YDH- James Traub, Foreign Policy dergisi için kaleme aldığı aşağıdaki analizinde ABD ve bölgedeki müttefiklerinin Lübnan için öngördüğü politikaların başarısız olduğunu ifade ediyor.
YDH- James Traub, Foreign Policy dergisi için kaleme aldığı aşağıdaki analizinde ABD ve bölgedeki müttefiklerinin Lübnan için öngördüğü politikaların başarısız olduğunu ifade ediyor.
Bush’un Özgürlük Ajandası altında eski bir ABD müttefiki olan ülke şimdi Suriye’yle “uzlaşma” adı altında ihmal ediliyor; sonuçlarsa bir felaket olabilir.
Geçen ay, Lübnan başbakanı ve beş yıl önce aracına düzenlenen büyük bir bombalı saldırıda öldürülen, çok sevilen eski başbakan Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri, cinayet için üst düzey Suriye yetkililerinin emir verdiği iddiasından resmen vazgeçti.
Hariri, bir gazeteye verdiği demeçte "Bir zamanlar Suriye’yi suikastın arkasında olmakla suçlamıştık, bu siyasal bir ithamdı ve bu siyasal itham sona ermiştir" demişti. Hariri elbette ki fikrini değiştirmiş değil; daha ziyade, kendi çaresizliğini itiraf ediyordu.
Yazık zavallı Lübnan’a. Bu cazip, acılar çekmiş, gerilla savaşlarıyla dolu ve denize kıyısı olan ülke; 1975’te patlak vermiş herkesin birbiriyle savaştığı iç savaştan bu yana, rakip devletlerle milis kuvvet ve çetelerin oyun alanı oldu.
Birçoğu, belki de, Lübnanlıların kendi hatasıydı; Fuad Ajami’nin bu konuda yazdığı ustalıklı ve son derece üzücü eseri “Arapların Düş Sarayı”nı okuyun. Ama şu anda, Lübnan, ya da en azından Lübnan’daki demokratik güçler, rehin tutulmakta ve Amerika da dâhil, hiç kimse, onu kurtarmaya gelmeyecek.
Lübnan’da her zaman olduğu gibi durum, inanılmaz derecede karmaşık. Jürisi BM Güvenlik Konseyi’nin emriyle oluşturulmuş olan özel bir mahkeme, Hariri cinayetini soruşturuyor ve iddianameyi yakın zamanda sunacak gibi görünüyor.
Bir zamanlar mahkemenin Suriye’deki üst düzey yetkilileri işaret etmesi bekleniyordu; fakat şimdi yaygın olarak, iddianamenin ilk turunun Lübnan’da yıllarca Suriye’nin çıkarları doğrultusunda hareket etmiş olan Hizbullah’a karşı odaklanacağına inanılıyor. Suriye iddianame ihtimalleri üzerinden şiddetli tehditlerde bulunmayı Hizbullah’a bırakmış olsa da, sonraki tur, muhtemelen doğrudan Suriye’yi hedef alacak.
Hariri’nin acı teslimiyetini tetikleyen olay, Suudi Arabistan ve Refik Hariri cinayetinden beri kendisiyle arasının bozuk olduğu Suriye’nin yakınlaşmasıydı.
Suudiler, Bağdat’ta yeni bir hükümet şekillendirme çabasında Suriye’nin yardımını sağlamak ve İran’ın itaatkâr, Şii kontrollü bir rejim tesis etme ihtirasını boşa çıkarmak istiyordu.
Bu nedenle Kral Abdullah, ağustos sonlarında Şam’a üst düzey bir ziyarette bulundu. Hariri, bu esnada, Suudilerin desteğine son derece bağımlıydı. Böylece, o da, oldukça gönülsüzce, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’le buluşmak için Şam’a yolculuk yaptı.
Eskiden George W. Bush’un Pentagon’undaki bir yetkili, şimdi Washington Yakın Doğu Politika Enstitüsü’nde bulunan David Schenker’in belirttiği gibi, “Suudiler onu kurban ederek, ona, muhtemelen babasını öldürmüş olan adamın yüzüğünü öptürdüler.”
“Güçlüler, istediklerini; zayıflarsa yapması gerekenleri yapar” sözünden daha güçlü ve korkunç bir durum tasviri düşünmek kolay değil.
Hariri ve onun 14 Mart koalisyonu aniden kendilerini dostsuz bulsalar, Washington’un rolü hakkında ne söylemek gerekir? Bush yönetimi, Hariri suikastının akabinde kendiliğinden oluşan halk ayaklanması şeklindeki Sedir Devrimi’ni, Ortadoğu’da demokrasiyi ilerletmek yolundaki politikasının azami tasdiki olarak görmüştü.
Bush, Lübnan’ın demokratik güçlerine tartışmasız destek verirken, Suriye’ye şer ekseninin tamamlayıcısı gibi davrandı; fakat politika, Beyaz Saray’ın Özgürlük Ajandası’na duyduğu coşkunun 2006’dan sonra azalmasıyla zayıflamaya başladı.
İsrail ve Hizbullah arasında o yılki savaş yönetimin bölgedeki nüfuzunu daha da azalttı. Barack Obama'nın yönetimiyse, Lübnan’ın demokratik olarak seçilmiş hükümetine tam desteğini verdi; ancak Suriye’nin yalıtımını da sona erdirdi.
Yönetim, hem Özel Temsilci George Mitchell hem de Dışişleri Bakanı Hillary Clinton üst düzey Suriye yetkilileriyle görüşürken, diplomatik ilişkilerini yeniledi. Aynen Lübnan’ın Özgürlük Ajandası’nın bir amblemi olması gibi, Suriye de Obama’nın “uzlaşma” politikasının ileri bir örneği oldu.
İki yaklaşım arasında toplamın sıfır olması ilişkisi mi var? Schenker böyle olduğunda ısrar ederek, Obama’nın, Lübnan’ın egemenliğine saygı duyması için Suriye’ye baskı yapmakta başarısız olduğunu, Hariri hükümetinin yozlaşmasını durdurmak için çok az şey yaptığını ve Suriye’nin ülkeyle olan bağlarını koparmasına izin verdiğini ileri sürüyor.
Bölge üzerinde çalışan bir dışişleri bakanlığı yetkilisi bu görüşle keskin bir ihtilafa girerek, yönetimin aslında Bush politikasını Lübnan’da oldukça yakından izlediğini ileri sürüyor ve ekliyor, “Suriye’yle diyalogumuzu, kendi bölgesel endişelerimizi onlara aşılamak için kullandık, buna Lübnan da dâhil ve Lübnan hükümeti bunun farkında.”
Bu yetkili, uzlaşmacı dili akıcı bir biçimde konuşarak, “bir ülkeyle diyalog kurmanın bir taviz olmadığını; çıkarlarımızı ilerletmenin bir yolu olduğunu” gözlemliyor.
Ben şahsen iki politikanın da çok etkili olduğunun kanıtlandığına ikna olmuş değilim. Bush yönetiminin Lübnan’daki diplomatik desteği, İran kadar Suriye’den de gelen silah, fon ve eğitim sayesinde büyüyen Hizbullah’ın gücü adına pek bir yarar sağlamadı. Her halükarda, uzak ve nefret edilen bir süper gücün desteği sorgulanabilir değerdeki bir meteliktir.
Diğer taraftan, uzlaşma yalnızca ABD çıkarlarını, muhtemel istenmeyen sonuçları haklı çıkarmaya yetecek kadar ilerlettiği zaman anlam kazanır; Suriye’deki aşikâr bir dengeyi değil.
Suriyeliler, teveccüh edilmeye bayılan kurnaz müşterilerdir, ister Suudi Arabistan tarafından olsun, ister Fransa, ister Amerika… ABD’nin eski İsrail büyükelçisi ve Brookings Enstitüsü’nde dış politika başkanı Martin Indyk, "Suriyeliler, bizi, kazanabilir olduklarına inandırmayı severler,” diyor; ama nihayetinde, “Suriyeliler teslim etmezler” diye ekliyor.
Bush yönetimini kontrol eden, çorak Arap topraklarına demokrasi çiçeğini dikebileceği inancının saflığıyla; Obama’nın, yeni bir saygı ve anlayış tutumunun Ortadoğu’daki dik kafalı devlet ve halkların dostluğunu kazanabileceği inancının saflığı arasında bir tür simetri var.
Indyk, Lübnan’ı “kaybettiği” için Obama yönetimini suçlamıyor. Ne de olsa, Amerika’nın değildi kayıp ya da kazanç. Zaten hiçbir zaman erişilmeyecek gibi görünen daha geniş emellere ulaşma umutları içinde kurban edilmek Lübnan’ın trajik yazgısıdır.
Indyk’e Obama yönetiminin içinde olsaydı ne yapacağını sordum. Hiçbir şey düşünemediğini, ama aklına bir şey gelirse arayacağını söyledi. Gerisini duymadım. Schenker bile basitçe, “İşler çok kötü bir noktaya gitti” demişti.
Arap medyası Hariri’nin mahkemeyi reddedeceği, böylece bulgularının geçerliliğini baltalayacağı; ya da sıkı durup, Hizbullah’ı, güçlü bir azınlık konumuna sahip olduğu hükümeti düşürmeye kışkırtacağı söylentileriyle dolu.
Diğer hesaplar yenilenmiş iç savaş ihtimalini öne sürüyor. Obama, asgari olarak, ister Suriyeliler tarafından olsun, isterse Hizbullah’taki vekilleri tarafından olsun, Lübnan hükümetini devirme yolunda herhangi bir teşebbüs için Suriye’yi sorumlu tutacağını resmen ifade etmeli.
Lübnan kadar kırılgan bir teşekkül yabancılardan hem dikkat hem de hassasiyet talep eder. Hassasiyet kısmı zor…
Washington ve Paris, 2005’teki nadir rastlanır bir uzlaşma anında, Hariri mahkemesinin kurulmasını ısrarla istediler. O sırada, cinayette Suriye suç ortaklığının bunaltıcı işaretleriyle ve Lübnan’da kederli halk duygularının kendiliğinden taşmasıyla birlikte, mahkeme ahlaki bir mecburiyet gibi görünmüştü.
Gerçi belki de, bir hataydı bu. O zamanki hedef Suriye’yi cezalandırmaktı; ancak Suriye, ıssızlık içindeki bir mevsimden sonra, tekrar mesuliyet altında. Şimdiki umut Hizbullah’ın şöhretine iddianamenin ilk turuyla bir darbe indirmek.
Bu olabilir; ancak iddianamenin Hizbullah’a Lübnan hükümetinde egemenlik kurma vesilesi vermesi de mümkün. Bu durumda, mahkeme, güçlendirmeye niyetlendiği egemenliği zayıflatmış olacak.
Lübnan vakası, hiçbir büyük devletçilik teorisini haklı çıkarmaz. Bilakis, Lübnan yalnızca, yabancıların kırılgan devletleri güçlendirmesinin ne kadar zor, zarar vermesinin ne kadar kolay olduğunu resimler.
Yeri gelir lazım olursa diye, şu hatırlatma da yapılmalıdır ki, Ortadoğu’da sorunlar çözülmez; sadece uzar, gittikçe ilginçleşir, karmaşıklaşır ve inatlaşır.
Zavallı, çaresiz Lübnan… Orada olduğum bir zaman, 2008’de, Beyrut’ta bir Şii düğününe uğradım. Kadınlar dar elbiselerine zor sığıyorlardı.
Düşündüm de, Lübnan’daki Şiilik bu mu? Ne harika bir ülke! Eğer umut için herhangi bir dayanak varsa, belki de Lübnan’ın sonsuzca test edilmiş hayat ve sağ kalma dehasından yükselecektir.
James Traub, New York Times Magazine’de katılımcı yazar ve en son olarak The Freedom Agenda’nın (Özgürlük Ajandası) yazarıdır. "Uzlaşma Koşulları," ForeignPolicy.com’daki köşesi,haftalıktır.
Çeviri: YDH
http://www.foreignpolicy.com/articles/2010/10/08/how_lebanon_was_lost?page=0,0