Nasrullah'ın vahdet haftası konuşması

img
Nasrullah'ın vahdet haftası konuşması YDH

YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, vahdet haftası münasebetiyle dün Beyrut’ta bir konuşma yaptı. Nasrullah’ın Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin önemine dikkat çektiği konuşmanın birinci bölümünü yayımlıyoruz.




YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, vahdet haftası münasebetiyle dün Beyrut’ta bir konuşma yaptı. Nasrullah’ın Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin önemine dikkat çektiği konuşmanın birinci bölümünü yayımlıyoruz.

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlıyorum.

Bütün varlık alanlarını düzene koyan Allah’a hamd olsun. Yaratılmışların en şereflisi gönderilmiş elçilerin en azizi Abdullah’ın oğlu Ebu’l- Kasım Muhammed’e ve onun arındırılmış ailesine ve ona tabi olan seçkin ashabına salât ve selam olsun.

Aziz kardeşlerim, Allah’ın rahmeti bereketi ve selamı sizlerle olsun. Başlarken hepimiz için Hz. Peygamber’in (s.a.v) doğum günü kutlu olsun demek istiyorum. Hz. Peygamber bütün yatılmışların yaratıcıya sevimli görünme nedenidir zira.

Aziz kardeşlerim, adet olduğu üzere bu mesele çerçevesinde bazı konulardan bahsetmek istiyorum. Müslümanlar arasında yaygın olan ve genel kabul gören kanıya göre Hz. Peygamber Fil yılında doğmuştur. Ancak genel olarak Hz. Peygamber’in hayatını anlatmak üzere kaleme alınmış eserler okunduğunda onun doğumundan daha sonraki olaylara geçilir; ancak ben burada bu günün önemi ile alakalı olarak onun doğumunun gerçekleştiği zamandan bahsetmek istiyorum.

Fil yılı, Araplar arasında İslam öncesinden sonrasına, ta bu güne kadar meşhur ve bilinen bir aydır. Bu yılda gerçekleşen o olayı bütün tarih, hadis ve siyer kitapları ayrıntılı olarak ele almışlardır. Aslında bu yıl fil ayı olarak bu yılda gerçekleşen o olay ile alakalı olarak bu isim ile isimlendirtmiştir. Bu olayın meydana gelmesi ve nakledilen ayrıntıları ile alakalı olarak bir şüphe yoktur.

Fil yılı ya da Hz. Peygamber’in (s.a.v) doğduğu yıl gerçekleşen fil olayı Hz. Peygamber’in elçilik ile görevlendirilmesinden 40 yıl önce gerçekleşmiştir. Olay bilinen bir olay olmakla birlikte bu konunun işaret ettiği bazı gerçeklere dikkat çekmek için bu olayı elden geldiğince kısa bir şekilde anlatmak istiyorum. Ancak bu olayı anlatmamın nedeni salt tarihi bir olayı anlatma girişimi değil, bu gün bulunduğumuz yerde ondan dersler alarak onu bir irşat edici unsur olarak algılamaya çalışma çabasıdır.

Bu yılda Arap yarımadasının bazı topraklarına hükmeden Yemen’in de meliki olan büyük ve güçlü Kral Habeşi Ebrehe, Mekke’ye saldırma kararı aldı. Mekke’ye girmek ve Kâbe’yi yıkmak istiyordu. Zira Kâbe insanların kalbinin kendisine yöneldiği bir mekândı ve bunu yıkarak onun yerine Mekke dışında bir yer yaparak insanların oraya yönelmesini istiyordu. Bunu yaparken bazı inançsal, siyasi iktisadi ve ticari saikler ile hareket ediyordu.

Mekke ve Kâbe’nin birçok farklı açıdan insanların ilgi odağı olmasının ve kalplerinin ona yönelmesinin birçok nedeni vardı. Bu nedenle insanların ilgisini ve kalplerini farklı bir yere yönlendirme girişimi başarısız oldu; çünkü Allah’ın evi Mekke’de idi, Kâbe Araplar için ve önceki peygamberler için ayrı bir kutsal öneme sahipti; çünkü İbrahim’in (a.s) çağrısı bu yönde idi.

İnsanların kalplerinin bu mekâna karşı derin bir saygı ve bağlılık içinde olduğunu gördükten sonra, dünyanın bütün tagutlarının başvurduğu yola başvurarak, zamanın en gelişkin silahları ile donatılmış büyük bir ordu hazırladı. Bu orduya filleri de dâhil ederek Mekke’ye doğru yöneldi.

Ordunun aldığı yol boyunca Arapların kalplerini bu büyük ordu karşısında bir korku sardı. Bu nedenle çok kolay bir şekilde yol aldılar ve kolayca Mekke’ye kadar geldiler.

Onlar Mekke kapılarında Mekke’nin dini, siyasi, iktisadi ve ticari yönlerden hâkimi olan Kureyş önderliğinde diğer kabilelerin de bulunduğu bir savunma hattı bekliyorlardı; ancak böyle olmadı.

Kureyşliler bunun yerine Mekke’yi boşaltarak oradan çekilme ve şehri boş bırakma kararı aldılar. Şehri kapıları açık ve boş bir şekilde Ebrehe’nin gelişine terk ettiler. Ebrehe savunmasız olan Mekke’ye hücum ettiğinde, insanlar onun Rabbi onu korur diye terk etmişlerdi ve öyle de oldu.

Bütün tarih kitaplarının üzerinde ittifak ettiği üzere bilinen olay gerçekleşti ve Allah Ebrehe’nin ordularının üzerine Ebabil kuşlarını gönderdi. Bu kuşlar küçük fakat büyük etki eden bir tür taş taşıyorlardı ve bu taşları Ebrehe’nin ordusunun üzerine atmaya başladıklarında orduda korku ve panik baş gösterdi ve hezimete uğradılar.

Bu olayın olduğu yılda başka bir olay da oldu ki ona az sonra döneceğim. İşte o yıl Haşim oğlu Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed (a.s) doğdu. Yani bu büyük hadisenin meydana geldiği o yıl Hz. Peygamber dünyaya geldi.

Bu olayın kesinliği Kur’an inmeye başladığında Fil Suresi ismiyle bilinen surenin nüzulünden sonra kimsenin buna itiraz etmemesi ile de doğrulanmış olmaktadır; çünkü bu surede bahsedilen olayı ne Araplar ne Habeşliler ne de dünyada kimse yalanlamamıştır.

Nitekim Kur’an inmeye başladığında (Allah’a sığınırız) onun muhalifleri, söylediklerinde ya da ayetlerde gerçeğe uymayan bir şeyler arıyorlardı ki ona karşı koz olarak kullanabilsinler.

Hâsılı bu yıl olan o olay diğeriyle (Yani Hz. Peygamber’in doğumu ile) paralel bir olaydı. Biri diğerinden ayrılmaz bir bütün idi. İlki Kâbe’nin sahibinin evini koruması, ikincisi ise beyaz siyah, kızıl ya da sarı demeden bütün insanlığa gönderilecek olan peygamberin doğumu idi ve ikisi de büyük öneme sahipti. O, bütün âlemlere rahmet olarak gelecek, onunla birlikte peygamberlik ve risalet son bulacak, insanlığa kıyamet gününe kadar armağan olarak kalacak son ilahi mesajı sunacaktı.

İlk olaya dönecek olursak, onda almamız gereken bazı ibretler var. Araplar o zaman bütün şeyhleri, liderleri, kabileleri ve aşiretleri arasındaki ittifakları ile aciz kaldılar en sonunda bir şey yapamadılar. Yani Araplar ırzlarını, namuslarını şereflerini mallarını mülklerini değil en mukaddes bildiklerini yani Beytullah’ı yani Kâbe’yi korumaktan aciz kaldılar.

Çok enteresan bir durumdu bir ordu yola çıkmıştı ve daha yola çıkarken hedefin Kâbe olduğunu ilan etmişti; ancak hiçbir kahraman görülmedi ki bu orduya karşı durmak için harekete geçsin. Bu birinci ibret…

İkincisi ise; Allah’ın olaya müdahil olmasıdır. Bazıları konuştuğumuzda bunu inkâr ederler; ancak kimse burada Allah’ın açık yardımını inkâr edemez. Bu konuda yorum yapmaya açıklamaya mahal yoktur; her şey çok açıktır, Kâbe’nin Rabbi evini korumak için olaya müdahil olmuştur.

Hatta olayın ayrıntılarından anlıyoruz ki Allah bu inatçı zalimleri rezil etmek için en kuvvetli en azametli yarattıklarını göndermek yerine üzerlerine küçük bir taş türü atan kuşları gönderdi. Bu ikici ibrettir ve sürekli aklımızda bulunması gereken bir ibrettir.

Yani Allah bir olaya dâhil olmak istediğinde dâhil olur, korumak istediğinde korur. Bazı tarihi olaylarda Allah’ın bir iradesi vardır ve onu o peygamber ya da bu imam gösterebilir; ama asıl olan Allah’ın iradesidir ve onun iradesi kırmızıçizgidir ve geçilmesine müsaade etmez, çizgi geçildiğinde ise duruma müdahil olur.

Demek ki o sene Arapların en çok korktuğu ve en çok aciz kaldığı senedir, o sene Allah’ın tarihe müdahil olduğu senedir o sene Hz. Peygamberin doğduğu senedir.

Bu sene yaşanan fil vakıası kesinlikle Hz Peygamberin doğumundan ayrı değildir; ona hazırlık mahiyetindeki bir tarihi olaydır. Hz. Peygamber doğduğu günden beri Allah’ın koruması, yardımı, terbiyesi ve yardımına mazhar idi ve Allah o peygamber eliyle birçok mucizeyi gerçekleştirdi.

Bir adam düşünün parçalanmış, ümmi ve cahil bir ulusta, çorak ve yalçın kayalarla çevrili bir çölde yetim ve fakir olarak doğsun ve 23 yılda doğduğu toprakların ümmetini büyük bir ümmete dönüştürsün.

Bu ümmet dünyanın en büyük medeniyetlerinden birini oluştursun. İşte bu Hz. Peygamber’in büyüklüğünün en açık göstergelerinden biridir; zira herhangi bir insanın büyüklüğünü anlamak için yaptıklarına, neleri başardığına ve tarihe mal olacak ne gibi şeyler bıraktığına bakılır.

Hz. Peygamber’in büyüklüğünün ikinci göstergesi de Allah’ın 23 yılda kalbine indirdiği Kur’an’dır; çünkü Kur’an bu toplumun bilim, bilgi, toplum, siyaset ve medeniyetinin temelini oluşturmuştur.

Allah Kur’an’ı en büyük melek vasıtası ile en büyük ruhlu kulunun kalbine indirmiştir. Allah bu konuda ، "نزل به الروح الأمين على قلبه"،  böyle buyuruyor. Şimdi bu Kur’an elimizdedir. Yani Allah’ın peygamberinin 1430 sene önce indirdiği Kur’an halen elimizdedir. Bu ilahi bir mucizedir.

Fil olayı Allah’ın evini koruduğu bir olaydır ve Kur’an ise Allah’ın her gün nesilden nesle Allah’ın koruduğu bir olay olarak bir mucizedir. Bu gün elimizde olan Kur’an Allah’ın Hz. Peygamber’in kalbine indirdiği Kur’an’dır. Zira Allah، "إنّ نحن نزلنا الذكر وإنا له لحافظون" buyurmaktadır. Bu Kur’an Hz. Peygamber zamanında ondan sonra halifeler zamanındaki Kur’an’dır ne bir sayfa artmıştır ne de bir sayfa eksilmiştir.

Bu söylediğimiz bütün Müslümanlar için Allah’a iman kadar kesin bir gerçektir. Kur’an elimizde eksiksiz ve fazlasız olarak bulunmaktadır ve bir tahrif gizleme saklama ise söz konusu değildir. Bu Allah’ın gözlerimiz önündeki bir mucizesidir; çünkü tarih boyunca birçok farklı nedenle Kur’an gizlenmeye çalışılmış, değiştirilmeye çalışılmış ona benzer yirmi sure ya da bir sure yazma girişiminde bulunulmuştur. Fakat bunu yapmaya çalışanlar ne sebeple bu yola girmişlerse önemli değil başarısız olmuşlardır.

Çünkü böyle bir durumda kalkışılacak olan şey Allah’a karşı yapılmış şeydi; zira Allah kitabında onu kendisi koruyacağını söylüyordu. Korumuştur da korumaktadır da ve kıyamete kadar koruyacaktır. Ancak bizler Müslümanlar olarak her ne kadar farklı mezheplere mensup olmamamız açısından hadislere yaklaşımımda farklıklar olsa da çünkü hepimiz Hz. Peygamber zamanında da ondan sonra da tarih boyunca bazı yalancıların çıkarak uydurdukları sözleri Hz. Peygambere nispet ettiklerini konusunda müttefikiz.

Bu nedenle hem Şia’da hem de diğer İslam mezheplerinde “Rical İlmi”, “Hadis İlmi” gibi ilimler geliştirilmiştir. Bu ilimlerle bize gelen hadisleri ileten kişiler doğruluğu tespit edilmeye çalışarak bunun yanına hadis usulü de eklenerek hadislerin gerçekten Hz. Peygamber’e ait olup olmadığı tespit edilmeye çalışmıştır ve bu konuda uzmanlaşmış önemli âlimler yetişmiştir.

Fakat Kur’an konusu böyle değildir hepimiz Kur’an’ın eksiksiz ve fazlası olmadan bize aynen ulaştığını kabullenmekteyiz. Yani bu gün elimizde olan Allah’ın ebedi koruması altında olan mukaddes emanetidir. Bu emanet daha önce gelen bütün kitapların da doğrulayıcısıdır. Bu kitap biz Müslümanların arasında büyük bir ortak paydadır.

Bütün nesillerde bazıları oradan buradan çıkıp bazılarının Kur’an’ın tahrif edildiğine iman etmekle itham ediyorlar. Diyorlar ki bunlar Kur’an bir kısmının saklandığına ya da tahrif edildiğine iman ediyorlar. Bunun hiçbir şekilde aslı astarı yoktur. Şii Sünni ya da diğer mezheplerden olanların evlerini dolduran, gece gündüz, üzüntülü ya da sevinçli hallerimizde, kutlamalarımızda savaşlarımızda ve barışta okuduğumuz, kendisiyle çocuklarımızı ve soyumuzu terbiye ettiğimiz bu Kur’an hepimizin arasında en büyük ortak paydadır.

Bu bizim için çok önemlidir; çünkü bunun üzerinde İslam ümmetinin birliği tesis edilecektir. Bunu İran İslam devriminden önce de sonra da âlimler dilendiriyorlardı. Büyük İmam Humeyni (r.a) bir düşünür, bir mercii ve bir lider olarak bu meselenin Arap ve İslam âlemi için ne kadar önemli olduğunu vurguluyordu.

Buna bu gün çok ihtiyacımız var. İmam’dan önce ve sonra Müslümanların kurumsal olarak birliği ve entegrasyonu dillendirilmemişti. Bu birlik belli topluluk ve ekol ya da gurupların ayrılık çıkarmasını engelleme amacına yönelik söylenmişti. Düşünsel eşitlilik biz Müslümanlar için bir güç unsuru olmuştur. Yoksa kimsenin bir güç unsuru olan, bir var olma unsuru olan bu fikri çeşitlilik ortadan kalksın demiyor.

Buradan vahdetten bahsederken kastımız ümmetin ortak çıkarları ve maslahatları doğrultusunda bir araya gelme sırt sırta ve yardımlaşmadır. Vahdetten maksadımız birlikte ortak çıkarlarımız doğrultusunda çaba sarf etmektir; zira Allah ve peygamberi sürekli bir araya gelme ve ortaklaşmaya her şeyden önce birbirini anlamaya çalışmaya çağırıyor.

Bu sadece Müslümanlar arasında değil bütün dinlerin mensuplarına karşı yapılmış bir çağrı idi. Zira Hz. Peygamber bizzat Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere mensup âlimlerle diyaloga geçmiş bunun öncülüğünü yapmıştır.

Bu gün muhatap olduğumuz ve yüz yüze geldiğimiz tehlikeler nedeniyle bizler bu anlayışa muhtacız. Şunu biliyoruz ki düşmanlarımız yani bu ümmetin düşmanları bu birliği istemiyorlar. Düşmanlarımız bizim Müslümanlar olarak ümmet çapında birleşmemizi, Lübnanlılar olarak Hıristiyan ve Müslümanlar olarak birleşmemizi istemiyorlar. Herhangi başka bir Arap veya İslam ülkesine gittiğimizde orada dini ve etnik aidiyetleri ne olursa olsun ulusal birlik tartışmasız olarak gerekli bir şey.

Şimdi benim bu gün burada sizlere tarihe dönüp baktığınızda çok açık olarak göreceğiniz bir gerçeği yani ümmetin düşmanlarının ümmetin malına mülküne, petrolüne suyuna, pazarlarına ve siyasi kararlarına hükmetmek gibi bir meyil içinde olduğunu ispatlaya çalışmam gerekmiyor her halde bu herkesin çok açık olarak bildiği bir şey…

Onlar bizim tek bir el olmamızı istemiyorlar. Bu neredeyse bedihiyattan sayılabilecek bir bilgidir yani o kadar açık bir bilgiye dönüşmüştür.

Peki bizler buna karşı ne yapıyoruz, nasıl bir konumda duruyoruz. Sürekli ayrılık ve parçalanmaya sebep olacak bir şeyler çıkarılıyor. Bazıları da var tabi onlar da ümmetin birliği için çalışıyorlar. Her neyse ben bu gün burada Hz. Peygamberin doğum gününde bir çağrı yapmak istiyorum; gelin Şia ve Sünnilerce hassasiyetlerine dokunacak meseleleri dillendirmeyelim.

Ümmet üzerinde büyük oyunlar oynanıyor, bazı hikmet sahibi insanlar bazıları ümmet çapında bazıları daha sınırlı alanlarda ellerinden geldiğince olumlu çalışmalar yapıyorlar. Ancak bazıları da çıkıp Şiilerin Sünnileri Şiileştirmek gibi bir amaç içinde olduğunu dillendiriyor. Kim bu yalanları uyduruyor bir de gerçeğe uymayan belgeler ortaya atıyorlar.

Herkes bilir ki; bir ulusun ileri gelenleri, özellikle de bunlar eğer din âlimleri ise, kendisine gelen haberleri dikkatlice incelemeli ve iyice araştırmalıdır. Geçtiğimiz senelerde denildi ki Lübnan’da Sünniler Şiileştiremeye çalışılıyormuş. Biz buradayız Lübnan da burası… Lübnan toprakları toplam 10.452 km nerede ne olsa haberimiz oluyor. Şimdi eğer böyle bir şey varsa bizi bundan haberdar edin.

Geçenlerde Trablus Müftüsü el-Cezire’ye verdiği bir röportajda kendisine verilen bir soru üzerine bu konuya değindi ve dedi ki bu konun Lübnan için bir gerçekliği yoktur. (Allah Şeyh Malik’e verdiği hayrı artırsın) Mısır hakkında da çok şey söylendi, bu konuda Mısır müftüsüne de soru sordular o da Mısır’da böyle bir şeyin söz konusu olmadığını söylediler.

Bazı medya organlarında Suriye’de yüz binlerce insanın Şiileştirildiği söylendi ve durum Suriye yönetimi karşısında kullanılmak istenildi. Kim bunlar söyleyin biz de bilelim. Maalesef bu meseleler bazı yerlerde buna inanarak bunun üzerinden düşmanlık üretiyorlar çekişme konusu ediyorlar. Bu Arap ve İslam dünyasında hatta bütün dünyada internet ve televizyon ortamında herkes kendi fikirlerini kendi delillerini yazıyor ve bu oldukça yaygın. Bu gibi şeylerden bazı Şii gençler etkilenip Sünni olabiliyor bazı Sünni gençler etkilenip Şii olabiliyor ancak bunun genel bir duruma dönüştüğü herhangi bir ülke zikretmek zor.

Burada size açık ve kesin olarak söyleyebilirim ki ne hiçbir Şii hareketi ne de başta İran İslam İnkılâbı lideri Seyyid Ali Hamenei başta olmak üzere İran devleti ne de büyük bir Şii merciiyyet böyle bir girişim içerisindedir.

Bu tür çalışmaların olduğu yönünde bir kanı sadece vehimden ibarettir. Bu türden bir vehmi abartarak bir çatışma ortamı meydana çıkarmak ne ilktir ne de son olacaktır. Bu gibi vehmi konularda seslerini yükseltenlerin bazılarının Gazze’de 23 gün boyunca Ehli Sünnet olan 1300 tane Filistinli ölürken hiç sesi çıkmıyordu.

Ancak falan yerde birkaç Sünni genç Şii olmuş deyince feveran ediyorlar, o zaman ben de size burada Lübnan’da Şii iken Sünni olmuş gençleri söyleyeyim, isimlerini de verebilirim, bunun üzerinden çatışma ortamı mı oluşturalım yani. Bence hep birlikte bu meselelere bir son vermek ve bunları terk etmeliyiz.

 

Birinci bölümün sonu

 

Çeviri: YDH