Sabra-Şatila katliamı ve onu önceleyen süreçler, bugün Filistin ve bölge açısından birden fazla ders taşıyor.
16-18 Eylül 1982 tarihlerinde gerçekleşen ve binlerce Filistinli mülteci ile yüzlerce Lübnanlı sivilin hayatını kaybettiği Sabra-Şatila katliamının üzerinden 42 yıl geçti.
Katliam her yıl olduğu gibi bu yıl da Filistinli ve Lübnanlı siyasi hareketler ve uluslararası dayanışma eylemcileri tarafından anılacak.
Öte yandan 42 yıl önce Beyrut’un mülteci kamplarında gerçekleşen bu kıyım, bugün için de önemli dersler sunuyor.
Sabra-Şatila’nın kökenlerini, gerçekleştiği tarihten çok daha erken bir dönemde bulmak mümkün.
1948 tarihli Nakba sonrasında, tarihsel Filistin’in orta ve kuzey kısımlarındaki Yafa, Hayfa, Akka ve Celile’den yaklaşık 110 bin Filistinli, mülteci olarak Lübnan’a sığınmıştı.
Ertesi yıl Birleşmiş Milletler Yakındoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) tarafından Lübnan’da on iki mülteci kampı kuruldu.
Bunlardan biri olan ve Beyrut’un batı kısımlarında kurulan Şatila kampı ile sonradan inşa edilen “ikizi” Sabra kampı, ağırlıklı olarak Hayfa’nın güneydoğusundaki Beled el-Şeyh kasabasından gelen Filistinlilere ev sahipliği yapıyordu.
Arap devletleri, 1948 savaşına sınırlı insan gücüyle katılmaları (Hagana güçleri tek başına 30 bin kişiden oluşurken Birleşik Arap Gücü’nün toplam sayısı 20 binden fazla değildi), koordinasyon ve motivasyondan yoksun hareket etmeleri sonucunda, tarihsel Filistin’in dörtte üçünden fazlasının İsrail’in eline geçmesine engel olamamıştı.
Buna rağmen 1950’li yıllarda Filistin halkının “hamiliği” iddiasını sürdürdüler. 1956 yılındaki Süveyş Krizi sonrasında ise Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır, Arap dünyasının ve davasının “kahramanı” mertebesine yükseldi ve uzun süre Filistinliler, kurtuluşun başta Mısır olmak üzere Arap devletleri eliyle gelmesini beklediler.
Ne var ki Haziran 1967’de gerçekleşen ikinci büyük savaş tam bir hezimetle sonuçlandı ve altı gün içinde Filistin’den geriye kalan Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs de işgal edildiği gibi, İsrail Mısır’daki Sina Yarımadası’nın ve Suriye’deki Golan Tepeleri’nin de kontrolünü ele geçirdi.
‘67 savaşının şokunun Filistinliler için taşıdığı en büyük ders, Arap devletlerine bel bağlanmaması gerektiği idi.
Örneğin Corc (George) Habaş liderliğindeki Milliyetçi Arap Hareketi’nin bu savaştan sonra Nasırcılığı terk edip Marksizm’i benimsemesi ve adını da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olarak değiştirmesi bu durumdan bağımsız değildi.
Aynı zamanda, başta El Fetih olmak üzere bir dizi Filistinli hareketin oluşturduğu bir çatı yapılanması olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1967 sonrasında kurtuluşun artık yalnızca kendi elleriyle gelebileceğine ikna olarak askeri eylemlere başladı ve ertesi yıl gerçekleşen Karame muharebesiyle, hem kendi savaşçılarının hem de halkın moral seviyesini yükseltti.
Filistinliler artık Arap devletlerinden bağımsız olarak kendi mücadelelerini veriyordu, ancak bu mücadelenin ayak basacak bir tutunma noktasına ihtiyacı vardı.
Bu sebeple FKÖ’nün üslendiği ilk yer, Ürdün Haşimi Krallığı toprakları oldu. Ne var ki 1948 savaşında Batı Şeria’ya dokunulmaması karşılığında diğer bölgelerde savaşmama yönünde İsrail’le zımni bir anlaşmaya varan, dahası, bir başka Haşimi rejimi tarafından yönetilen Irak’ın ordusuna da savaşmamalarını telkin eden, savaş sonrasında ise Filistinlileri koruma adına aslında kendi yayılmacı hedeflerini gerçekleştirip Batı Şeria’yı ilhak eden Ürdün rejimi, bu ev sahipliğini kısa sürede sonlandırdı.
Filistinli savaşçıları kendi otoritesinin önünde tehdit olarak gören rejim, Eylül 1970’de ülkedeki Filistin mülteci kamplarına bir dizi baskın düzenledi ve binlerce FKÖ savaşçısının yanı sıra çok sayıda Filistinli mültecinin de ölümüne sebep oldu.
1970 sonrasında FKÖ’nün yeni tutunma noktası, önceki yıl imzalanan Kahire Anlaşması ile üslenme hakkını elde ettiği Lübnan oldu.
Ancak Lübnan, farklı dinsel ve mezhepsel gruplar arasında “denge” sağlanması adına siyasal ve toplumsal hayatı felç eden bir mezhepsel temsil sistemiyle yönetilen bir ülkeydi ve bu dengeleri sarsmasından endişe edilen Filistinli mülteciler en başından beri bazı kesimler tarafından, özellikle de Maruni Hıristiyanlar tarafından tehlike olarak görülüyordu.
Üstelik Marunilerin önemli bir bölümü, kendilerini Arap dünyasından, kültüründen, kimliğinden ayrı gören, hatta kendini Arap olarak da görmeyen bir ideolojiye sahipti.
Bütün bunların üzerine FKÖ savaşçılarının Lübnan’da üslenerek İsrail’e operasyonlar düzenlemesi, “başkalarının davası” uğruna ülkenin güney kesimlerinin çatışma sahasına dönmesi, Marunilerin aşırı sağcı kanadını çileden çıkardı.
En sonunda, “Falanjistler” olarak bilinen Lübnan Kuvvetleri’nin ve müttefiklerinin Filistinlilere yönelik saldırıları, 1975 yılında ülkede iç savaşın patlak vermesine yol açtı.
İç savaşın başlamasından yedi yıl sonra Lübnan’da devlet otoritesi kalmamıştı. Farklı bölgeler farklı silahlı grupların kontrolü altındaydı ve bunlara FKÖ de dahildi.
Tarihsel açıdan yayılmacı eğilimi tartışmaya kapalı olan İsrail, bu durumu gerekçe göstererek Haziran ayında başkent Beyrut da dahil olmak üzere ülkenin bir kısmına asker soktu ve 2000 yılına kadar sürecek bir işgali başlattı.
İsrail bundan sonra FKÖ’nün Lübnan’ı terk etmesi için yoğun bir baskı sürecine girdi ve en sonunda amacına ulaştı:
Ağustos ayında varılan uluslararası anlaşmayla FKÖ savaşçıları, kendilerini Tunus’a götürecek gemilere binerek ülkeden ayrıldı. 1 Eylül 1982 itibariyle ülkede tek bir FKÖ savaşçısı kalmamıştı.
Tüm bu karmaşanın orta yerinde, İsrail dostu Falanjist siyasi lider Beşir Cemayel, Lübnan cumhurbaşkanlığına getirilmişti.
Ancak koltuğuna oturamadan, 14 Eylül 1982 tarihinde, Pan-Arap yönelimlere sahip Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi üyesi Habib Şartuni’nin düzenlediği bombalı suikast sonucu öldü.
Hem İsrail hem de Falanjistler, suikasttan Filistinlileri sorumlu tuttu ve FKÖ milislerinin Sabra ve Şatila kamplarında saklandığını iddia etti.
Kamplar kısa süre içinde kuşatma altına alındı. Saldırıya hazırlanan güçlerle görüşmek ve kamplarda savaşçı olmadığını söylemek için beyaz bayraklarla giden kadınlar tecavüze uğradı, yaşlılar öldürüldü.
16 Eylül günü sabaha karşı, Falanjist lider Eli Hubeyka’nın koordinasyonu ve Ariel Şaron liderliğindeki İsrail güçlerinin nezareti altında saldırı başladı ve üç gün içinde binlerce kişi, en vahşi yöntemlerle katledildi.
İddia ettiklerinin aksine FKÖ güçleri kamptan çoktan çıkarılmış olduğu için sivilleri savunabilecek kimse yoktu.
Ayrıca Ağustos’taki tasfiye sonrasında kamp yakınlarındaki savunma amaçlı mayınların çıkarılmış ve kışlaların yıkılmış olması da İsrail-Falanjist ortak saldırısını kolaylaştırmıştı.
*
Sabra-Şatila katliamı ve onu önceleyen süreçler, bugün Filistin ve bölge açısından birden fazla ders taşıyor.
Her şeyden önce, tarihi 7 Ekim 2023’ten başlatan ve “ilk saldıranın” Filistinliler olduğunu iddia eden anlatılara karşı, İsrail’in on yıllardır süren saldırganlıklarının ve işlediği insanlık suçlarının işgal altındaki Filistin topraklarının ötesine kadar uzandığını hatırlatıyor.
İkinci olarak, Arap devletlerinin zayıflığını ve güvenilmezliğini tarihsel bir gerçeklik olarak önümüze koyuyor.
Aynı zamanda, Lübnan’da direniş yanlısı güçlerin varlığının ve karar alıcı pozisyonlarda bulunmasının hem Lübnan hem de Filistin için taşıdığı önemi gösteriyor.
Son olarak, Gazze’de direniş güçlerinin “güvenli geçiş” yoluyla bölgeden çıkarılması senaryosunun konuşulduğu bir dönemde, bunun Filistinliler için ne kadar büyük bir varoluşsal tehdit meydana getireceğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.