• 12/10/10 - 01:00
  • Yazar: Mir Hüseyin Musevi
  • Bu sayfayı yazdır img
    YDH

    YDH- İran’ın eski başbakanı ve 10. dönem cumhurbaşkanlığı adayı Mir Hüseyin Musevi, Aşura merasimleri münasebetiyle bir mesaj yayımladı.




    YDH- İran’ın eski başbakanı ve 10. dönem cumhurbaşkanlığı adayı Mir Hüseyin Musevi, Aşura merasimleri münasebetiyle bir mesaj yayımladı.

     

    Tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra resmi görüş tarafından “fitne lideri” olarak nitelenen ve toplumdan yalıtılan Mir Hüseyin Musevi’nin İran’ın dini ve siyasi hayatı açısından son derece önemli bir olan Aşura gününe ilişkin mesajının çevirisini sunuyoruz.

     

    Bismillahirrrahmanirrahim

     

    “Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin! derler.” (Fussilet:30)

     

    Bir kez daha muharrem ayındayız. Asırlar önce insanı, fıtratında içkin olan yüce konumuna döndürmek için başlatılan hareketin ve tüm çağların en parlak insanlık örneğinin, kendisini bekleyen tüm sıkıntılara rağmen batılın ifşasını ve hakkın ayakta tutulmasını zillet verici bir sükuta tercih edişinin yıldönümünün eşiğinde bulunuyoruz.

     

    Hüseyin (as), atasının hareketinin kazanımlarının, güç tutkunlarının estirdiği tekelcilik fırtınalarının tehdidi altında olduğu, dinin zulüm sarayının kuleleri altında boğazlandığına tanık olduğu bir dönemde ayağa kalktı.

     

    Hüseyin (as), batılın hak kisvesi giydiğini ve batılı hak gibi gösterdiğini görmekteydi. Hüseyin (as) bu kez güç peşindekilerin sadece iktidarın tamamını ele geçirmekle kalmayıp, onu her ne pahasına olursa olsun “zere, zora ve tezvire” [altına, güce ve hileye] dayanarak koruma peşinde olduklarını, artık dinin bizatihi kendisinin zorbaların saldırısına uğradığını görüyordu. Artık sükut, sönmeye yüz tutan iman nuruna yardımcı olamazdı. Peygamberin halifesi ve müminlerin emiri sıfatıyla iktidarda biraz daha kalmak için dine ve dindarlara zulüm sopası vuranlara karşı durma zamanıydı.

     

    Hüseyin (as) iktidar sarayının yapı taşının “yalan” olduğunu, gerçekleri haykırmanın onun yıkılışıyla sonuçlanacağını ve bu yolda ne tür zorluklarla karşılaşacağını biliyordu.

     

    Maaşlı müftülerin, onu dinden çıkmakla ve fitne çıkarmakla suçlayacağını, Peygamber (S) ailesini kuşatma altına alarak onların saygınlıklarını ayaklar altına alacaklarını ve onu zillet altında yaşamak ile hak için ayağa kalkmak arasında seçim yapmaya zorlayacaklarını biliyordu ve o, ayağa kalkmayı tercih etti.

     

    Hüseyin (as), atasının dinini yok olmaktan kurtarmak için sükutunu bozdu; güç ve şöhret için değil, sapmaları düzeltmek ve hüviyeti kirlerden temizlemek için başlattığı hareketin liderliğini üstlendi. Nitekim bunu da başardı, ondan sonra gelen özgür kadınlar ve erkekler, hangi dinden veya mezhepten olurlarsa olsunlar Hüseyin’i (as) özgürlükçülüğün ölümsüz örneği olarak aldılar.

     

    Yüzyıllar sonra İslam Devrimi, köklü bir kültüre ve medeniyete sahip olan bir ülkede, farklılaşan dünyanın bir bölgesindeki kendi maslahatlarının farkına varan bir halkla, daha önce gerçekleşen meşrutiyet devrimi, petrolün millileştirilmesi hareketi ve 15 Hordad kıyamı öncülüğünde, özgürlük, adalet ve istiklal talepleri üreterek, insanlarını maddi huzur ve manevi saadet içerisinde yaşatabilecek bir ileri toplum kurabileceğini ispat için gerçekleşti.

     

    1979 yılındaki Tasua ve Aşura günlerinde muhaliflerin coşkun selinin istibdat düzeninin defterini nasıl dürdüğünü hepimiz hatırlarız. Bu düzen, bütün ıslah yollarını kapatmış, barışçı yollarla dile getirilecek her türlü eleştiri ve muhalefet imkanını ortadan kaldırmış, ömrünün en gerici yıllarında toplumun mevcut gerçekliğinden uzaklaşarak hayalperestliğe kapılmıştı.

     

    Müstebit yöneticiler, kendi meşruiyetlerinin yok olmaya başladığına ilişkin sesleri duymak yerine kendilerini dalkavuklarla ve methiyeler düzenlerden oluşan dar bir halkayla sınırlamıştı. Kendi kuruntularınca maverai güçlerin desteğine ilişkin sesler duyma peşindeydiler. Ancak her ülkenin en büyük sermayesinin yönetime özgür ve bilinçli bir şekilde katılabilen bir halk olduğundan gafildiler. İtibarı, halkın günlük yaşantı düzeyinin yükseltilmesinde aramak gerektiğinden gafildiler. İktidara giden yolun, tatbikatlarda ve cephane gösterilerinde değil, halkın kalbinde bulunması gerektiğinden gafildiler. Nitekim bu ülkenin halkı, güç sahiplerinden yüz çevirdi ve çağın en büyük barışçı devrimi gerçekleşti.

     

    Tasua ve Aşura günlerinde meydanları dolduran milyonlar, yüz yıllık taleplerini bu yolda hizmet eden bir adamın sesinde buldular. O günlerde düzenlenen yürüyüşlerde herkes kendi inancı, akidesi ve rengiyle hazır bulunuyordu. Dünün yabancıları, bugünün eski tanıdığına dönüşüyordu. Bencillikler diğerkamlığa, “ben”ler “biz”e dönüşüyordu.

     

    Zaferin ertesi gününde, gözlerinin önündeki viraneyi mamur kılmak için şefkatle el ele verdiler. Hatta görüş ayrılıklarının yükseldiği bir sırada bile mütecaviz düşman karşısında gönül birliği yaptılar ve atalarının topraklarını savundular. İran’ın her yerinin bir hamaset meydanı olduğunu kim unutabilir? Cephe, cephe gerisi, fabrika, tarla, medrese, üniversite, ev, işyeri, hepsi bu ülkenin savunmasına yönelik cihadın sahnesiydi.

     

    Barış yapmak zorunda kalındığında bu acılar çekmiş; ama onurlu halk, mütecavizlerin eteğine sığınmış birkaç kişi karşısında dik duruşunu gösterdi ve böylece savaşı bırakma kararının korkaklıktan ve inançsızlıktan değil, dirayet ve ileri görüşlülükten kaynaklandığını ortaya koydu. İnançlarını ve dürüstlüklerini gördüklerinden dolayı liderlerini bağışlayabildiklerini; hatalarını itiraf etmelerinin liderlerinin itibarını düşürmek bir yana onların sevgisinin halkın kalbinde daha da arttığını gösterdiler.

     

    Savaşının da barışının da bir mantığının olduğu bir dini, hayatlarının yol göstericisi kıldıklarını gösterdiler. Dini inancı, zamanın tozlu topraklı fırtınalarında kendilerini menzile yakınlaştıran bir yol gösterici olarak gördüklerini gösterdiler. Bu yüzdendi ki kendilerini yoldan uzaklaşmış gördüklerinde güzergahı ıslah etmek için adım attılar. 2 Hordad [Hatemi’nin cumhurbaşkanlığına seçiliş tarihi] ve 22 Hordad [son yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi] işte bu bilincin göstergesidir.

     

    Ancak maalesef, iktidardaki tekellerini kendi devamlarının tek yolu olarak gören iktidar sahipleri, bu kez bu haklı istekleri kabul etmediler. Tüm imkanlarını ve medyayı çoğunluğun taleplerinin karşısına diken iktidar sahipleri, en zehirli iftira oklarını değişim isteyen halkın göğsüne fırlattılar.

     

    Halkın yoğun sahiplenişi ve benzersiz katılımı sebebiyle geleneksel seçim hileleriyle yetinmediler, çareyi seçim darbesinde gördüler: Oy sayımını bir kenara bıraktılar, zaferlerini ilan edip resmileştirdiler. Muhaliflerin seçim kurullarına saldırdılar, görevlileri tutukladılar. Öfkeli ve şaşkın halk, barışçı itirazlarını göstermek, oylarına saygı duyulmasını ve haklarını istemek için sokaklara çıkınca da kanlarının dökülmesini mubah saydılar, kanlı üniversite baskını, Kehrizek vb maceralar yarattılar.

     

    Geçtiğimiz yıl düzenlenen Aşura’da itirazlarını dile getiren yaslı halka neler yaptıklarını hatırlıyorsunuz. İnsanları köprülerden aşağı attılar, savunmasız insanların üzerinden arabayla geçtiler. Göğüslere kurşun yağdırdılar, daha sonra da utanmazca öfkeli halkın tepkisini eksik ve seçmece görüntülerle medyalarında yansıttılar.

     

    Bunları istikbarın emrindekilerin isyanı diye adlandırdılar ve din elden gidiyor feryadı kopardılar. Acaba polis arabasının iki kez üstünden geçtiği o kişi, Amerikalı mıydı? Köprünün üstünden aşağı atılanlar Amerika ve İsrail’in emrindeki kişiler miydi? Veya Aşura gününde Hüseyin, Hüseyin derken doğrudan silahla hedef alınanlar Yezid’in, Amr bin As’ın veya İbn Ziyad’ın askeri miydi?    

     

    Daha sonra bu devrimin en değerli evlatlarından olan kadın ve erkekleri, feryatlarını daha çıkmadan boğmak için tutuklayıp hapsettiler. Ancak bilinçli ve mazlum bir halkın bastırılmış öfkesinin, onların zulme karşı yükselttiği feryattan daha tehlikeli olduğundan gafildirler.

     

    Din ve dindarlık bu günlerde zor bir dönemden geçiyor. Çoğunuz bu günlerde din adına yapılan bunca karanlık işler sebebiyle bu ülkenin aydınlık gençlerinin gittikçe artan şekilde dinden uzaklaşmalarını nasıl önleyebiliriz diye soruyorsunuz.

     

    Küçük bir yoldaşınız olarak benim buna cevabım şudur: Dinden uzaklaşmanın zeminleri, dürüstlük ve yalandan sakınma gibi ahlakın en temel ilkeleriyle çelişen bir dinin yayılmaya başlaması ile yaratmaktadır.

     

    Din adına korkunç cinayetlerin işlendiği, cuma minberleri gibi kutsal yerlerden itiraz edenlere iftiralar atılmasının sadece caiz değil, müstehap görüldüğü, bütün mescit ve mihrapların itiraz edenlere yönelik iftira ve karalamalar için seferber edildiği, işçilerin ve öğretmenlerin haklarına ilişkin gözlerin bu kutsal mekanlarda bağlandığı, sınıflar arasındaki uçurumun, yoksulluk, boşanma ve işsizlik gibi sebeplerden dolayı fesat ve fuhşun benzersiz bir şekilde artmasının normal bir durum olarak algılandığı vb. gibi şartlarda bir genç, resmi makam sahiplerinin emriyle İslam adına gerçekleştirilen bu zulümlerin, şiddetin ve nefretin İslam’la bir ilgisinin olmadığını nasıl fark edebilir.

     

    Büyük bir ekonomik ve kültürel mazlumluğa, her alanda yalanın geniş bir şekilde yayıldığına tanıklık eden genç, nizamın korunmasının; bazılarının iktidarlarını her ne pahasına olursa olsun koruması değil, ahlaki değerlerin, İslam’ın ve ulusal çıkarların korunması demek olduğuna nasıl inanabilir.

     

    O, her gün muhabbet ve rahmet çehresi olan dinin asli çehresinin yerine şiddet ve tahakkümden başka bir dil bilmeyen abus bir çehreyle karşı karşıyadır.

     

    O, halkın anayasal haklarının nasıl görmezden gelindiğine, kuvvetler ayrılığının, cevap verici olmayan gücün pekiştirilmesinin önünde nasıl engel olarak görüldüğüne ve bunun sürekli olarak nasıl ihlal edildiğine, yargı ve yargıç bağımsızlığının güvenlik yetkilileri tarafından nasıl ortadan kaldırıldığına her şeyin üstünde olması gereken meclisin, nasıl emir altına alındığına, dış politikada nasıl akılsızca maceracılıklara gidildiğine, askerlerin yasal görevlerinin yerine nasıl ticaretle ve mal biriktirmekle uğraştığına, hiçbir muhalif sese tahammül etmediğine, zindanların devlet yöneticilerinin bu anlayışlarını onaylamayan kadınlarla ve erkeklerle doldurulduğuna tanık olmaktadır.

     

    Bu bunalımlı günlerde Zeyneb’in (as) yaptığını yapmak ve dinin doğru mesajını, fıtratın beğendiği çehresini, hakikate susamışlara göstermek bize düşmektedir. Dindarlık iddiasındakilerin yanlış davranışlarının dinin hesabına yazılmaması gerektiğini öğrenmek ve başkalarına öğretmek bize düşmektedir.

     

    Bu ülkede din için gerçekleştirilen Devrim’in doğru macerasını, tahrif edici resmi medyadan veya gönüldaş olmayanların anlattıklarından öğrenen nesillere anlatmak bize düşmektedir. Bunu anlatırken de insaflı eleştirilerde bulunmaktan korkmayalım; ama Devrim’in büyük kazanımlarını reddetmekten de sakınalım.

     

    Zeyneb (as) gibi doğruları söyleyerek yalan sarayını yerle bir etmek bize düşmektedir. Tıpkı Hüseyin (as) ailesinin geri kalanları gibi Devrimin ve savaşın aziz şehitlerinin hatırasını yaşatmak, seçimlerden sonra yaşananları, şu an zindanlarda olan özgür kadınlar ve erkekleri gündemde tutmayı daimi görevimiz olarak bilmek bize düşmektedir. Ve hatıralarla dolu bu ayda geleneksel sivil kurumların korunmasına yardımcı olarak Hüseyni hamaseti anmak için merasimler düzenlemek ve bunlara katılmak bize düşmektedir.

     

    Mir Hüseyin Musevi

     

    Çeviren: Alptekin Dursunoğlu