır.
İsraillilerin yaptığı, bölgeye dayattıkları varlıklarını, Musa’nın takipçilerine zulmedenlerle yaşanan tarihi savaşların bir devamı olarak kurgulamaktır.
Nakba sırasında, İsrail ordusunun hedefi, kutsal bir mirasın geri alınması kisvesi altında Filistin köylerini etnik temizlikle temizlemek olmuş; bu süreçte Tekvin 15:18-21 ayetleri şu şekilde çağrıştırılmıştır:
''O gün Rab, İbrahim'le bir antlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Mısır vadisinden büyük Fırat nehrine kadar olan bu toprakları, Kenitlerin, Kenizzitlerin, Kadmonitlerin, Hititlerin, Perizitlerin, Refaitlerin, Amorilerin, Kenanlıların, Girgaşitlerin ve Yebusilerin topraklarını senin soyuna veriyorum."
Deyr Yasin gibi köylerin temizlenmesi sırasında, Siyonist milis liderler, askeri şiddet kullanımını silahsız halka karşı Kutsal Savaş olarak meşrulaştırmak için Tekvin 20. bölümden savaş kurallarını içeren ayetlere başvurmuşlardır.
Yahudi dini metinleri savaş başlatmayı açıkça yasaklamadığı için, savaş dini bir dil kullanılarak çerçevelendiğinde, askerlerin İsrail ordusunun yaptığı gibi hareket etmeleri, askerlerin ve siyasi otoritenin görüşüne göre ahlaki olarak haklı görülmektedir.
Ayetlere girmeden önce belirtmek gerekir ki, İsrail sömürge rejiminin tarihî düşmanına karşı intikam iddialarını ilerletebilmesi için önce düşmanı tanımlaması zorunludur.
Avrupa ve dış ülkelerden, kuşaklarca tanınmayan bir toprağa mülteci olarak gelen Siyonist figürler, eylemlerine algılanan bir haklılık kazandırmak için milislerde bir yönlendirme sağlaması amacıyla kutsal metinlere başvurmuşlardır.
Araştırmacı Shay Hazkani, Ben-Gurion ve dini Siyonist liderlik içindekilerin Filistin’de yürüttükleri etnik temizleme kampanyasını Tevrat savaşlarıyla kıyasladığını, ancak bu anlatıyı Arapların (çoğunlukla toprak dışında yaşamış) Avrupa Yahudilerini yok etmeye çalıştığı biçiminde tersine çevirdiklerini belirtmektedir.
İsrail güçlerinin eğitim broşürlerinde, Tanrı’nın “Yahudileri sebepsiz yere incitmeye çalışan herkese acımasız bir yok etme intikamı istediği” talimatı yeni askerlere iletilmiştir.
Savaşa çıkarken, rahip orduya gidip şunları söyleyecektir:
“Dinle, İsrail: Bugün düşmanlarına karşı savaşa gidiyorsun. Cesaretini kaybetme, korkma; panik yapma ya da onlardan ürkme. Çünkü seninle birlikte savaşacak ve sana zafer kazandıracak olan Rab Tanrındır.” (Tekvin 20:2-4)
Tekvin 20’nin kullanımı, bölgedeki İsrail eylemlerine sürekli bir ruhsal destek sağlamıştır.
Ayetler, İsrail politikasının vaatlerini nasıl gözler önüne serdiğimizi göstermektedir; örneğin Tekvin 20:10-12 ayetleri şöyle der:
“Bir şehre saldırmak üzere yürürsen, halkına barış teklifi yap. Kabul ederler ve kapılarını açarlarsa, içindekilerin tamamı zorunlu çalışmaya tabi olur ve senin için çalışırlar. Barışı reddederler ve savaşa girişirlerse, o şehri kuşat.”
Bu ayetler, İsraillilerin izlemeyi vaat ettikleri barışçıl müzakereler imajını çürütür; çünkü bu vaatler başlangıcından beri fiilen hiç uygulanmamıştır. İsrailli politikacılar ve dini figürler, Tekvin’deki ayetleri komşularını “öteki”leştirmek ve onları varoluşsal bir tehdit olarak yabancılaştırmak için kullanmaktadır.
“Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve şehirdeki diğer her şeyi ganimet olarak alabilirsin. Düşmanlarından Rab Tanrının sana verdiği ganimeti kullanabilirsin. Bu, sana uzak olan ve yakın uluslara ait olmayan tüm şehirlerde böyle davranman gereken yoldur.”
1967 saldırı savaşına gelindiğinde, politikacılar ve dini otoriteler dini atıflarını artırmış, tarihî olayları o dönemin modern savaşıyla harmanlamışlardır.
İsrail işgal varlığının Kudüs’ün Eski Şehri’ni ele geçirmesi, İşaya 52:1-2 ayetinin gerçekleşmesi olarak övülmüştür. Bu ayetler şöyledir:
“Uyan, uyan, Siyon, güçle kuşan!
Görkemli giysilerini giy,
Kutsal şehir Kudüs.
Sünnetsiz ve kirlenmiş olanlar artık sana giremeyecekler.
Tozunu silkele; kalk, tahta otur, Kudüs.”
İsrail işgal güçlerindeki Askeri Rabinat Birimi’nin ilk başkanı, Eski Şehir’in işgalinden sonra ve belirtilen kutsal metin doğrultusunda, batı duvarında ilahi bir zaferi simgelemek üzere koç boynuzu çalmıştır.
1973’teki dördüncü Arap-İsrail Savaşı’na gelindiğinde, kutsal metinleri askeri operasyonlarını meşrulaştırmak için kullanma daha da artmıştır. Bu dönemde, İsrail Başbakanı Golda Meir Arapları Tevrat'taki Amaleklilerle kıyaslayarak, dini bir dil kullanarak yok edilmelerini gerekçelendirmiştir.
“Mısır’dan çıkarken yolda Amaleklilerin sana yaptıklarını unutma. Yorgun ve bitkin olduğunda yolculuğunda seni yakalayıp arkanda kalan herkese saldırdılar; Tanrı’dan korkuları yoktu. Rab Tanrın, sana miras olarak verdiği topraklarda etrafındaki bütün düşmanlarından sana dinlenme verdiğinde, Amalek’in adını göklerin altından silip atacaksın. Unutma!” (Tekvin 25:17-19)
İsrailli politikacılar bir kez daha, zayıf bir Yahudi nüfusun dinleri uğruna kendileriyle savaşan daha büyük bir düşmana karşı savaştığı çerçevesini kullanmışlar; böylece yabancı sömürgecilerin zorla işgal ettikleri topraklar meselesi arka planda bırakılmıştır.
Hakimler Kitabı 10:11-13 ayetleri de Amaleklilerin Tevrat'taki İsrail’in zulmedicileri arasında olduğunu belirtir.
İsrail işgal güçlerinin dinselleştirilmesi bu savaş sırasında daha da ilerletilmiştir; Gush Emunim’in kurucusu Rabbi Zvi Yehuda Kook, eski İsrail Başbakanı Menaşem Begin gibi politikacılara, elde edilen toprak kazanımlarını mesiyanik kehanetlerin gerçekleşmesi olarak görmelerini tavsiye etmiştir.
Ürdün nehrinin karşısındaki Moab ovalarında, Rab Musa’ya şöyle demiştir:
“İsraillilere söyle: Ürdün’ü geçip Kenan’a girdiğinizde, önünüzdeki bütün halkı kovun. Oyma heykellerini ve dökme putlarını yok edin, bütün yüksek yerleri yıkın. Toprağı ele geçirin ve içinde yerleşin, çünkü size bu toprağı miras olarak verdim.” (33:50-53)
Bu ayetler, İsrail işgal güçlerinin, işgal altındaki Golan Tepeleri’nden Sina Çölü’ne kadar etnik temizlik ve toprak gasbı kampanyalarını yürütmesini ve meşrulaştırmasını sağlamıştır. Kook’un öğretileri, İsrail toplumunda mevcut teolojik savaş katmanına katkı sağlayarak etkili olmuştur.
1982’deki ikinci Lübnan işgali sırasında, yaklaşık 30 bin Lübnanlı ve Filistinli sivilin öldüğü bu harekât sürecinde, eski İsrail Başbakanı Menaşem Begin yukarıda bahsedilen korku ve intikam politikasını kutsal metinlerle harmanlamıştır.
Begin, ABD Başkanı Ronald Reagan’a yazdığı bir mektupta, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ı Adolf Hitler’e benzetmiş; İsrail işgaline karşı savaşan Beyrut merkezli Lübnanlı siyasi partileri Nazilerle özdeşleştirmiş ve kuşatmaları meşrulaştırmak için Amalek’ten tekrar söz etmiştir.
Beyrut’un acımasız kuşatması, Ariha/Keriko’ya yapılan kuşatma ile karşılaştırılmış; hahamlar, Tekvin 20:2-4 ayetleriyle İsrail işgal güçlerini yeniden kutsamıştır.
Birinci İntifada sırasında, İsrail işgali, yerleşimcilere ve askerlere dini savaş ayetlerini beslemeye devam etmiş; düşmanı Tanrı’nın tarif ettiği bir figür olarak görmüş ve kendilerini, “Yahudi devletlerine” karşı savaşanları yok etmek için ilahi gönderilmiş bir antlaşma olarak tanımlamıştır.
“Düşmanlarının nasıl hırladığını,
düşmanlarının nasıl başlarını kaldırdığını görüyorsun.
Kurnazca halkına karşı düzen kuruyorlar;
değer verdiklerine karşı plan yapıyorlar.
‘Gel,’ diyorlar, ‘onları bir millet olarak yok edelim,
böylece İsrail’in adı artık anılmasın.’” (Mezmur 83:2-4)
1990’ların sonları ve 11 Eylül sonrası yıllarda, İsrail askeri sistemi dini doktrinlerin kullanımını artırmış; kutsal metinleri operasyonlarını gerçekleştirmek için kullanma uygulaması daha da etkili hale gelmiştir.
İkinci İntifada sırasında, Tevrat’ın en bilgili alimlerinden biri olarak kabul edilen Rabbi Dov Lior, Siyonist dini otoritelerin Amalek olarak gördüklerine karşı intikam duygusunu artırarak, “savaş sırasında Yahudi hayatını kurtarıyorsa gayri Yahudi sivillerin öldürülmesi caizdir… bin gayri Yahudi hayatı bir Yahudinin tırnağına bile değmez” demiştir.
Rabbilik yorumları, İsrail işgal ordusunun gerçekleştirdiği eylemleri meşrulaştırmak üzere Siyonist 'bilginler' tarafından geniş çapta kaynak gösterilerek kullanılmıştır.
Örneğin, Sanhedrin 72a metni, İsraillilerin Nakba sırasında ve sonraki askeri girişimlerde kullandığı önleyici saldırı kampanyalarına dini bir dayanak sağlamaktadır.
Çeviri: YDH