İsrail, Lübnan'da direnişi denklemden çıkarmada başarısız oldu

img
İsrail, Lübnan'da direnişi denklemden çıkarmada başarısız oldu YDH

“Hizbullah dağılmıyor, içsel bir çözülme yaşamıyor ve silahsızlanmayı kabul etmiyor; bu da İsrail’in stratejik hedefinin tıkandığını ortaya koyuyor.”




YDH- El-Ahbar yazarlarından Ali Haydar, askeri üstünlüğün otomatik olarak siyasi ve stratejik zafere dönüşmediğini vurguladığı yazısında, İsrail’in sahada zarar verme kapasitesine sahip olmasına rağmen, bu kapasitenin çatışmayı kapatacak, Hizbullah’ı denklem dışına itecek veya Lübnan iç siyasetini yeniden düzenleyecek bir sonuca ulaşamadığını merkeze alıyor.

Son savaşın sona ermesinden ve ateşkesin sağlanmasından bu yana İsrail, Hizbullah’ı iki temel denklemden —Lübnan’daki iç siyasal denklemlerden ve İsrail ile olan çatışma denkleminden— eşzamanlı biçimde çıkarmaya dayalı yeni bir stratejik çerçeve kurmaya çalışıyor.

Ancak bu çaba, taktik ve operasyonel kazanımların kesin bir stratejik sonuca tercüme edilememesinde açık biçimde görünür hâle geliyor.

İsrail, askeri sahada elde ettiği sonuçları siyasi bir kapanışa dönüştüremiyor; bu nedenle savaş sonrası dönemde, ani bir zafer yerine kümülatif kazanımlara dayalı, zamana yayılan bir yıpratma stratejisine yöneliyor.

Bu strateji, ABD’nin doğrudan desteğiyle, Lübnan içindeki çatışma alanının sınırlarını nihayetinde kendisinin belirleyebileceği varsayımına dayanıyor.

Ancak propaganda söylemleri ve arzular bir kenara bırakıldığında ortaya çıkan temel soru değişmiyor: Bu askeri ve operasyonel başarılar neden siyasi ve stratejik bir çözüme evrilemiyor?

Hizbullah neden hâlâ Lübnan iç denkleminde belirleyici bir aktör olarak duruyor ve İsrail ile olan çatışma denkleminde çözümsüzlüğün ana unsurlarından biri olmaya devam ediyor?

 

Çözümsüz kalan başarılar

Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle savaşın sahadaki sonuçlarına ve ardından ortaya çıkan siyasal tabloya bakmak gerekiyor. İsrail’in istihbarat ve operasyonel düzeyde belirli başarılar elde ettiği inkâr edilemiyor; ancak direniş, savaşın seyri içinde inisiyatifi yeniden ele almayı başarıyor. Ekim ayından itibaren, “Füze Pazar” saldırılarıyla doruk noktasına ulaşan, kontrollü fakat tırmanan bir strateji benimsiyor. İsrail’in Litani Nehri’nin güneyini fiilen işgal etme hedefini engelliyor ve çok ağır bedeller ödemesine rağmen örgütsel bütünlüğünü, savaşma kapasitesini ve iç disiplinini koruyor.

Bu stratejinin temel amacı, İsrail’in bu sert darbeleri Lübnan sahnesinde kalıcı siyasi kazanımlara dönüştürmesini engelliyor. Kırılma noktası tam da burada ortaya çıkıyor. Ateşkes metni, direnişin kendini feshetmesini, silahsızlanmasını ya da savunma rolünden vazgeçmesini zorunlu kılan herhangi bir hüküm içermiyor. Buna rağmen Lübnan içindeki direniş karşıtı aktörler, anlaşmanın İsrail’e saldırganlığını sürdürme meşruiyeti tanıdığı ve Hizbullah’ın fiilen silahsızlanmayı kabul ettiği iddiasını dolaşıma sokuyor. Bu anlatı, öncelikle anlaşmanın kendi maddeleriyle çelişiyor. Daha da önemlisi, eğer ateşkes gerçekten böyle bir içerik taşısaydı, İsrail’in ABD ile ayrıca bir yan anlaşma yapmasına ihtiyaç kalmıyor.

Dolayısıyla İsrail, çatışmayı kendi şartlarıyla kapatan bir anlaşmaya imza atmıyor; oyunun kurallarını kökten değiştiremiyor. Ortaya çıkan tablo, ne kadar yoğun olursa olsun askeri gücün kesin bir zafer üretmeye yetmediğinin zımni kabulünü yansıtan kırılgan bir ateşkesi işaret ediyor. İsrail zarar veriyor, ancak çatışmayı sonlandıramıyor. Bu ayrım tali ya da teknik bir fark oluşturmuyor; taktik-operasyonel başarı ile kapsamlı bir stratejik başarısızlık arasındaki temel ayrımı belirliyor.

 

Direnişi denklemden çıkarma girişiminin tıkanması

Kesin bir askeri zafer elde edemeyen İsrail, stratejik yönelimini Hizbullah’ın zaman içinde zayıflamasına, denklemden tamamen çıkarılmasına ya da en azından etkisiz hâle gelmesine dayalı kümülatif bir sürece çeviriyor. Ancak bu yaklaşım sert bir gerçekle yüzleşiyor. Böyle bir sonuca ulaşmak için iki ihtimalden biri gerekiyor: ya direniş yapısının içsel olarak çökmesi ya da onu sürdürülemez kılacak yeni bir gerçekliğin dayatılması. Sahada ve siyasette bu senaryoların hiçbiri karşılık bulmuyor. Hizbullah dağılmıyor, birliğini kaybetmiyor, stratejik seçeneklerinden vazgeçmiyor ve silahlarını teslim etmeye ya da savunma rolünden çekilmeye zorlanmıyor.

Askeri alandaki başarısızlığın ardından kümülatif zayıflatma stratejisine yönelme çabası, aynı duvara yeniden çarpıyor. Ne içsel bir çözülme ortaya çıkıyor ne de direnişi devam edemez hâle getiren yeni bir denklem kuruluyor. Bu sonuçsuzluk, İsrail’in karşı karşıya kaldığı yapısal sınırı daha görünür kılıyor.

Daha da önemlisi, Hizbullah, rakiplerinin savaşın sonuçlarını ve bölgesel dönüşümleri kullanarak İsrail’in askeri yolla başaramadığı hedefi siyasi yollarla gerçekleştirmesini engelliyor. Süreç bir iç savaşa ya da kaotik bir çatışmaya evrilmiyor; aksine, herkes direnişi ortadan kaldırma girişiminin maliyetinin tek bir aktörün taşıyabileceğinden fazla olduğunu fark ediyor. İsrail’in temel açmazı tam da burada belirginleşiyor: askeri üstünlüğünü uygulanabilir bir siyasi fırsata dönüştüremiyor.

İsrail ve ABD, savaşın sonucunun Lübnan devletini direnişi silahsızlandırmaya zorlayacak stratejik bir kırılma yaratacağına dair bir bahis oynuyor. Ancak bu değerlendirme, bir karar alma iradesi ile bu kararı mevcut iç dengeler içinde hayata geçirebilme kapasitesi arasındaki farkı göz ardı ediyor. Böyle bir adım, aşılması güç yapısal engellerle karşılaşıyor: direnişin kesin olarak yenilememesi, toplumsal tabanın süreklilik gösteren desteği, direniş güçleri etrafındaki örgütsel birlik ve Lübnan siyasal sisteminin zorlayıcı dayatmaları bloke eden hassas dengeleri.

Bu bağlamda Hizbullah’ın böyle bir kararın uygulanmasını engellemek için doğrudan güç kullanmasına bile gerek kalmıyor. İki ana siyasal blok arasındaki ulusal denge ve geniş halk desteği, iç caydırıcılığı sağlıyor. Lübnan devleti, İsrail’in çıkarlarını yansıtan bir kararın zorla dayatılmasının ülkeyi ateşe sürükleyebileceğini ve böyle bir girişimin maliyetinin uygulanmamasından daha ağır olacağını görüyor. İsrail’in bu kumarı da böylece boşa düşüyor.

 

Çöküş değil, kriz yönetimi

Direniş karşıtı söylemin merkezinde, Hizbullah’ın saldırılara sınırlı karşılık vermesinin meşruiyet ve halk desteği kaybı anlamına geldiği iddiası duruyor. Bu yaklaşım, egemenliği koruma ve saldırganlığı önleme sorumluluğunun öncelikle devlete ait olduğu gerçeğini görmezden geliyor. Direnişin tarihsel olarak devletin yokluğunda oluşan boşluğu doldurması, bu ilkeyi ortadan kaldırmıyor.

Ayrıca caydırıcılığın görece azalması, olası bir işgale karşı savunma kapasitesinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Hizbullah’ın karşılık konusundaki sınırlılığı, geniş stratejik çerçevede yapılan maliyet-fayda hesaplarının ürünü olarak şekilleniyor; bu tutum bir zayıflık ya da çözülme emaresi sunmuyor.

Bu noktada bir kriz denklemi oluşuyor. İsrail, net bir siyasi ufuk olmaksızın saldırılarını sürdürüyor; Hizbullah ise kapsamlı bir tırmanmayı şimdilik sınırlamaya çalışıyor. Bunu yaparken ilkesel bir hatta kalıyor, göreli caydırıcılığını koruyor, iç istikrarı gözetiyor, baskı ve yıpratma karşısında geri adım atmıyor ve eşzamanlı olarak toparlanma ve yeniden yapılanma sürecini ilerletiyor.

ABD yönetimi de İsrail gibi, Lübnan’daki güç dengelerinin ve iç denklemlerin seçenekleri ciddi biçimde sınırladığı bir gerçeklikle karşı karşıya duruyor. Diplomatik kanallar tükendiğinde sahada baskının artması ya da siyasi yıldırma girişimleri gündeme gelebiliyor. Ancak güç dengesi köklü biçimde değişmediği sürece, bu göstergelerden kesin bir sonuç çıkarmak için erken bir aşamada kalınıyor.

İsrail planının bir diğer ayağı, yıkımın ve kayıpların Hizbullah’ın toplumsal tabanında bir kopuş yaratacağı varsayımına dayanıyor. Sahadaki gerçeklik bu beklentiyi boşa çıkarıyor. Evet, yorgunluk, öfke ve eleştiri birikiyor; ancak bu duygu hâli direniş seçeneğinin toplu reddine dönüşmüyor. Tükenmişliğine rağmen toplum, kendisini koruyacak ya da oluşacak boşluğu dolduracak başka bir alternatif görmüyor. Direnişten vazgeçmenin Lübnan’ın varlığını ve güvenliğini riske atacağını düşünüyor.

Burada İsrail açısından ek bir başarısızlık daha ortaya çıkıyor. Çevreye ağır zararlar veriyor, ancak çevre ile direniş arasındaki bağı koparamıyor. Aynı işlevi görebilecek alternatif bir siyasal ve toplumsal yapı da inşa edemiyor.

Sonuç olarak İsrail’in Hizbullah’ı denklemden çıkaramaması, araç eksikliğinden ya da güçsüzlükten değil, karşısındaki yapının doğasını yanlış okumasından kaynaklanıyor. Hizbullah’ın salt askeri bir örgüt değil, bir halk iradesinin ifadesi olduğunu; altyapının ötesinde insan direncine yaslanan bütüncül bir yapı sunduğunu ve savunma stratejisinin on yıllara yayılan çatışmalar boyunca tarihsel ve stratejik birikimler ürettiğini hesaba katmıyor. Bu tablo, askeri gücün ne kadar üstün olursa olsun, varlığını ve geleceğini savunmaya kararlı bir toplumun iradesini tek başına kıramadığını bir kez daha gösteriyor.

Bu nedenle Hizbullah denklemden çekilmiyor. Aksine, rakiplerinin kesin bir zafer elde etmesini engelliyor. Böyle çatışmalarda kesin zaferi bloke etmek, başlı başına stratejik bir başarı anlamı taşıyor; çünkü rakibin avantajını kronik bir çıkmaza dönüştürüyor ve günümüz koşullarında tersine çevrilmesi son derece güç yeni denklemler üretiyor.

Çeviri: YDH