ABD'nin kendi sınırlarına dönmesiyle Rusya, Çin ve İran'ın öncülüğünde yeni bir dünya düzenine alan açılıyor.
Bugün dünya, tarihi bir dönüm noktasında bulunuyor. Bu, geleneksel güç yapılarının çöküşü ve çok kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkışıyla somutlaşan tehlikeli ama değişim yaratıcı bir dönemdir.
Bu değişim, sadece jeopolitik bir yeniden yapılanma değil. Batı'nın, özellikle de ABD'nin ve onun kilit müttefiklerinin onlarca yıldır süren hakimiyetine son verilmesi ve tarihsel olarak ezilen ulusların dünya siyasetinde yükselen güçlerle eşit düzeye gelmeleri için bir fırsat anlamına geliyor.
Cesur Filistinlilerin önderlik ettiği Mescid-i Aksa Tufanı, Rusya'nın askeri eylemleri ve Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin yükselişi, yeni bir çağın başladığına işaret ediyor. Bu dönemde Siyonist rejimin ve onun Batılı müttefikleri artık dünya siyasetlerini belirleyemeyecek.
Çok kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkışı
Tartışmasız bir süper gücün ekonomik, askeri ve siyasi kontrolü elinde tuttuğu tek kutuplu dünya kavramına hızla meydan okunuyor.
Rusya, Çin ve İran, yıllardır küresel hegemon olarak ABD'nin yerini almayı amaçlayan bir ittifakı sessizce geliştiriyor.
Bu ittifak, emperyalist zulümlerden arınmış bir dünyaya dair ortak bir perspektiften besleniyor. Bu dünyada sömürgeci dış politikaların, askeri müdahalelerin ve emperyalist uygulamaların yerini egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı yer alıyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Amerikan hegemonyası çağının çökmekte olduğunu ilan ederek bu görüşünü açıkça dile getirdi.
Donald Trump'ın seçilmesinin ardından Putin onu tebrik ederek küresel manzarayı değiştirecek temel gelişmelere dikkat çekti.
O, emperyalizme ve müdahaleciliğe dayalı düzenden tamamen farklı yeni bir dünya düzeninden söz etti. Bu bakış açısı, uzun zamandır ekonomik ve politik olarak Batı'nın hakimiyetinde olan Çin ve İran'ın da yankı buldu.
ABD'nin çöküşü ve sonuçları
Uzun zamandır küresel standartları belirlemeye ve askeri müdahaleleri asgari düzeyde muhalefetle yürütmeye alışkın olan ABD, şimdi benzeri görülmemiş iç ve dış baskılarla karşı karşıya.
Amerika kendi evinde artan enflasyon, işsizlik ve siyasi istikrarsızlık gibi derin ekonomik zorluklarla karşı karşıya bulunuyor.
Amerikan halkı, kaynakları tüketen ve sıradan vatandaşlara hiçbir somut faydası olmayan bitmek bilmeyen dış çatışmalardan bıktı.
Bu duygu, Trump'ın yükselişiyle zirveye ulaştı ve izolasyonculuğun ve maliyetli dış müdahalelerin reddedilmesinin sembolü haline geldi.
Ukrayna'ya ve Siyonist rejime tahsis edilen milyarlarca dolar, Amerikalı vergi mükelleflerinin Amerikan ulusal güvenliğiyle pek ilgisi olmayan veya hiç amacı olmayan çatışmalardan muzdarip olduğunu gösteriyor.
Rusya'nın Ukrayna'daki operasyonları ve Gazze'deki Aksa Tufanı, Amerikan ittifaklarının yapısal zayıflıklarını ortaya çıkardı.
Bu müdahaleler stratejik avantaj sağlamak yerine Amerika'nın kaynaklarını tüketti ve küresel nüfuzunu azalttı.
Biden hükümetinin çoğu zaman sömürücü olarak görülen bu müttefiklere sürekli desteği, önemli kazanımlar elde etmeyi başaramadı ve ABD’nin emperyalist modelinin sürdürülemezliğini ortaya çıkardı.
7 Ekim'in rolü ve dünya düzeninin yeniden inşası
Mescid-i Aksa Tufanı operasyonunun damgasını vurduğu 7 Ekim, Ortadoğu'nun değişen güç dinamikleri açısından sembolik bir andı.
Siyonist rejime karşı bu cesur duruş küresel düzeyde yansıdı ve Batılı güçler tarafından desteklenen bu apartheid rejiminin kırılganlığını daha da ortaya koydu.
Operasyon yalnızca Filistin halkının direncini vurgulamakla kalmadı, aynı zamanda daha geniş bir eğilimi de ortaya çıkardı: ezilen ulusların, gerileyen bir süper gücün emperyalist maceralarına tahammül etmeyi giderek daha fazla reddetmesi.
7 Ekim operasyonunun cesareti, başta Rusya, Çin ve İran gibi yükselen güçler olmak üzere dünyaya, Siyonist rejimin ve onun Batılı müttefiklerinin uzun süredir devam eden adaletsizlikleriyle hesaplaşma zamanının geldiğine dair açık bir mesaj gönderdi.
Bu eylem, sömürü ve işgal uğruna insan haklarını ve kendi kaderini tayin hakkını göz ardı eden her türlü rejime karşı küresel dayanışma çağrısını simgeliyor.
Rusya, Çin ve İran'ın stratejik önemi
Ortaya çıkan bu düzende Rusya, Çin ve İran, Batı emperyalizmine karşı duran temel güçler olarak ortaya çıktı.
Avrupalı güçlerin ve ABD'nin sömürge geçmişinden farklı olarak bu ülkeler dengeli ve çok kutuplu bir dünyayı destekliyor.
Her biri Batının yaptırımlarıyla, ekonomik baskılarıyla ve askeri tehditleriyle karşı karşıya kaldı. Buna karşılık, egemenliğe karşılıklı saygı ve Batı hegemonyasına direnme ortak hedefine dayalı koalisyonlar kurdular.
Rusya'nın Ukrayna'daki kararlılığı, Çin'in hızlı ekonomik ve teknolojik büyümesi ve İran'ın bölgesel nüfuzu, yeni dünya düzeninde sorumluluk almaya hazır olduklarını gösteriyor.
Bu ülkelerin her biri motivasyonunu Batı tahakkümüne karşı durma tarihinden alıyor.
Rusya, askeri kaynakları ve doğal zenginlikleri ile Avrupa'nın gelişen siyasi ortamında liderlik rolünü üstlendi ve özellikle Trump'ın izolasyonist eğilimleri nedeniyle, Avrupa artık Amerikan desteği olmadan kendi jeopolitik zorluklarıyla baş etmek zorunda.
Çin'in "Kuşak ve Yol" girişimi ve genişleyen ordusu, ülkenin küresel ticaret ve güvenlikte liderlik etme niyetinin sinyalini verebilir.
İran ise Ortadoğu'da dirençli bir güç olarak görülüyor ve Siyonist ve Batı saldırganlığına direnen bölgesel hareketlere destek sağlıyor.
Avrupa ve devam eden küresel kriz için çıkarımlar
Avrupa şimdi kendisini kritik bir durumda buluyor. Amerika'nın gücü azaldıkça Avrupa ülkeleri, özellikle de Rusya'nın artan etkisiyle boğuşurken, bu zorlukları kendi başlarına yönetmek zorundalar.
Avrupa onlarca yıldır ABD'nin askeri ve ekonomik desteğine güvendi; Amerika Birleşik Devletleri kendi sınırlarına çekilirken, Avrupa ülkeleri yakında daha güçlü bir Rusya gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacak.
Bu durum, Avrupa'da artan ekonomik ve sosyal gerilimlerle daha da karmaşık hale geliyor.
Enflasyon, işsizlik ve halkın NATO'nun maliyetli askeri çabalarından duyduğu memnuniyetsizlik Avrupa toplumlarını zorluyor.
Amerika'nın desteği olmadan Avrupa'nın Rus gücüne karşı stratejilerini sürdürme becerisi giderek belirsizleşiyor.
Üçüncü Dünya Savaşı yaklaşıyor mu?
İktidardaki bu büyük değişiklikler ve anlaşmaların yenilenmesiyle birlikte, Üçüncü Dünya Savaşı olasılığı endişe verici derecede artıyor.
Nükleer silahlı devletler arasında topyekûn bir çatışma arzu edilen bir durum olmasa da, dünya güçleri arasında artan gerilimler bunu endişe verici bir ihtimal haline getiriyor.
Böyle bir çatışmadan asıl yararlananlar hiç şüphesiz savaştan kâr elde eden silah üreticileri ve ekonomik elitler olacaktır.
Bu arada, her zaman olduğu gibi, yıkımın asıl yükünü ezilen ve mahrum uluslar üstlenecek.
Tarihin bu anı yalnızca küresel gücün yeniden dağıtılmasıyla ilgili değil, aynı zamanda eşitsizlik ve baskıyla büyüyen sistemlerle mücadeleyle de ilgili.
Batı'nın sömürgeci gücün simgesi olarak desteklediği Siyonist rejim, kan üzerine kurulu ittifakların yıkıcı doğasını temsil ediyor.
Bu küresel uyanış, emperyalist yapıların yıkılması, insan haklarına gerçek saygıya ve ulusal egemenliğe dayalı bir düzenin kurulması hedefiyle ilerlemektedir.
Bu senaryoda Amerika Birleşik Devletleri'nin uğrayacağı olası kayıpların farkında olan Trump, Amerikan güçlerini Suriye'den çekme niyetini açıkladı, Ukrayna'ya sağlanan fonları kesti ve Batı tarafından yalancı bir efsane haline getirilen ve Biden hükümeti tarafından da büyütülen Ukrayna başkanıyla alay etti.
ABD'nin kendi sınırlarına dönmesiyle Rusya, Çin ve İran'ın öncülüğünde yeni bir dünya düzenine alan açılıyor.
Batı'nın kendilerine dayattığı zorluklar nedeniyle zarar gören bu ülkeler, gücün merkezi olmadığı, hiçbir ülkenin kendi iradesini bir başkasına empoze etme hakkının olmadığı bir dünya tasavvur ediyor.
Bu görüş, dizginsiz üstünlük, şiddet ve sömürüye dayanan Siyonist ve Batılı ideallerle doğrudan çelişmektedir.
Çok kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkışı, dünyanın dört bir yanındaki ezilen uluslara umut veriyor.
Bu, adalet için bir fırsattır, uzun süredir Batı’nın ve Siyonistlerin zulümleriyle korunan yapıların yok edilmesi için bir fırsattır.
Açıktır ki, Amerikan üstünlüğü dönemi sona ermektedir ve buna paralel olarak Siyonist rejimin dizginsiz baskısı da sona ermek üzeredir.
Dünyanın mazlum milletleri, geleceğe yeni bir umutla bakabilirler. Onların uzun süredir kısılan sesleri nihayet bu adil ve dengeli küresel vizyonda artık duyulabilecektir.