Suriye: İmkansız devrim 2

img
Suriye: İmkansız devrim 2 YDH

YDH- Pierre Piccinin’in 5 Şubat’ta Rotius International’de yayımlanan “Suriye: İmkansız ''Devrim'' Bütün propagandaların ve yorumlamaların ötesinde...” başlıklı önemli yazı dizisinin ikinci bölümünü yayımlıyoruz.




 

YDH- Pierre Piccinin’in 5 Şubat’ta Rotius International’de yayımlanan “Suriye: İmkansız ''Devrim'' Bütün propagandaların ve yorumlamaların ötesinde...” başlıklı önemli yazı dizisinin ikinci bölümünü yayımlıyoruz.

 

Humus'a vardığımda hemen hemen iki saat boyunca şehri baştan başa kat ettim; hakkında hiçbir şey bilmediğim isyanların hüküm sürdüğü arka mahalleleri bulmaktı niyetim. Temmuz ayına nazaran şehir daha sakindi: sokakların birçoğu ıssızdı, özellikle de birçok askeri yedek kuvvetin resmi binaların ve özellikle Baas partisi merkezinin korumasını üstlendikleri şehir merkezi polis ya asker gözetimi altındaydı.

 Bununla birlikte Humus'a girmek hiç de zor olmadı: Ne Şam üzerinden girişte otoyolda ne de şehrin girişinde hiçbir arama-kontrol noktası aracımı durdurmadı ya da kontrol etmedi.

Şehrin arka mahallelerine doğru yol alırken adının sonradan el-Bediyeh olduğunu öğrendiğim bir yere vardım. Evlerde çatışma izleri vardı. Cepheler büyük kalibreli mermiler tarafından vurulup dağıtılmıştı. Hiçbir endişem yoktu; çünkü tek el sniper ateşi için arabasında kravatlı takımlı gitmekte olan bir Avrupalı gözlemci çok basit bir hedefti. Lakin öğrenmek istediğim şey tam da burada duruyordu: Humus'taki ayaklanmanın büyüklüğü hatta ilk ayak seslerini temmuz ayında duymaya başladığım üzere askeri bir isyan haline gelmesi ve hükümetin bu çeteleri bütün bir nüfusu rehin tutmakla suçlamaları beni buraya çekiyordu.

Birkaç yüz kilometre gitmiş gitmemiştim ki elleri silahlı bir grup adam tarafından arabam durduruldu. İşte bir kontrol noktası daha, bu defa bu hassas bölgede daha azimli insanlar. Milislerin üniformaları yoktu ve rejimin özel hizmetinde olduklarını tahmin ettim. Belki de yolculuğum buraya kadardı ve beni hiç vakit kaybetmeden Şam'a geri göndereceklerdi.

Arabamı aradıktan ve evraklarıma göz attıktan sonra iki milis arabaya bindi ve mahalleyi bir uçtan bir uca geçen yolda sürmemi söylediler. Bu yol bizi küçük bir yere çıkardı, burada motoru durdurmamı istediler. Bana uyguladıkları prosedür şimdiye dek görmüş olduklarımdan farklı ilerliyordu, bu yüzden endişelenmeye başlamıştım. Ayrıca kimse bilmiyordu o an nerede olduğumu ve yanımda duran iki bekçimin yüzleri gergin görünüyordu. İçlerinden biri hayli öfkeliydi, pasaportumun her bir sayfasını büyük bir dikkatle inceliyordu. Temmuz ayında aldığım vizeyi fark ettiğinde fena bir bakış attı, İran vizesini gördüğündeyse ''yeşil devrim'' hatıraları canlanmış olacak ki tehditvari ve sinirli bir halet-i ruhiyeye büründü.

Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlıyordum o zamana dek. Beşar el-Esad'ın ayrıcalıklı müttefiki İran tarafından verilen bu vize, beni kontrol eden askerlerin sempatisini kazanmama sebep olmuştu.

Birkaç dakika sonra silahlı bir grup adam daha yanımıza geldi ve İngilizce bilen üçüncü bir adam daha bindi arabaya. Bana İranlı olup olmadığımı, buralarda ne aradığımı, Humus'a gelmekteki amacımı sordu. Heybemde Bilişim Bakanlığı tarafından şahsım adına düzenlenmiş ve Suriye'de keşif yapma olanağı veren belgeyi bulunca elleri titremeye başladı. Kiminle dans ettiklerini bilmiyorlardı daha. Kendi kendime sordum; acaba kimlerle ne işler çevirmekteydim?

Devrimi ben gökte ararken o beni yerde buldu. Beni arabadan çıkardılar ve Ömer isimli genç bir adam onlarla kahve içmek isteyip istemediğimi sordu. Gayriihtiyari cevap verdim: ''Yes, but who are you?'' [Evet; ama siz kimsiniz?] Onun cevabı da öyleydi: ''We are revolution!'' [Biz devrimiz.]

Muhalifleri girdikleri binaya kadar izledim: Burayı hem sığınak, hem de randevuları için kullanıyorlardı. Yirmiyi aşkın eli silahlı adam duvar boyunca uzanan banklarda oturmaktaydı. Aralarındaki bir kadını hemen tanıdım. Fadwa Süleyman, Humus'un isyan abidesi. Beni çok sıcak karşıladılar ve istediğim soruları sorma imkanım oldu.

Gece olduğunda ev sahipleri geceyi onlarla geçirmemi teklif ettiler. Çevredeki binaların çatılarından gelen sniper ateşleri hatırı sayılır bir sebepti. Arabaya binmem ve bölgeyi terk etmem işten bile değildi. Otoriteler isyancıların gece eylemlerinin önünü almak için sokağa çıkma yasağı uyguluyorlardı. İsyancılar arasında olaylara şahitlik edenlerin anlattıklarına bakılırsa orduda İranlı elitler tetikçilik yapıyormuş: İsyancılar birçoğunu öldürdüklerini söylediler: ''Eskiden İran'la hiçbir alıp veremediğimiz yoktu, İran'ı severdik çünkü bizim müttefikimizdi ve bizi savunurdu. Şimdiyse nefret ediyoruz İranlılardan''.

Aslına bakılırsa isyancıların benim aynı gün Şam'a girmeme izin vermeye hiç de niyetleri yoktu. İlk önce kimliğimi teyit etmek istiyorlardı, bir de artık yerlerini bildiğim için hiçbir riske girmeden bırakma eğilimindeydiler. Bu sebeple bu riski azaltmak için gece olmasını beklediler. Alıkonuluyordum; ancak henüz bunun farkına varabilmiş değildim.

Gecenin geç saatlerinde top ve mitralyöz seslerine eşlik eden iki el sniperla uykumdan uyandım. Birkaç tanesi kaldığımız binaya hiç de uzak değildi üstelik. Hiç de yabancısı olmadığım bir tank topu şehri gözü kapalı bombalamaktaydı, isyanı bastırmaktı amaçları. Vakit kaybetmeden kalktım; Fadwa da dahil olmak üzere bütün isyancılar gitmişti. Yalnızca biri bana göz kulak olmak üzere benim yanımda kalmıştı: ''Her gün böyle işte'' dedi, bana kahvemi verirken...

Gün ağarırken silah sesleri kesilmeye yüz tuttu ve arabama binmek istedim: bir önceki akşam Bilişim Bakanı ile bir görüşmem vardı ve ev sahiplerimle beraber küçük bir senaryo yazdık. Durumumla ilgili bilgilendirmek için telefon ederek ateş sesleri yüzünden yanlış yola saptığımı, Arapçadan başka dil bilmeyen -ki benim hala ancak çat pat konuşabildiğim- bir aile tarafından geceyi onlarla geçirmek üzere misafir edildiğimi anlattım. Peki ertesi günü Humus'ta hükümetin davetlisi olan bir grup gazeteciyle yapılacak toplantıya katılamayacak olduğumu nasıl izah edebilirdim ki? Buluşma noktası hükümet binasıydı.

İsyancılar biraz daha beklememi istediler. İyi niyetime henüz yeterince itimat etmiyorlardı. Evvelce tanışmadığım bir düzine daha adam geldi ve daha önce bilmem kaç kez açıkladığım Suriye'ye geliş nedenimi ve orada ne aradığımı onlara da tekrar etmek zorunda kaldım. Uzun bir süre boyunca yine, yeni ve yeniden kontrol ettiler pasaportumu.

Sonunda ikna olmuş gibi görünüyorlardı. Kamera önünde onlar tarafından kaçırılmadığımı ve bana iyi davrandıklarını söylememi istiyorlardı. Korkuları şuydu: hükümetin beni zorla televizyona çıkarıp beni kaçırdıklarını söylememden çekiniyorlardı. Neden sonra gözlerimi bağladılar ve şehrin merkezine kadar bıraktılar arabayla. İçlerinden üç tanesi benimle arabaya bindi, biri direksiyona geçerek bana Humus'un şehir merkezine kadar eşlik ettiler. Sıcak bir şekilde kucaklaştık ve hükümet binasına ve gazetecilere kavuşmak için onları arkamda bıraktım.

Humus'un isyancıları -onlara böyle hitap etmek sanırım yerinde olur çünkü bayağı ve başlı başına bir isyandan söz edebiliriz- her biri bir düzine adamdan oluşan mangalar halinde hareket etmekteler. Bu gruplardan sadece bir kısmıyla tanışabildim ancak sığınaklarında onlarla birlikte geçirdiğim iki günün ardından sayılarının azımsanmayacak ölçüde olduğu izlenimini uyandırdılar bende.

Bu kadarı yeterli değil üstelik: hükümeti asıl endişelendiren şey silahlarının yetersiz oluşu: kalaşnikoflar ve el bombaları. Bununla birlikte, gerilla gibi savaşmalarına karşın içinden çıktıkları nüfustan oluşmaktalar. Bu iki mahalleyi çevreleyen ve şimdilik askeri darbeden vazgeçmiş gibi görünen düzenli duydukları saygı da cabası.

Hama'da ise durum tamamen farklı. İsyancıların hiç de lehine gelişmeyen bir durum hüküm sürüyor orada.

Bu sefer gittiğimde temmuzdaki durumdan farklı olarak silahlı protestocular görmedim Hama'da. Orada da muhalefet örgütlenmesinin içine kadar girmeyi başardım. Hatta protestocuların arasındaki yaralıların iyileştirildiği gizli bir dispanser ve isyanın elebaşlarının toplandıkları genel bir mahalle havasındaki bir yere de girdim. Gittiğim hiçbir yerde en ufak bir silaha denk gelmedim.

Ordu temmuz ayında protestocuların elinde bulunan Al Assidi meydanını doldurmak üzere on binlerce insanı harekete geçirmişti. Bir cuma namazı sonrasında şehri kuşattılar.

Ağustos başında sokaklar ordunun kontrolüne geçtiğinde güvenlik güçleri; asker ve polis bütün bölgeyi hakimiyetleri altına alarak ana bulvar ve meydanları işgal ettiler. Sonrasında isyancıların bir araya gelmesi epey zorlaştı, imkanları kısıtlandı ve ancak küçük ara sokaklarda toplanabilir oldular.

Sahip oldukları yegane silahlarıydı polisin üzerine attıkları taşlar, karşılığı göz yaşartıcı bombalarla, bazen plastik ve hatta çok nadir olarak gerçek mermilerle veriliyordu. 30 Aralık cuma günü katıldığım bir gösteride bir polis müfrezesinin tutumunu gözlemledim.

Birlikler bölgede asayiş ve güvenliği sağlamaya çalışıyorken birisini öldürmekten ya da yaralamaktan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorlardı.

Hama artık ateş ve kan gölü değil; silahlı bir isyanın kol gezdiği toplarda da değil buralar. Sadece acı bir intifada kalmış geride...

Bütün bunların ötesinde ülkede Humus'takine benzer bir başkaldırının yaşandığı bir yer daha yok, ne de Hama'daki gibi daimi ihtilafların hüküm sürdüğü bir yer.

Ancak ne olursa olsun isyancılar mücadeleyi sürdürüyor, orada burada askeri devriyelere saldırılıyor, çoğunlukla ölümlere sebep olan pusular kuruluyor, asker ve polislere hatta ve hatta hükümet taraftarı sivillere, hele ki isyancılara yardım etmek istemiyorlarsa, haddinden fazla vahşi davranılıyordu.

Eğer Baasçı rejim mart 2011 tarihinde karışıklıklar baş gösterdiğinde dişlerini gösterseydi ve muhalefetteki isyancılara şiddetli bir tepki verseydi isyan devam etmezdi. En azından onu oluşturan öğelerden biri ortadan kalkmış olurdu, güvenlik güçlerini, rejim yanlılarını ve hatta sivilleri korkutmayı amaçlayan affedilmez yöntemlerle karşılaşmamış olurduk. Tasfiyeler, kafa kesmeler, sakatlamalar, üstünkörü idamlar, ailelere karşı tehditler...

Muhalefetin söz konusu bu öğesiyle bizzat karşılaşmadım, bununla birlikte bu gibi olaylara şahit olanların sayısı hayli fazla, ayrıca bunlara maruz kalan ve çoğunlukla parçalara ayrılmış cesetler de morglarda göz önünde.

Yakın bir tarihte sınırlarda bulunan ikinci dereceden dört şehir hükümet güçlerine karşı mücadele veren silahlı grupların saldırılarının kurbanı olmuşlardı.

Şam'ın kuzeybatısında, Lübnan sınırında yer alan Zabadani ve Humus'a hiç de uzak olmayan Lübnan'ın kuzey sınırında bulunan Talkalah'tan bahsediyorum.

Özgür Suriye Ordusu bu bölgelerde düzenli orduyu mütemadiyen taciz etmekte ve yaptıklarını savunmaktalar. Aslında silahlar ve mücahitler Suriye'ye silahlı muhalefet faaliyetlerine daha uygun kılan merkez batıdan, Lübnan'dan giriş yapıyorlar. (Lübnan topraklarındaki karmaşıklığı sürdürme riskini göze alan Lübnanlı hizipçiler de diyebiliriz.)

Çoğunlukla selefiler olarak bilinen nacak şimdiye kadar kimliklerini açıklamayan küçük grupların bulunduğu Qousseir'de sürekli olarak hükümet askerlerine pusu kuruluyor. Bu yığılmalar çoğunlukla Lübnan sınırındaki Humus'ta toplanıyor, böylece silahlı muhalefetin ana askeri üssü kurulmuşa benziyor.

Idlib, Cisr eş-Şuğur ve Türk sınırı yakınlarındaki Halep'te birçok mahalle Özgür Suriye Ordusu'nun elinde. Suriye'ye silah ve levazım Türkiye'den giriyor, otoriteler bu duruma göz yumuyor ve isyancı mücahitlerin mücadelesini hoş görüyor.

Bu silahlı mücadelenin büyük kısmını Özgür Suriye Ordusu'nun üstlendiğine dikkat çekmek gerek. Bu grup muhalif Albay Riyad el-Esad tarafından yönlendiriliyor ve Türkiye'deki mülteci kamplarına sığınıyor. Suriye'ye de Türkiye ve özellikle Lübnan hududundan giriş yapıyor.

Kimi kaynaklara göre Özgür Suriye Ordusu 15.000 ila 40.000 hükümet ordusundan kaçmış askerlerden oluşmakta. Bununla da kalmıyor, bu asker kaçaklarının sayısı kesin değil, her halükarda zikredilen rakamların bir ehemmiyeti yok.

Suriye ordusu rejimin önemli bir ayağı, bu denli bir kanama birçok soruna yol açabilir; zira düzenli ordu yaklaşık 200.000 kişiden oluşmakta. Olay aslında bu da değil; ancak gitgide daha açık bir şekilde görülüyor ki Özgür Suriye Ordusu silahları Katar'dan ve Hariri yanlısı Lübnan hizipçilerinden yani Hizbullah karşıtı olan ve Beşar el-Esad tarafından desteklenen Lübnanlı Sünnilerden temin etmekte.

Lübnan'daki karmaşanın uzama riski tam da bu noktada başlıyor, Hizbullah teriminde. Halihazırda hükümetteki koalisyonun bir üyesi olan ve muhalefetteki Hariri grubu tarafından reddedilen bu grup aslında Lübnan topraklarındaki bu tescilli hlale tepki verebilir, sadece kendi milislerini değil aynı şekilde Lübnan'daki düzenli orduyu da harekete geçirebilir üstelik.

Özgür Suriye Ordusu sınır bölgelerindeki hareket alanını genişletmiş gibi görünüyor. Bunu tecrit edilmiş orduların bileşenlerini bir araya getirerek ve bazen de Humus'taki selefilere itaat ederek gerçekleştiriyor.

Bu bölgede Özgür Suriye Ordusu birçok Şii karşıtı saldırıdan sorumlu olan el-Faruk Tugayı olarak bilinen küçük bir grupla ilişkili.

Diğer yandan Özgür Suriye Ordusu Fransız ordusu bileşenleri tarafından bir kent gerillası oluşturabilir, Lübnan'da Trablus ve Türkiye'nin Suriye sınırında bulunan Hatay kısmında özellikle.

Şimdiye dek Suriye Ulusal Konseyi, Özgür Suriye Ordusu'na şüpheyle yaklaşıyordu. Muhalif siyaset tarafından tanınmaya çalışmasına karşın Suriye Ulusal Konseyinden yalnızca bir irtibat bürosunu açma imkanını elde edebilmişlerdi.

Esas mesele bu kahramanların gerçekten Suriyeli olup olmadığı. Diğer bir ihtimalse Baas hükümetine karşı düşmanca tavırları olan Katar ve Suudi Arabistan gibi Suriye'ye iyice yerleşmiş bölgesel aktörlerin de işin içinde olabileceği gerçeği.

Hatta ''Arap Baharı'' sürecinde Şam ile ilişkileri durma noktasına gelen Türkiye bile dile getirilen bu düşmanca tavra karşı sessiz kalmadı. Bazı durumlarda söz konusu olan, var olan bütün tarafların içine sızan ve Suriyelileri bir iç savaşa sürükleyebilecek öğelerden de bahsetmek mümkün.

Şunu da fark ettim ki bu çekişmede yer alan tarafların kendi aralarında ilişkileri bulunmuyor. Humus'taki asiler özellikle bölge insanlarından oluşuyor. Yani normal vatandaşlardan.

Ne radikal İslamcılar ne de şu ya da bu aşırılıkçı siyasetin içindeki hizipçiler bulunmuyor demek istiyorum. Kendilerine yönelttiğim bir soru, içlerinde Hıristiyanların olup olmadığı oldu.

Aralarından biri el kaldırınca diğerleri epey şaşırmıştı, şimdiye kadar dikkat çekmemesine de. Oradakiler savaş beklerken karmaşanın içinde sıkışıp kalanlardı. Saflarında Suriye'nin öteki şehirlerinden gelen çok az yabancı öğe bulunuyordu.

Idem ve Hama'da ise isyancıların hepsi bu şehirlerdendi. Bir diğer muhalif akım olan radikal İslamcılarla hiçbir alakaları yoktu. Hatta ne diğer akımlarla, ne de Özgür Suriye Ordusu'yla ilişkileri bulunuyordu, yalnızca Suriye Ulusal Konseyi ve Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu (CNCD) ile temasları vardı.

Denilebilir ki bölgede de dışarıda olduğu gibi heterojen ve bölünmüş bir ''karşıtlar'' grubu bulunmaktaydı. Objektif bir yöntemle kötü koordine edilmiş hatta bölgesel ve coğrafi manada ayrık gruplar vardı.

Bundan sonra sorgulamamız gereken nokta bir gün bütün bu hizipçilerin kendi aralarında anlaşıp anlaşamayacağı. Humus'taki asiler, selefilerle anlaşmalarının söz konusu bile olmadığını itiraf ettiler mesela.

Hama'daki göstericilerin ve barış yanlılarının liderleri ise gösterilerin askerileştirilmesini eleştirmekte.

Ülkenin geri kalanında ve diğer büyük kent merkezlerinde gözlemlediğim gibi Şam'da da temmuz ayından pek de farklı bir durum görmedim. İnsanlar 23 Aralık ve 6 Ocak günlerinde yaşanan iki intihar saldırısından sonra bile günlük uğraşlarıyla ilgileniyorlardı.

Suriye Ulusal Konseyi ve Suriye İnsan Hakları Gözlemcisi (OSDH) bu saldırıların hükümet kaynaklı olduğunu düşünüyor. Hükümetin halkı göstericilere karşı kışkırtmayı amaçladığını, nefreti arttırmaya çalıştığını savunuyor. Hükümet ise selefi teröristleri suçlamakta.

Bölgede tansiyon hala yüksek. Durumlar hala hassas ve gözle görülebilir bir gerginlik havaya hakim. Buna karşın hükümet azınlıkta kalan muhalefete gem vurmayı sürdürüyor ve toplumun devrime doğru gitmesine engel oluyor. Hıristiyanlar, tabii ki Aleviler, Dürziler gibi çok-kimlikli bir nüfus ise radikal İslamcılık korkusuyla Beşar el-Esad rejimini desteklemeyi sürdürüyor.

Bahsi geçen muhalefetin evlerinin haricinde, gösteriler cuma günleri cami çıkışlarında düzenleniyor. Özellikle Sünni cemaatin üst tabakasını ilgilendiren bu toplaşmalarda Beşar el-Esad'ın ekonomik reformlarını 2000 yılından beri destekleyen Sünni burjuvazisi öne çıkıyor.

Büyükşehirlerde ise gösteriler şehrin banliyölerinde, daha mütevazı mahallelerinde meydana geliyor. Öğle ya da akşam namazı çıkışında bir araya gelen müminleri gösteri yapmaya teşvik eden koordinatörler peyda oluveriyor. Hatta bazen imam efendi bile vaazıyla kalabalığı gösteri yapmaya itebiliyor.

Bu mahallelerde kulağımıza çalınan İslamcıların önerileri zaten onlar tarafından temsil edilmek istemeyen Hıristiyan ve diğer azınlık cemaatlerinde var olan göstericileri kendilerinden uzaklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu azınlık cemaatleri toplaşmalardaki söylemlerden ötürü kendilerini tehdit altında hissediyor. Şam'ın banliyölerindeki kimi camilerin minarelerinden yükselen Beşar El Esad yanlılarının boğazlarını kesmek gerektiği vaazları günbegün ayyuka çıkıyor.

 

Sivil toplumun istekleri

Eğer isyanların şiddeti mart ayından bu yana bir düşüş gösterseydi nüfusun bir kısmı kurumsal değişimler talep etmeye ve rejimden kademeli bir demokratikleşme beklemeye devam edecekti.

Şu da su götürmez bir gerçektir ki şimdiki başkanın babası sert diktatör Hafız el-Esad zamanında Suriye'deki Baas rejimi çok çabuk bir değişim geçirdi.

Baas rejiminin kökeninde iki temel amaç yatar: Bir yandan en geri kalmış toplum tabakaları arasındaki hayat şartlarını iyileştirmek, diğer yanda Baas rejimi Arap yanlısı bir milliyetçiliği destekler ki bu da kolonici hegemonya ile mücadeleyi ve Arap birliğini teşvik eder.

Bununla birlikte Suriye Baas partisi tek bir yönde toplanmıştır: Hafız el-Esad ve yandaşları devlet içindeki bütün güçleri tek bir elde birleştirmek ve ekonomik sektörlere el atmak adına partiyi bir araç haline getirmişlerdir.

Bu sisteme karşı olan bütün muhalif düşünceler bir bir bastırılmıştır. Ortadan kaybolmalar, işkenceler, hapisler... Suriye polisinin bütün kolları pohpohlanmış, her yerde ve her zaman hazır ve de nazır bulunmaktadır.

Babasının izinden giden Beşar el-Esad 2000 yılında Suriye'ye büyük umutlar vaat etmişti. Genç, Batı yanlısı, tıp doktoru, yönetmekle hiç alakası olmamasına rağmen ağabeyinin ani bir kazayla vefatı sonrasında devletin başına geçmişti.

O günden sonra Suriyeli demokratlar bu özel yönetimle birlikte hızlı bir rejim değişimi umuyorlardı. Aslında başkanlığının ilk dönemlerinde Beşar el-Esad bu umutlara cevap verebilecek gibi durmaktaydı. Birçok ekonomik reformu gerçekleştiren kendisi oldu. Bu reformlar Sünni burjuvazisini memnun etti. Birçok düşünce suçlusu serbest bırakıldı, sürgüne gönderilenler yeni bir diyalog oluşturulabilmesi için geri çağırıldı, basın özgürlüğü yolunda açılımlar yapıldı... O zamanlar ''Şam Baharı'' olarak nitelendirilmiştir.

Lakin Esad Suriye'nin başındaki tek isim değildi. Etrafı, olayların gidişatını etkileyen gündemlerden fayda sağlayan siyasi ve finansal duvarlarla çevrili bir haldeydi. Bunun da ötesinde muhalefet daha köklü değişimler istemeye başlayınca sistem bu duruma el koydu ve açılımların sonu geldi. Bu durum kurumlarda yapılabilecek değişimlere bütün inancıyla bağlanmış kesimleri büyük bir hayal kırıklığına uğrattı.

Buradan anlaşılacağı üzere bu sessizlik duvarını artık yıkmak isteyen sivil toplum ''Arap Baharı''nı bir fırsat bildi.

Ancak Suriye toplumu tam bir mezhepsel ve toplumsal mozaik oluşturuyor. Yaşanan olaylar karşıtlıkların hortlamasına yol açtı ve her kesimden insanın endişelerini arttırdı. Radikal İslamcı selefilik ve Müslüman Kardeşler bu endişelerin esas kaynağı. 1982 isyanlarında dağıldıkları ve örgütlerinin yasaklandığı söylenedursun, büyük bir gizlilikle halen devam etmekte ve günümüzde özellikle de Suriye Ulusal Konseyi bünyesinde faaliyetlerini sürdürmekteler.

Nüfusun bir bölümü bu değişimlere korkulu gözlerle bakıyor ve kendi düzenlerinde toplanmaya devam ediyor -ama rejimi değiştirmek lafzını ağızlarına bile almadan- Aslında bu kesimler şimdiki hükümete uygun bir dayanak oluşturmakta ve hiç şüphesiz Baasçı rejimin sağlam bir destek bulabileceği çoğunluğu sağlamakta.

Suriye'deki şartlar ve olaylar ne Tunus'la, ne Mısır'la, ne de Libya'da yaşananlarla kıyaslanacak gibi değil.

 

Medyanın yozlaştırma savaşı

Suriye'de yaşananlar hiç şüphesiz medyanın yozlaştırma konusunda uç bir örnek teşkil etmiştir. Hatta belki 1991 Körfez Savaşı ve 2003 yılında yaşanan Irak Savaşı ve Libya'ya 2011 yılında yapılan müdahale sırasında bile bu şekilde olaylar yaşanmamıştır.

Tabii ki Suriye'ye karşı medyanın bir komplosu vardır diyemeyiz -özellikle de Batılı medyanın-. Arap medyasından bazı organları bunun dışında tutmak lazım, mesela el-Cezire, Katar'ın medya aracı olan, Tunus ve Libya'da çok etkin olan ve Suriye'ye yeni yeni giren bu organ şaşırtıcı oranda yozlaştırma gerekçelerini delillerle sunuyor.

Tabii ki birçok medya aracı sahiplerinin ilgileri doğrultusunda yönlendirilen bir editoryal çizgiye sahipler. Hissedarları finansal ya da sanayi grupları olarak medyayı genel kanıyı etkilemekte bir araç olarak kullanmaktalar.

Suriye örneğinde, bu yozlaştırmayı etmenlerle açıklayabiliriz. Bir tarafta aşırı derecede yapısal bir düzen, diğer tarafta küçültücü bir yöntemle Suriye devrimini hafife alan bir düşünce yapısı egemen. Bütün bir halkın isyanı hoş görülemez bir diktatörlüğe karşı. Batılı medyanın yansıttıkları bu şekilde tabii ki, mesela Rus ve Çin basını olayları bütünüyle farklı bir bakış açısından bakarak algılıyor. Bu rejime daha uygun ve hükümetlerinin müttefikine saygıdan ileri gelmekte.

Günümüz şartlarında redaksiyon balçıkla sıvanmış vaziyette. Ne yeterince personelleri var ellerinde, ne de imkanları. Gazetecilerin olayları bölgeden takip edebildiklerini söyleyemeyiz. Ne gelen bilgileri teyit edebiliyorlar, ne de kaynakları örtüştürebiliyorlar.

Birkaç büyük haber ajansından gelen bilgileri bir araya toplayıp yapabildikleri tek şey ''Masa başı gazeteciliği''. Ki bu haber ajansları da kendi kurdukları ağlardan besleniyorlar çoğunlukla. Sivil toplum kuruluşları bazen çok onurlu etiketlerle olayların arkasındaki ilgili gruplarla alakalı gerçekleri gizlemeyi başarıyor çoğu zaman.

Konuyla ilgili çok somut bir örnek vermek istiyorum: 20 Kasım günü el-Cezire'nin haberini müteakiben bütün uluslar arası basın kuruluşları Baas partisinin Şam'da bulunan merkez binasına roketlerle saldırıldığı haberini geçti. Aralarından hiçbiri rejim için felaket bir sonuç doğurmadı.

Şam'da iletişimde bulunduğum biri bana kendiliğinden telefon etti aynı gün, binanın sağlam olduğunu bildirmek için. İki telefon bu bilgiyi doğrulamama yetti. Orada bulunan bir arkadaşım binanın bir fotoğrafını çekip bana yolladı, yayımladım ben de. Hem de gerçekleştirildiği iddia edilen saldırı ilk sayfadan haber olmuştu bir gün evvelinde. Hakikaten, gazeteciliğin bu en temel şartı olan edinilen bilgiyi doğrulamak nasıl oluyor da redaksiyon tarafından atlanıyor?

Bir diğer olayı aktarmak isterim: Basın kendisinden besleniyor ve çarçabuk içinden çıkılması imkansızlaşan bir kısır döngü içine giriliyor. Daha da fenası az önce bahsettiğime benzer şekilde basın bu darbeden sonra bile yılmıyor ve gözden düşmekten korktuklarından okuyucuları hakikatin cehaletiyle baş başa bırakıp onları bu hilenin kurbanları haline getiriyor.

Ayrıca Suriye ile ilgili olarak, olayları yerinden takip eden gazetecilerin şahitliklerine rağmen büyük basın organları editoryal çizgilerini bozmamakta ısrarlı.

Bunun yanı sıra Batılı basını bilgisizleştirmek için örgütlenmiş muhalefetin bazı bileşenlerinden sağlanan yalan yanlış bilgiler de gün yüzüne çıkıyor. Suriye hakkında basında bahsedilen bilgilerin ana ve tek kaynağı olan OSDH -Suriye İnsan Hakları Gözlemcisi- Londra'da bulunuyor ve uzun süredir rejim aleyhtarı olan bir avukat tarafından, Rami Abdel Rahman tarafından yönetiliyor.

Suriye'de epey bilinen bu isme yaklaşmak neredeyse imkansız ve öyle görünüyor ki patronluğu birçok OSDH yöneticisi tarafından rumuz olarak kullanılmakta. Bu organizasyon üzerine çalışmaktayken ortalığı karıştırmak konusunda eksik kalmadılar.

Zira, OSDH Müslüman Kardeşlerle sıkı ilişkiler geliştirmiş durumda. Hatta Rami Abdel Rahman'ın kendisi de cemaatin bir üyesi ve basını zehirlemekte: Baas partisinin Şam'daki merkezine yapıldığı iddia edilen saldırının yalan haberi El Cezire ve OSDH'nin işbirliğiyle yumurtlanmıştı.

Aynı şekilde OSDH tarafından yürütülen yozlaştırma organizasyonu bununla da kalmıyor, bölgedeyken bizzat yaşadığım birçok örnek bulunuyor.

15 Temmuz cuma günü Hama'daydım. 3.000 ila 10.000 arasında göstericinin katıldığı bir yürüyüşe katıldım. Aynı akşam Fransız Haber Ajansı tarafından France 24 bülteni, Euronews, Le Monde gazetesinde ilan edilene bakılırsa göstericiler tamı tamına 500.000 kişiymiş!

O zamanki haber kaynakları da gün gibi aşikar: Suriye İnsan Hakları Gözlemcisi! (OSDH) Hama şehrinin bütün nüfusu 400.000 kişiyken OSDH tarafından dağıtılan bu bilgi hiçbir redaksiyona maruz kalmadan servis edilmişti!

Daha güncel bir diğer örnek vermek gerekirse, 27 Aralık'ta üniversiteye ateş açıldığında da Şam'daydım. Hiç vakit kaybetmeden olay yerlerine intikal ettim. Yaralıların götürüldüğü hastanelerin yolunu tuttum sonrasında. İlgili öğrencilerin sınıf arkadaşlarıyla sıcağı sıcağına röportaj yapma fırsatı yakaladım.

Kurbanları birebir tanıyan şahitlerdi bunlar. Hatta yaralı bir öğrencisinin annesi ve teyzesiyle de konuştum. Birkaç saat sonra öğrenci vefat etti. Hükümet karşıtı bu öğrenci sınav salonuna girerken üzerine ateş açılmıştı.

Birçok sınıf arkadaşı arasından kendisi hedef olarak seçilmişti, oysa hemen hepsi Esad'ı destekleyen bir öğrenci örgütünün üyesiydi. Bu felaketin mimarı kurbanlarıyla bir tartışmaya girişerek ciddi bir şekilde ağız dalaşı yaşamıştı.

Bu olayı izleyen saatlerde OSDH bir basın bülteni yayımlayarak rejim yanlısı birçok tetikçinin Şam Üniversitesi kampusunda öğrencilerin üzerine ateş açtığını ve hükümete karşı gösteri yapan birçok öğrencinin yaralandığını ve birçoğunun da öldürüldüğünü bildirdi... Batılı basın tarafından alelacele kazanılan bir ''bilgi'' oldu bu.

Suriye'ye özgü basının ve muhalefet tarafından gönderilen görüntülerin aynı kefede olduğunu gözlemlemekse belki de en kötüsü...

Suriye'deki gösterileri bizlere gösteren görüntüler hep yakın plan çekimlerden oluşuyor. Aslında en fazla birkaç yüz insan bulunuyor o gösterilerde. Ama gelin görün ki işler orada bu şekilde yürüyor...

Halkı bilgilendirmekle yükümlü kişilerin eleştirel düşüncelerindeki bu eksiklik böyle, ne var ki Batılı televizyonlar da bu görüntüleri haddini aşan rakamları zikretmek üzere kullanmaktalar: Yüzlerce milyonluk gösterilerden bahsetmek de neyin nesi?

Diğer yandan medyanın göstermediği görüntüler de yok değil; Baas rejimini destekleyen yürüyüşlerin görüntüleri mesela. İnsanlar bir araya geliyor, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan! Kesin olan bir şey de bu insanların otoriteler tarafından bir araya getirildiği ve güvenlik güçlerinin bu kişileri bastırmaya çalışmadığı. Ancak oraya katıldığım zaman gördüğüm şey bu insanların samimi olduğu ve Beşar el-Esad rejimini karşı taraftaki göstericilerin muhalefeti desteklediği kadar -en az- aşkla ve şevkle destekledikleri oldu.

Hiç ama hiçbir televizyon kanalı bu muazzam gösterilerin görüntülerini yayımlamadı. İzleyicilerin basit ve yalın yönlendirmenin dışına itmek istemediklerinden olsa gerek. Yani basın kuruluşları denetçilerini bu rejimin kitlesel bir isyanla karşı karşıya olduğuna inandırmak istiyor; üstelik durum hiç de böyle değilken.

Öyleyse apaçık görülmekte ki aylardan beri basın tarafından yapılan bilgilendirmenin, verilen rakamların, bütün bu saçmalıkların gerçeklerle uzaktan yakından bir alakası yok!

Aynı şekilde bu yalan yanlış bilgiler üzerinden inşa edilen yorumlar da aynı derecede saçma kalıyor. Basından derledikleri sapkın gerekçelerle oluşturdukları yorumlarla uzmanlar bölgenin gerçeklerini göz ardı ediyorlar.

Suriye'deki durum birçok yorumcunun söylediğinin aksine o kadar da kötü değil, Baas rejimi kılıçlarını indirmenin eşiğinde değil henüz...

Yazının üçüncü bölümü

Çeviren: Simge Özdemir